Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Doğa Doğa Geliyoruz

70'li yılların başlarıydı zannederim. Merhum Hekimoğlu İsmail, çok yerleri gezmiş ve "Ölüler Diriliyor" adıyla haşri, (yeniden dirilişi, ahiretin varlığını) anlatan, ispat eden konferanslar vermişti. Çok güzel ve harika bir örnekle başlayan bu konuşması, daha sonra "Ölüler Diriliyor" adıyla da bir broşür şeklinde yayımlanmıştı. 1977 sonlarına doğru Trabzon'a geldiğimizde, Trabzon'da bu konuşmasının izlerine şahit olmuştuk. Hatta hâlâ konuşuluyor ve Trabzon'da çok geniş katılımlı bu toplantının, hizmete medar olduğu anlatılıyordu.

Böyle bir giriş yapmama, birkaç hafta önce Trabzon'a gelen çok değerli bir rektör hoca arkadaşımızın, âcizane bizim evde yaptığı ders vesile oldu. Trabzon mezunu bu değerli hocamız, Birinci Mektup'ta, İkinci Sualde geçen "Mevt (ölüm) dahi hayat gibi mahluktur. Hem bir nimettir. Halbuki zahiren ölüm, inhilaldir, (dağılma, çürüme) idamdır, (yokluktur) ...ve hayatın sönmesidir. Nasıl mahluk ve nimet olabilir?" sualini okudu. Yine alanında uzman, diğer hocalarımızın da olduğu topluluğa, bu sualin başında geçen, Mülk Suresinin İkinci Âyetinde "Niçin, ölümün önce nimet ciheti değil de mahlûkiyet ciheti öne alınmış?" diye sordu. Ve devam etti.

Çünkü vücudumuzda ölümler olmazsa, biz mevcut hayatımızı sürdüremeyiz. Vücudumuzdaki bu ölümler sayesinde yaşıyoruz. Bir nevi varlığımız ve hareketlerimizi bu ölümlere borçluyuz. Ölen hücreler, çeşitli şekillerde dışarı atılıyor ve onların yerine, yenileri geliyor. Bu ölüm ve devamında kalım hâli, durmadan devam ediyor. Yani biz varlığımızın devamını, bu ölümlere borçluyuz.

Gerçekten ölümler, nice vücutların hem başlangıcı hem de bu vücutların devamının sebebi. Böyle ölümler mahluk olmaz mı, nimet olmaz mı?

Üstad, aynı sualin devamında ise, ölümün bu mahlukiyet cihetini, çürüyen ve böylece ölüveren çekirdeğin, sümbülün hayatını netice vermesiyle izah ettikten sonra; harika bir örnekle devam ediyor. "Zihayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına medar (sebep) olduğundan, 'O mevt (bitkilerin, hayvanî gıdaların insan midesinde ölümü) onların hayatından ziyade (bitki ve hayvanların varlığından daha fazla) muntazam ve mahluktur' denilir" diyor. Yani çekirdeğin ölümü, başka bir hayatın başlangıcı oluyor. O zaman o ölüm, yeni çıkan hayattan daha harika, sanatlı ve muntazamdır. Yani tesadüfî, öylesine bir bozulma ve çürüme değil. Bunu nereden anlıyoruz? Çürüyen çekirdeğin üzerinde uzanan sümbül, ağaç ve meyve neticelerinden anlıyoruz.

Yeri gelmişken, "Bizde düşünce adamı pek çıkmamış" diyenlere de bir iki söz etmek istiyorum. Kur'an gibi sonsuz bir hazineden, sonsuz bir ilim, geniş bir tefekkür ve ihatalı bir bakış hazinesinden istifade ile ortaya konulan bu ve benzeri izahları, ispatları bir Batılı yapsaydı, herhalde ebedi Nobel adayı yapılırdı. Halbuki Risale-i Nur'da dünyadan tut ahirete, hayattan tut ölüme, hastalıktan tut musibetlere, fertten tut devlete, ahlaktan tut anarşiye, gençlikten tut ihtiyarlığa kadar yüzlerce biricik, elle tutulur izah ve tespitler var. Maalesef bizler de yeterince gündeme getiremiyoruz.

Zaman zaman yapılan uluslararası toplantı ve ziyaretler, bu açıdan çok önemli. Pakistanlı bir profesörün 16. Söz'ün sadece sual kısmı için kendinden geçmesi, yüzlerce örnekten bir örnek. Mekkeli bir başka profesör Abdürezzak Bey'in bizzat bu fakire söylediği "İslam'ın ve imanın hakikatini Risale-i Nur'dan öğrendim" ifadesi ise, unutulmayacak başka bir misal. Üstadın ölümünden sonra, bunca yıl geçti ama bu konuda çuvaldızı biraz kendinize batırmamız gerekiyor. Hâlâ bazı sis perdeleri tam aralanmış değil. Bazıları menfi propagandanın tesirinde devam ediyor. Bunlar önemli. Yıkmak kolay olduğundan, biraz daha çalışılması gerekiyor. Mütekabil kuvvetler denk değil ayrıca.

Mevzuya giriş cümlesine gelirsek... Ölüler diriliyor mu, diye bir yolculuk yapalım. Hekimoğlu İsmail'in farazasını dillendirelim, nasıl doğa doğa geldiğimizi görmeye, anlamaya çalışalım.

