Cemaatler gerçek fikir hürriyetini uygulamalı

Cemaatler gerçek fikir hürriyetini uygulamalı

Doç. Dr. Ahmet Yıldız “Demokratik Açılım”da cemaatlere düşen görevlere dikkat çekti

 
Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber
 
I. BÖLÜM İÇİN TIKLAYINIZ
 
II. BÖLÜM:
 
Medreset-üz Zehra, Bediüzzaman hazretleri buna daha sonra İslam Üniversitesi de diyor. Öyle bir İsim de koyuyor. Günümüzde bazı üniversitelerin bünyesinde İlahiyat fakülteleri var. Bugünkü üniversiteler Bediüzzaman Said Nursi’nin istediği modelde bir üniversiteyi karşılıyor mu sizce? Bediüzzaman nasıl bir üniversite önerdi?
 
Bugünkü üniversiteler toplumdan çok kopuk. Toplum problemlerine çözüm bulmak üretmek konusunda çok yetersizler. Bu aslında önemli bir konu… Şimdi Bediüzzaman l907’de İstanbul’a geliyor. Ve temel geliş sebebi bu üniversitenin kurulmasını sağlamak. Buna destek alabilmek ve devletin, “cehalet, zaruret ve ihtilaf” problemlerine dayalı temel alanlarını Sultana arzederek ona bu meseledeki çözüm yaklaşımını da sunarak bu konuya dikkatini çekmek ve bunu gerçekleştirecek finansmanı da alarak şarka dönmekti.
 
Sultan Abdülhamit, çok büyük bir eğitim reformistidir. Bu eğitim reformunu nasıl gerçekleştirmiştir? Türkiye’deki tekkeler, mektepler ve medreseler ayakları üzerinden yürüyen üç ayrı kimlik doğuran, üç ayrı kimlik taşıyıcısı olan eğitim kanallarını teke indirmiştir. Ve bunu da mektepler üzerinden yürütmüş, ittihadı İslam politikasını her ne kadar tekke zaviye ağı üzerinden, yani tarikatlar yoluyla yürütse de esas itibariyle yeni tarz eğitime ağırlık veren ve bunun için çok büyük bir okullaşmayı gerçekleştiren birisidir.
 
Ama bu okullaşmada hedeflenen amaç neydi net ortaya çıktı. Materyalizmle tanışan, inançlarını kaybeden seküler milliyetçi bir kuşak yetişti. Oysa Bediüzzaman’ın önerdiği şey de tam budur. Tekkenin, medresenin ve mektebin ayrı ayrı anlayışlarını bir biriyle haberdar kılacak, anlayacak ve aslında bunun hakikatinin iç yüzünü oluşturduğu üç tane yüzünü ortaya koyacak bir yeni büyük paradigma. Bu bir tarih, toplum ve tabiat paradigması.
 
Bu paradigmanın temel oluşturduğu bir eğitim anlayışı sunuyor Bediüzzaman. Bu paradigmaya göre, dini bilimler, modern bilimler -her ne ise- Esma-i Hüsnaya dayalı bir tevhit bakışıyla bir değerlendirmeye tabi tutulacak ve onlar da Allah’ın isimlerinin şerhleri açıklamaları olarak görülecek. Bunu medreseli yapacak, bunu mektepli yapacak. Tekkede olan da fıkhı bilecek, modern bilimleri de bilecek, medreseyi bilecek. Dolayısıyla üçünü de birleştiren, tasavvufu da, modern bilimleri de geleneksel İslami ilimleri de Esma-i Hüsna paradigması etrafında bir araya getiren, bunu tarihe, topluma ve tabiata taşıyan büyük bir proje bu.
 
