Cezâ olarak hayat boyunca, ‘Aman, birbirimize dokunmak yok’ diyecek olman vardır!

Cezâ olarak hayat boyunca, ‘Aman, birbirimize dokunmak yok’ diyecek olman vardır!

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Tâ-Hâ 92-98. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

92,93 . (Mûsâ dönünce:) “Ey Hârûn! Onları dalâlete düşmüş gördüğün zaman, seni benim yolumda gitmekten ne alıkoydu? Yoksa benim emrime karşı mı geldin?” dedi.

94 . (Hârûn:) “Ey anamın oğlu! Sakalımı, başımı tutma! Doğrusu ben (onlara şiddet gösterseydim): ‘İsrâiloğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü tutmadın!’ diyeceğinden korktum!” dedi.

95 . (Mûsâ, Sâmirî’ye döndü:) “Ya senin maksadın (zorun) neydi, ey Sâmirî?” dedi.

96 . (Sâmirî:) “(Ben, onların) görmedikleri şeyi gördüm ve (sana gelen) o elçinin (Cebrâîl’in atının) izinden bir avuç (toprak) avuçlayıverdim de onu (eritilmiş ziynet eşyâlarının içine) attım; böylece bunu nefsim bana hoş gösterdi” dedi.

97 . (Mûsâ:) “(Haydi) git! Artık muhakkak ki sana, (cezâ olarak) hayat boyunca, ‘(Aman, birbirimize) dokunmak yok!’ diyecek olman vardır! (*) Ve elbette sana va‘d edilen bir (cezâ) yer(i olan Cehennem) de var ki, ondan (o tehdidden) aslâ döndürülmeyeceksin! Şimdi, ona tapan bir kimse olup durduğun ilâhına bak; elbette (biz) onu cayır cayır yakacağız; sonra da onu kül edip muhakkak denize savuracağız” dedi.

98 . Sizin İlâhınız, ancak kendisinden başka ilâh olmayan Allah’dır. (O) herşeyi ilmen kuşatmıştır.(**)

(*) Sâmirî, bu bedduâya uğradıktan sonra ağır bir bulaşıcı hastalığa yakalanmış ve sürekli insanlardan kaçmış ve kendisine dokunduklarında çok acı çektiğinden, biri yaklaşmak istediğinde âyette zikredildiği gibi hemen: لَا مِساَسَ yani “(Aman, birbirimize) dokunmak yok!” demiştir. (Nesefî, c. 3, 99)

(**) “Bütün masnûâtta (Allah’ın bütün san‘at eserlerinde) cüz’î, küllî (küçük, büyük) bir sûrette seyyârâttan (gezegenlerden) tâ kandaki küreyvât-ı hamrâ ve beyzâya (al ve akyuvarlara) kadar herşeyde gāyet düzgün bir ölçü, mütenâsib bir mîzan (dengeli bir ölçü) bulunması, bedâhetle (açıkça) muhît (kuşatıcı) bir ilme delâlet ve kat‘î şehâdet eder. Evet, görüyoruz ki: Meselâ bir sineğin, bir insanın a‘zâları ve cihâzâtı, hattâ cesedinin hüceyrâtı (hücrecikleri) ve kanındaki kırmızı ve beyaz kürecikleri o derece hassas bir mîzan ve ince bir ölçü ile yerleştirilmiş ve o derece birbirine münâsib ve uygun ve o derece cesedin sâir (diğer) a‘zâlarında öyle muntazam bir tenâsüb (uygunluk) var ki, nihâyetsiz bir ilme mâlik (sâhib) olmayan, o vaziyetionlara vermesi hiçbir cihette imkânı yoktur.” (Şuâ‘lar, 15. Şuâ‘, 601)