Bir çiftlikte veya ıssız bir adada, yeni evli bir karı koca düşünün. Onlara şöyle bir teklif yapılıyor. Siz çocuğunuz oluncaya kadar, yalnız ekmek yiyip su içeceksiniz. Diğer eğlencelerinizde serbestsiniz. Onlar da bu teklifi kabul ediyorlar. Yeni evli bu karı koca, faraza sadece ekmek ve su ile yaşıyorlar. Günler, aylar geçiyor. Bu müddet içinde, onların durumuna bakıyoruz. Ve görüyoruz ki onların tırnakları uzamış. Demek ki ölü ekmek zerreleri tırnak haline gelmiş. Keza saçları uzamış. Demek, saç haline de gelmiş. Yine ekmekten kan olmuş, göze, ciğere, beyne vesaire yerlere gitmiş. Daha doğrusu karı kocanın hayatları ekmek sayesinde devam ediyor. Şu halde daha toprakken ölen zerreler, buğday halinde dirilmiş; buğday ise, defalarca ölmüş ve insan vücuduna girince, gerekli görevleri üstlenerek, yeniden dirilmişler. Daha sonra bir de ne görelim. O karı kocanın nur topu gibi bir de çocukları olmuş. Demek aynı ölü buğdayın zerreleri, cinsî bir hormon haline gelmiş ve çocuk ilk defa siperma hücresi halinde babanın kemikleri arasında teşekkül etmiş. Sonra tedricen et parçası, derken insan olarak kemâle ermiş.

Demek Cenab-ı Hak, o ölü buğdaylardan (daha öncesi topraktan, elementlerden) canlı, duygularla mücehhez, hissiyatlarla dopdolu bir insan yaratıyor. Yani insan bir durumda ölmüş, diğerinde doğmuş. Böyle doğa öle, doğa öle son halini almış. Yani insan ölülerin dirilmesi, başka bir ifade ile, doğumların peş peşe gelmesi sayesinde son şeklini almış. O zaman insanın bu hale gelmesi yolundaki tüm ölümler, birer nimet olmaz mı? Çünkü kemâliyle böyle bir insanı netice veren bütün ölümler, hem mahlûktur hem de nimettir.

Peki, basit elementlerden başlayan ve sürekli mükemmele giderek, insanda son bulan böyle bir yolculuk tekrar toprakla biter mi? Bir kitabın bu kadar sayfasını yazan, diğer sayfaları yazamaz mı? Bu yolculuk, toprakta bitecekse, niçin başlasın ki? Gerçekten insan bedeni, bir haşir meydanı gibi. Ruhu bir kenara bırakalım. Başta hidrojen, oksijen karbon, azot olmak üzere, yüze yakın elementin terkibi. Her an değişiyor. Yolculuklar yapılıyor. Zerreler, her an bir âlemde ölüp diğerinde diriliyor. Ve yeni girdiği her âlem, bir evvelkinden daha mükemmel. Yani evvelkine göre bir nevi ahiret. Âyetin de ifadesiyle Cenab-ı Hak, her an ölüden diri, diriden ölü çıkarıyor. Peki mükemmel insanı toprağa atıp da onu bir ahirete götürmez mi? Elbette götürür ve götürecek.

Öyleyse, "Zihayat cisimler o seyyah zerrelere (atomlara) güya bir mektep (o cisimde talim ve terbiye görüyor), birer kışla (girdiği uzuvda görevini yapıyor), birer misafirhane-i terbiye (biraz sonra gideceği âleme göre hazırlanıyor) hükmündedir." Böyle bir âlemde doğan ve vazifesini mükemmelce yapan atom zerresi, diğer bir âlemde görev yapacağı uzuva gidince, yine vazifesini aksatmadan yapıyor.

Bu da o zerrelerin kendileri için çizilen hassas bir kader çizgisinin hudutları içinde, yine hassas ilmî bir nizam ve kudret dairesinde hareket ettiklerini gösteriyor. Yoksa kör, sağır, ilimsiz, şuursuz atom zerrelerine her şeyi bilen ve gören bir göz ve ilim vermek icap ediyor ki bunu kabul etmek için, insan olmaktan istifa etmeyi göze almak lazım.

Uzun, karışık, şaşırtıcı yollardan bir yerde ölüp diğerinde doğarak gelip mesela gözümüze yerleşiyor. Bu neyi gösterir? Ya bu zerreler, gideceği adresi ve adrese ulaşacağı yolları biliyor; ya da bir bilenin emir ve iradesiyle kolayca hedefine ulaşıyor. Aklımız, ilmimiz ve elimizde adres bilgileri varken, bir şehirde adres bulmada şaşırdığımızı düşünürsek, zerrelerin hiç şaşırmadan hareketlerinin, mutlaka onları şaşırtmadan sevk eden birinin olduğunu göstermez mi?

Bir hayretimizi de bu kadar garip doğumları, yolculuk ve yaratılışları gördükten, hatta bizzat geçirdikten sonra, ölüp de tekrar toprağa dağılan zerrelerimizi Cenab-ı Hak nasıl bir daha toplayıp bizi diriltecek, deyip inkâr edenlere gönderelim. Gerçekten hayret mi hayret! İnsanın bunları gördükten, yaşadıktan sonra tekrar dirilmeyi inkâr etmesi için, aptal bir hayvan veya ahmak bir yobaz olması gerekir.

Evet dostlar, demek mesele, imtihan gereği gözümüzün önüne konulan ince, basit, tül bir perdeyi yırtmak veya perdenin arkasına dikkatle bakmak. Yani işin sırrı, dikkatle bakmakta saklı. "Nazar-ı sathi (üstünkörü bakış) zulümatlıdır" diyor ya üstad. Aynen öyle. Senin binlerce hikmet gördüğün aynı yerde adam, abesiyet nutku atıyor. Yani önü karanlık. Bu da ince bir sır elbette.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum