Dağlara güven olmaz!

Kim bilir ne çok şey söylenmiştir hayata dair. Öyle ya, zaten vücut bulmuş her bir hayat da hayatın ayrı bir tarifi değil midir?.

Ama şu sıralar hayatın tarifinden çok, hayatla ilgili garip bir yanılgımız dolaşıyor zihnimde. Ve o dönüp dolaştıkça, aslında bu yanılgının hayata daha iyi tutunmamız için bahşedilmiş bir imkan olduğunu da kavrıyorum biraz daha. Neden mi bahsediyorum, hani şu, yaşadığımız her hayat döneminde o dönemi kalıcı zannettiren, veya ulaştığımız her bir demde "dem bu demdir!" diye beliren yanılgımızı düşünüyorum kısaca..

Evet diyorum devamında, insan yaşadığı her şarta, her çevreye zamanla alışabiliyor tamam ama; hakikatte hayatın sadece birer kesitini oluşturan o dönemleri ve şartlarını hayatın kendisiymiş sanmam nedendir acaba?

Oysa biliyorum ki, hayatımız dönem dönem. Üstelik o dönemlerin her biri de içinde farklı yaşanmışlıklar, farklı koşullar ve farklı haller ile var edilerek farklılaşmış bir alem.. Fakat, bu hayatın yine kendisi, o farklılıklara rağmen her devirde aynı kalan şeyler olduğunu da öğretebiliyor bazen insana.

Tıpkı o yanılgımız (veya imkanımız) gibi!.. Sahi, bu gaflet, yaşanılan dönemi ve şartlarını insana nasıl da “asıl” zannettiriyor, yaşadığımız dönemin kendinden öncekilerle aynı olan "geçiciliğini"  ne de kolay unutturabiliyor öyle?..

Tabiri yerindeyse, ulaştığımız her bir handa bize yolcuyu da, hancıyı da, hanı da hayatımızın kalıcı şartları zannettiriyor adeta..

Örneğin, çocukluğum geliyor aklıma. Birbirlerini durmaksızın takip eden o uzuun okul zamanları ve bana onlardan da uzun gelen yaz tatilleri, benim için "hayatın değişmezleri" olarak nasıl da yer edinmişler içimde. Akşamüstlerinin o ani elektrik kesintileri ya da sabahları "ekmek almaya kim gidecek?" sorusu, en korkulu rüyalarım halindeler.. Hele bir pazar günü rutini olarak banyo sırası kâbusu da yok mu, hayatın en büyük ve devamlı stresleri işte bunlarmış gibi geliyor bana. Daha da önemlisi büyüklerim, ailem her zaman yakınımda olacaklar; sokağım, mahallem, şehrim ulu dağlar gibi hep etrafımda duracaklar sanıyorum.

Bu devran hep böyle döndü/dönecek, ‘hayat hep bu çerçevede yaşanan bir şeymiş demek’, diye düşünüyorum.

Sonra gençlik sancıları, hayatı çok daha farklı gözlerle resmeden sorgulamalar başlıyor zihnimi kaplamaya. "Nasıl da çocukça düşünüyormuşum öyle?.." diyorum düne dair, hesaba alınma mücadelesi veriyorum sabah akşam. Üstelik bu mücadeleyi veya kendini ispat etmek-takdir görmek gibi 'başarıları' ise, hayatın ana kurallarına dair çözdüğüm mihenk noktaları sanıyorum şimdi. Ya bir de yaşını başını almış insanların filmlerde, şarkılarda, gazetelerde hep aynı temalarla uğraşıyor olmalarına bakınca; gençlik zamanlarının o 'illa olmalısı' duygularını hayatın en önemli bir yanı diye belliyorum.

“Tamam, artık oldum, işte şimdi varım” diyorum, hayat dedikleri şey asıl bunlardır sanıyorum.

Kısacası, her bir hayat kesitimde, yaşadığım şartları ilelebet devam edeceklermiş gibi kafaya takıp duruyorum. Her dönemin de zamanla biteceğini bilsem bile, bir an geliyor sanki doğdum doğalı öğrenciymişim gibi, bir başka gün hep çalışıyordum gibi, bir başkasında ise sanki hep ‘aynı bendim’ gibi geliyor bana mesela..