Bu projeyi illa maddi bir proje olarak düşünmek gerekmiyor. O zaman böyle bir paradigma olduğunda, Hoca Tahsin Efendiye havanın  olmadığı, oksijeni olmadığı bir ortamda camdan yaşayamayacağını gösteren bir fanus deneyi yaptığı için “gavur” diyen anlayışı da dini, tarihe malolmuş ve artık yaşaması mümkün olmayan, akla zıt kurum olarak değerlendiren anlayış da ortadan kalkacak ve modern bilimlerle halleşmekte, onlarla yüzleşmekte onları dünyasına taşımakta hiçbir problemi olmayan, ama modern bilimleri materyalizmin vasıtası kılan anlayışla baş edebilecek, onu rahatlıkla imanının tecdidine vesile olabilecek Esma-i Hüsna okumasına dönüştürebilecek bir perspektife sahip geleneksel İslami ilimlerden haberdar, bunları bilen, bunlarla barışık, bunu çağının şartlarında okuyup anlayabilen “Medrese, Tekke ve Mektep” geleneklerini bu perspektif etrafında birleştirmiş bir portatip ortaya çıkacaktı. Medreset-üz Zehra bunu gerçekleştirecekti. Ama Abdulhamid’in eğitim reformunda böyle bir anlayış yoktu maalesef. Bu anlayış olmadığı için de imparatorluğu sosyal ve siyasal açıdan yıkıma götüren süreç engellenememişti.
 
Cumhuriyet döneminde zaten hiç yoktu?
 
Cumhuriyet dönemi bu geleneği teke indirdi. Sadece mektepleri ayakta tuttu, mektepleri de biyolojik materyalist çizgisinde sürdürerek modern bilimleri, dinin toplumdan kaldırılması ve dışlanmasının aracı haline getirdi.,
 
Cemaatleri Sivil Toplum Kuruluşu olarak takdim ettiniz ve “Demokratik Açılım Sürecinde” büyük etkilerinin olabileceğini savundunuz. Bunun olabilmesi için cemaatlere ne tür görevler düşüyor. Bu katkıyı nasıl sağlayabilirler? Onlara ulaştırmak istediğiniz bir öneriniz var mı?
 
Cemaatler önce kendi zihinlerini netleştirmeliler, önce kendi pozisyonlarını oluşturmalılar. Gerçekten Esile-i Sitte’deki Bediüzzaman’ın söylediği çizgileri fark ediyorlar mı? Bizim milliyetimizi ve lisanımızı ortadan kaldıramazsınız. Mezhebi ortadan kaldıramazsınız. Ben Şafiyim diye bana Hanefiliği dikte edemezsiniz. Empoze edemezsiniz. Ben Kürtçe konuşuyorum bana lisanımı unutturamazsınız. Bunu ortadan kaldıramazsınız. Farklı etnik guruptanım bunu da reddedemezsiniz.
 
YANLIŞIN TELAFFÜZ EDİLEBİLDİĞİ BİR DÜŞÜNCE ORTAMINA İHTİYACIMIZ VAR
 
Nur cemaatlerinde böyle bir anlayış mı var?
 
Cemaatlerin ciddi bir şekilde bununla yüzleşmesi gerektiğini ve nasıl bir toplumsal tasavvura sahip olduklarını netleştirmeleri gerekiyor. Bunu demokratik açılımın, siyasal tasavvurları açısından tartışmak gerekiyor. Yani mesela coğrafyanın siyasal örgütlenmesinde var olan düzenlere baktığınızda, federasyonları görüyorsunuz federal ülkelerin uygulandığı çeşitli yönetim biçimlerini görüyorsunuz, adem-i merkeziyetçiliğe dayalı üniter yapıları görüyorsunuz, bütünüyle merkeziyetçiliğe dayalı üniter sistemleri görüyorsunuz.
 
Bunlar tamamen yerindelik değerlendirmesine tabi olarak tartışılması gereken konulardır. Ama Cumhuriyetin getirdiği güvenlik parantezine bu gurupların da sahip olduğunu görüyoruz. Belli konuları konuşmak işte, “sıkıntı doğuran, netameli, güvenlik açısından hakikaten sakıncalı, telaffuz edilmemesi gereken konular olarak düşünme, problemli bir alandır” şeklinde karşılanır.
 
