Ahmet Nebil SOYER

Ahmet Nebil SOYER

Kelimeler ve Bediüzzaman

Osmanlının yıkılmasından sonra yıkılmaların sonu gelmedi, bizi İslam dünyası ile bağlayan ve binyıldır ortak kültürün temel taşlarından olan Arapça ve Farsça kovuldu. Aslında biz İslam dünyasından ve ortak kültürden kovulduk. Koca bir evrensel kültürden dışlandık. Daha sonra yetmedi dilin yani Namık Kemal’in dediği “bahri bikeran-ı Lisanı Osmani“ bilinçli olarak tahrib edildi. Güneş dil teorisi ile milletin güneşi yıkıldı. Lenin “milleti tahrib etmek için dili ve dini tahrib etmek gerekir“ demiş. Shakespeare 16 bin kelime kullanırken, İngiliz halkı üçyüz kelime ile konuşuyormuş.

Bediüzzaman hem dini hem de dili kurtarmış. Dilden ayrılan binlerce kelimeyi eserlerinde kullanmış. Fakat gariptir talebelerinin dil ve kelime kültürü yok. Kırk yıldır okuduğu metinlerdeki kelimelerin anlamından haberi yok. Ben Isparta’da bunu acı acı gördüm. İnsanları eserlerin kelimeleri üzerinde düşündürmemek, “oku oku anlarsın” yaftası ile okuyan, anlamayan, düşünmeyen ciddi bir sınıf oluştu.

Geçen gün hepsi üniversite hocası, görmüş, geçirmiş adamların olduğu bir ortamda tekellüf kelimesi geçti. En az yirmi kişi kelimenin anlamını bir türlü çıkaramadı. Ben sonunda dayanamadım dedim “konuşmayacaktım ama kelimenin hukukunu korumak adına, tekellüfün manasını değil Bediüzzaman’ın bir kullanımını” söyledim. İmam-ı Rabbani’ye “Üstadım o senin söylediğin bunun tekellüfü tevili” bunun üzerine kelime kurtuldu.

Garibime giden şey, ders yapan kimselerin bir hazırlığı yok, eline ne geçirse bir iki sahife okuyup, sonra sonsöz ile bağlamak. Ne konuşma, ne tartışma, ne başka şeyler yok. Heyecansız, tatsız sırf yaptık oldu felsefesiyle ders okumak. Bu böyle olmaz. Bediüzzaman‘ın eserleri bu ülkenin farklı eğitimlerden oluşan tabakalarına bu şekilde gitmez. Kimsenin Bediüzzaman diye bir derdi yok. Onun üzerine biteviye çalışan yeni anlamlar ve bakış açıları üretmeye çalışan insanlar yok. Bediüzzaman “kalpleri ve akılları Risale-i Nur’a musahhar yap” diyor. Bu derslerle nasıl kalpler ve akıllar musahhar olacak? Tasavvuf meşrep bir şey oldu, ne aklı, ne merakı, ne de kalbi harekete geçirmeyen dersler. Kırkıncı Hoca’nın her dersi şölen gibiydi, nice insanlar o derslerin oluşturduğu iklimden yörüngelerini değiştirdiler. Şimdi derslerde yeni kimse göremezsin, yıllarca git gel aynı insanlar, dinleyip etkilenip halkaya katılan var mı?

Geçen Ayet’ül Kübra’nın ilk bölümünü iki saat yürüyerek okudum, bu eser kainattaki nesneleri, olayları, İslamın mukaddes iklimlerini, şahıslarını konuşturan dialog, muhavere üzerine kurulmuş bir eser. Bediüzzaman eserlerinde farklı anlatım paktları kullanıyor ama ağırlıklı olarak kurmaca ve anlatım, yani olayları hikayeleştiriyor. Sonra onları açıyor veya iki kişiyi konuşturup meseleyi dialogla tıpkı Kur’an gibi açıyor ve genişletiyor.

Haşir ve Ayet’ül Kübra tam dialoglar üzerine kurulmuş. Üstelik nesneleri konuşturuyor. Etrafımızda bize hizmet eden herşey roman şahısları gibi rolünü anlatıyor ve tevhid tiyatrosuna katılıyor. Kainat bu büyük tiyatronun ve sinemanın mekanı. Bediüzzaman seyyah ve seyyar bir dramaturg ve rejisör ama okumayan, eserleri nereye koymak gerektiğini ve kimlere anlatmak gerektiğini bilmeyen insanların elinde bu harika eserler okuduğu, okunduğu yerde kalıyor.

