Cenâb-ı Haktan başkasına hakikî minnettar olmak rububiyetin azametine dokunur

Cenâb-ı Haktan başkasına hakikî minnettar olmak rububiyetin azametine dokunur

Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim

İkinci Şuâ

İkinci Makam

Amma, kibriya ve azamet ve celâlin vahdete şehadetleri ise, o dahi Risale-i Nur’da parlak burhanlarıyla beyan edilmiş. Burada gayet muhtasar bir meâline işaret edilecek.

Meselâ, nasıl ki, güneşin azamet-i nuru ve kibriya-yı ziyası, perdesiz ve yakınında bulunan başka zayıf nurlara hiçbir cihetle ihtiyaç bırakmadığı ve tesir vermediği gibi, öyle de, kudret-i İlâhiyenin azamet ve kibriyası dahi, ayrı hiçbir kuvvete, hiçbir kudrete ihtiyaç bırakmadığı gibi, onlara hiçbir icadı, hiçbir hakikî tesiri vermez.

Ve bilhassa kâinattaki bütün makàsıd-ı Rabbaniyenin temerküz ettiği yeri ve medarları olan zîhayat ve zîşuurları başkalara havalesi kàbil değil. Hem hilkat-ı insaniyenin ve hadsiz enva-ı nimetin icadındaki gayelerin tezahür ettiği yerleri, menşeleri olan zîhayatların cüz’iyatındaki ahval ve semeratı ve neticeleri başka ellere havalenin hiçbir cihet-i imkânı yoktur.

Meselâ, bir zîhayat, cüz’î bir şifası veya bir rızkı veya bir hidayeti için Cenâb-ı Haktan başkasına hakikî minnettar olmak ve başkasına perestişkârâne medih ve senâ etmek, rububiyetin azametine dokunur ve ulûhiyetin kibriyasına ilişir ve mâbudiyet-i mutlakanın haysiyetine dokundurur, celâlini müteessir eder.

Amma kemâlin sırr-ı vahdete işareti ise, yine Risale-i Nur’da çok parlak burhanlarıyla beyan edilmiştir. Gayet muhtasar bir meâli şudur ki:

Semâvât ve arzın hilkatı, bilbedahe gayet kemâlde bir kudret-i mutlakayı ister. Belki, her bir zîhayatın acaip cihazatı dahi kemâl-i mutlakta bir kudreti iktiza eder. Ve aczden münezzeh ve kayıttan müberrâ bir kudret-i mutlakadaki kemâl ise, elbette vahdeti istilzam eder.

Yoksa, kemâline nakîse ve ıtlakına kayıt konmak ve nihayetsizliğine nihayet vermek ve en kavî bir kudreti en zayıf bir acze sukut ettirmek ve nihayetsiz bir kudrete, nihayetsiz olduğu bir vakitte, bir mütenâhi ile nihayet vermek lâzım gelecek. Bu ise, beş vech ile muhâl içinde muhâldır.

Amma, ıtlak ve ihâta ve nihayetsizliğin vahdete şehadetleri ise, o dahi Siracü’n-Nur risalelerinde tafsilen zikredilmiş. Bir muhtasar meâli şudur:

Madem, kâinattaki ef’âlin herbiri, kendi eserinin etrafa istilâkârâne yayılmasıyla herbir fiilin ihatasını ve ıtlakını ve hadsiz bulunduğunu ve kayıtsızlığını gösterir.

Ve madem, iştirak ve şirk ise, o ihatayı inhisar altına ve o ıtlakı kayıt altına ve o hadsizliği had altına alıp ıtlakın hakikatını ve ihâtanın mahiyetini bozuyor. Elbette mutlak ve muhit olan o ef’alde iştirak muhâldir, imkânı yoktur.

Evet, ıtlakın mahiyeti iştirake zıttır. Çünkü, ıtlakın mânâsı, hattâ mütenahi ve maddî ve mahdut birşeyde dahi olsa, yine istilâkârâne ve istiklâldârâne etrafa, her yere yayılır, intişar eder.

Meselâ, hava ve ziya ve nur ve hararet, hatta su, ıtlaka mazhar olsalar, her tarafa yayılırlar.

Madem ıtlak ciheti, cüz’îde dahi olsa, maddîleri, mahdutları böyle müstevli yapıyor. Elbette küllî bir ıtlak-ı hakiki, böyle hem nihayetsiz, hem maddeden münezzeh, hem hudutsuz, hem kusurdan müberrâ olan sıfatlara öyle bir istilâ ve ihata verir ki, şirk ve iştirakın hiçbir cihet-i imkânı ve ihtimali olamaz.

Elhasıl, kâinatta görünen binlerle ef’âl-i umumiyenin ve cilveleri görünen yüzer esmâ-i İlâhiyenin herbirinin hem hâkimiyeti, hem kibriyası, hem kemâli, hem ihatası, hem ıtlakı, hem nihayetsizliği vahdetin ve tevhidin gayet kuvvetli birer burhanıdırlar.

Bediüzzaman Said Nursi
Şualar