Yanlışın telaffüz edilebildiği bir düşünce ortamına ihtiyacımız var. Çünkü orada düşünce ve ifade etme hürriyetinin bir değeri vardır. Yanlış, ifade edilemiyorsa orada ifade hürriyetinin bir değeri yoktur. Yanlışın ifade edildiği bir ortamda eğer yanlışın doğruluğu gösterilebiliyorsa doğru güç kazanır. Doğru güçlenir. Güçlenen doğru daha fazla benimsenir. Dolayısıyla doğruların yanlış farklı fikirlerle test edilmesi bir meydan okuma ,bir tehdit değildir. Bilakis bu yanlışlar eğer var olan doğrunun yanlış olduğunu gösteriyorsa bu daha doğru bir yaklaşımdır.
 
Ortaya konan yeni bir görüş sizin mevcut kabullerinize çok aykırı olabilir, sizi şok edebilir, çok rahatsız edebilir, size düşen bu yeni görüşün yanlış olduğunu ortaya koymaktır. Eğer rahatsızsanız yanlış olduğunu ortaya koyamıyorsanız sizin benimsediğinizde bir problem var demektir. O zaman kendi doğrularınızı sorgulamanız gerekir. Senin doğrularını sorguladığında yanlışlarını koyabiliyorsanız problem yok sizin doğrularınız güçlenmiş olur. Test edilmiş olur. Birisi diyelim ki federasyon istedi… Türkiye için uygun bir siyasi sistemi federasyon olsun istedi.. Olabilir. Olması gerekenle, olabilecek olan farklı şeylerdir. Peki diyelim ki olması gereken bu. Niye bunu tartışırız. O ayrı bir fasıl. Olabilir mi diye sormamız gerekir.
 
Soralım öyleyse sizce federasyon olabilir mi?
 
Olabilirliği açısından farklı değerlendirmeler var. Ama benim kanaatimce olabilir değil, neden değil? Çünkü federasyonlar birlik iradesine dayanır. Önce “biz farklı farklı birimleriz ama biz bir arada yaşamak istiyoruz bunu istiyor ve kabul ediyoruz” demeniz gerekir. Oysa Türkiye’de, şu anda var olan durumda, bunun olması için önce bir ayrışmaya ihtiyaç var. Bu ayrışmayı nasıl gerçekleştireceksiniz? Ayrı bir soru. Ayrıştıktan sonra birleşme son derece problemli ve netameli bir şeydir. Tek taraflı bir şey de değildir.
 
Bunun birden fazla aktörü vardır. Herkesi aynı şekilde, aynı ortak iradeye sahip çıkabilmesi gerekir. Federasyon, çok güçlü bir şekilde bir arada yaşama iradesini ön şart olarak gerekli kılar. Ortak irade yoksa o federal yapılar yaşayamazlar. Mutlaka çatışmalar çıkar, problem çıkar iç savaş çıkar, ne olur, olur. Amerika’da da bu örnekler yaşandı..
 
Yaşatılabilirliği açısından da federasyonların etnik temelde de çok başarılı oldukları söylenemiyor. Etnikliği siz federal bir yapıya temel aldığınızda hangi etnik gurupların buna taraf olacağı, bunun nasıl bölümleneceği, kaç tane alt federe yapı oluşturacağı hepsi problem alanları olarak ortaya çıkar ve hele çoğunluk tarafı bunu kabullenemiyorsa bu hiçbir zaman husule gelmez.
 
Çok önemli bir nokta da aslında mali boyuttur. Üniter devletlerde merkezi bütçe kaynak transferiyle, gelir eşitsizliklerini ve bölgesel az gelişmişlikleri daha kolay ortadan kaldırır. Ama federal bir yapılanma bunu çok zor gerçekleştirir. Çünkü her federe yapı kendi kaynağını kendisi için harcamak ister. Bir diğeriyle paylaşmak istemez. Federal hükümetin de bunu belirleme gücü sınırlıdır.
 