Ama heyhat, hakikat hiç de öyle gözükmüyor meğerse!

Yaşanan her dönem, her alem veya her bir şart; istisnasız değişip duruyor vadesini hiç şaşmadan. Ne anne-baba kanadı altındaki günlerimin, ne okuduğum okulların, ne de yaşadığım şehirlerin damga vurduğu dönemler kalıyorlar geriye.. Kendileri kalmadıkları gibi, o dönemlerin hissiyatı da, çevresi ve şartları veya ‘öncelikli dertleri’ de geçip gidiyorlar maziye!

Tıpkı gençlik, yetişkinlik, iş hayatı vb. dönemlerimde hüküm sürmüş kimi dertlerim, sevinçlerim ya da zorunluluklarım gibi.. Hepsi geçip gidiyor birer birer!.

Fakat o gaflet bırakmıyor peşimi yine de. Ulaştığım her yeni çevreyi ve şartı, bir süre sonra kalıcı sanmaya başlıyorum ben tekrardan. Ne etrafımda bir bir eksilen büyüklerim, ne bir devre rengini vererek hayatımdan çıkan insanlar, ne de hayatlarından çıkmış olduklarım mani olamıyorlar bu yanlışıma. ‘Her şeyin akıp gidici’ olması anlatamıyor bir türlü “şu hayatta değişip-son bulmayacak hiç bir ortamın, hiç bir şartın ya da çevrenin olamayacağı” gerçeğini bana..

"Bir tebeddülât olacak; acip işler çıkacak."

Çevremde, hayatımda, simamda, şuurumda; kısacası her alemimde her bir şey sürekli değişse de, iç sesimin sahibi, içimdeki o ben, kendini o ‘her dem yerinde duran dağlar’ misali mukim sanıyor içten içe. Görüp geçirdiği her bir dönemin bile bir başlangıcı ve sonu olduğunu hakkıyla idrak edemediğinden, o dönemlerin cemi olan hayatının bir gün son bulacağını kabule de yanaş(a)mıyor!.

Ne de olsa “dağlar” var kendisine umut olan! Zira dağların hep şahit olduğu ‘azamet ve sabitlikleri’, “şu memleketin muvakkat ve temelsiz bir misafirhane” olarak “bir gün tebdil edileceği” hakikatine itiraz etmesini de sağlıyor aklı sıra. Tıpkı ulaştığı her hayat dönemini kalıcı sanması gibi, dağlara bakan nefis, o ihtişamı yerinden oynatacak bir kudreti de aklına bir türlü sığdıramıyor.

Onların o heybetli devamlarından aklınca kendisine bir dal buluyor. Ve işte bazen tam da bu gafletle “tevehhüm-ü ebediyete” kapılıyor..

Demem o ki, insan hayatındaki dönemlerin ve koşulların geçici olduklarını sık sık unutabiliyor; bu unutkanlık yüzünden de yaşadığı dönemi kalıcı addedebiliyor. Ve işte bazen tam da buradan, dağların o azametli ve ‘hep aynı’ görüntülerinden bir kıyas yapmak suretiyle kendi ölümünü uzak (hatta hayli uzak) görme gafletine düşebiliyor. Hem de ne o hayat dönemlerinin, ne de hayatın kendisinin asla sabit ve kalıcı olmadıkları meydandayken! Dahası, -tarihin her devrinde- insanın kendi firavunluğuna dayanak bulabildiğini öğrendiğimiz o azametli dağların “zevalden kurtulamayacakları”, ondan çok daha kat’i bir şekilde meydandayken!.

Çünkü Furkan-ı Hakîm, tam da Kudret-i Ezelî’ye nispeten dağların “hiçliğini” nazara vermekle, nefsimizin tutunduğu o dalın ne derece çürük olduğunu bize şöylece haber veriyor:

“Sana dağlar hakkında sorarlar. De ki, Rabbim onları ufalayıp savuracak.” (Taha S.20/105.)

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.