Risale-i Nur nasıl okunmalı ve nasıl anlatılmalı? Bunun bir eğitimi verilmeli, yoksa kelimeleri doğru telaffuz edemeyen, toplumda yer edinmemiş, kapağı bu işe atmış insanların elinde o metinler adeta katlediliyor. Namık Kemal’in vatan makalesi ve A. Hamid’in Makber mukaddimesi… Kelimelerin manalarını bilmeden anlatılmaz. Ene risalesi için Bediüzzaman “en dindar filozof bile bunu on iki saatte yazamaz” diyor. Kendisi yazmış filozof mu? Muammayı müşkülküşa, tılsım-ı hayret feza felsefe tarihinin, kainatın anlamını anlamada tıkandığını anlatan iki cümle. Felsefe tarihini bilmeyen bir adam bu iki mana kalıbını anlatamaz. Ene penceresinden felsefe tarihini özetlemek bu bir ihtilal ama tapa tabancası kadar ses getirmiyor, çünkü eserin macerasından kimsenin haberi yok. Derse hazırlanmadan ders yapan dünya kadar adam ne garip değil mi?

Şu Ayet’ül Kübra’yı Cumhurbaşkanının, milli eğitim bakanının, diyanet başkanının önüne koyup “bunu bir oku bak bu nesil nasıl bununla itikadını korur” demek lazım. Yok, gidip anlatan yok. İş istemeye, menfaate, köşe kapmaya giden adam çok. Menderes’ten bugüne yetmiş yıl geçti o da Risale-i Nur’a açılım sağlamadı, gitti. Kanaat şu ki eğer yapsaydı idam edilmezdi. Şimdi memleket felaket tiyatrosuna dönüştü, nedeni ne? Dua mı yok beddua mı çok? Gökyüzü gergin, yeryüzü gergin, ne rahmet düşer ne rahmet çıkar. ”Yerler sağır gökler sağır işin yoksa durma bağır.”

Ayet’ül Kübra’nın birinci basamağında tam yirmi beş tane derinliğine nüfuz edilmesi gereken kelime var. Manalar bu kelimelerin derinliklerinde yatıyor, halbuki bu basamak beş altı dakikada okunuyor.

Hayretle bakıp, zevk ile mütalaa etmek, sahife-i tevhid, memleket, misafirhane, keremkarane bir ziyafetgah, gayet sanatkarane bir teşhirgah, gayet haşmetkarane bir ordugah ve talimgah, gayet hayretkarane ve şevk engizane bir seyrangah ve temaşagah ve gayet manidarane ve hikmetperverane bir mütalaagah, kitabı kebirin müellifi...

Hem kelimeler hem de imajlar yani güzel kurgulanmış kelimeler var. Göklerin nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü.

Herkesin en çok hayretle bakıp
Zevk ile mütalaa ettiği
En parlak sahife-i tevhid olan semavatı
Top güllesinden yetmiş derece süratli
Yüzbinler ecram-ı semaviyeyi
Fevkalhad çabuk, hiçbir gürültü ve ihtilal çıkartmadan…

İmajlar ve kelimeler bir sanat felsefesine göre dizilmiş, kuru ve cansız kelime grupları değil.

Sikke-i fıtrat, mütecaviz kuvvetler…

Birinci basamakta astronominin gökyüzü hakkındaki bilgilerini ne kadar farklı bir anlatımla popülarize etmesi herkesin anlayacağı bir şey değil. İlimin kuru anlatımlarını nasıl hem ilmi hem canlı ve heyecanlı biçimde anlatır.

Haşmetli manevra, sinema levhaları gibi, seyirci mahlukatına gösteren, tezahürü rububiyet, teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavzif, azameti ihatatı, vücub-ı vücud, vahdet, bilmüşahade...

Bu kelimelerin içine girmeden mana derinliklerini göstermeden alelacele okumak.

Biri ile iktifa ettik, birinci bölümün on dokuz basamağı var. Bir insan bunları tadarak okusa yarım gününü alır ama onların dünyasına girer onunla gaşyolur.

Kelimelerden, imajlardan, cümlelerden ve hakikati anlatım tarzından istifade edilerek okunsa dışarıya yansır. Öyle değil mi?

Garip bir tarafı da konuya en uygun kelimeleri seçip yerine koymak, bu zor bir sanattır. Kelime bilgisi ve duruma uygun kelime seçimi, görüntüyü en iyi şekilde anlatmak bütün bunlar büyük bir sanatçı ile karşı karşıya olduğumuzu gösterir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
14 Yorum