Dolayısıyla var olan eşitsizlikçi yapıyı federal bir anlayış federal bir yaklaşım içerisinde. sürekli kılmış olursunuz. Üniter devlet, ya da üniter yapı içerisinde bunu gidermek çok daha kolaydır. Üniter yapıyı savunmak ya da bunun mümkün olduğunu söylemek merkeziyetçi bir yapıyı savunmak veya merkeziyetçi bir nitelik taşıması gerektiğinin söylenmesi anlamına hiç gelmez.
 
Siyasi adem-i merkeziyetçilikle, idari adem-i merkeziyetçilik biri birinden farklıdır. Ve idari adem-i merkeziyetçilik özerklikle değil… Türkiye’de çok ciddi problemleri çözeceği kanaatindeyim. Mali açıdan, az gelişmişlik problemleri açısından, etnik kimlik gösterenlerinin de yerel düzeyde kendisini ifade edebilmesi açısından.
 
Diyarbakır da var olan yapı, niye Trabzon’da da varolsun? Bu zorunlu bir durum değil. Sizin Diyarbakır’da ortaya çıkacak etnik çeşitlilik, Trabzon’da farklıdır. Trabzon’dakine de imkan verin, Rize’dekine de imkan verin, Denizli dekine de imkan verin, Kırklareli dekine de imkan verin, Çanakkale’dekine de imkan verin… Diyarbakır’dakine de imkân verin. Diyelim ki Diyarbakır’daki Kürtlük temelinde ortaya çıktıysa, Kırklareli’de daha farklı bir temel yapıda ortaya çıkabilir. Ama bunlar hiçbir zaman bir milli kimlik gösterenleri değildir.
 
Milli kimliği siz ortak değerler üzerine inşa ederseniz bu bir üst kimlik, üst sadakat mevkiidir. Bütün etnik guruplar kendisini o aidiyet içerisinde hisseder. Onun için bu Milli aidiyetin çerçevesini o “biz” tanımının çok sağlıklı bir şekilde oluşturulması ve onun da toplumun değerleriyle barışık bir şekilde, demokratik hukuk devleti anlayışı içerisinde yapılması gerekir.
 
Öyle yapılmadığında bu “biz” tanımını insanlar kendilerine ait olarak göremeyeceklerdir. Ve kendilerini onun içinde hissetmeyeceklerdir. Belki basit bir örnektir ama TRT-6 da program yapan İlker Akbağ, “TRT-6 açıldıktan sonra devletin bize yani Kürtlere dönük bir adım attığını düşününce ilk defa ‘benim devletim duygusu’ oluştu bende” demişti.
 
Bu ne demek? Benden bir şey taşıyor. Benden bir iz yansıtıyor. Bana dönük olarak yaklaşımında bir güvenlik parantezi koymuyor. Beni o güvenlik parantezi içine almış bir vatandaş olarak kabul ediyor. Vatandaş olarak benim ana dilim farklı olabilir. Benim kültürüm, tarihim farklı olabilir. Bunu giderebilmek ve toplumsal empatiyi artırabilmek açısından… Mesela Kürtlerin adı var mı? diye sorduğumuzda ders kitaplarında adı var mı? Bizim tarihimizde adı var mı? “Kürtlerin Çanakkale’de olmadığını” söyleyen bir general vardı. O General Malazgirt’e kadar uzandı mı? Tarih boyunca Kürtlerin varlığını izleyebildi mi? “Peki!... Çanakkale de Türkler var mıydı?” diye sormak gerekir, mesela o generale…
 
O insanlar kendilerini Türk veya Kürt olarak algılamıyordu ki. Kürt veya Türk olarak sorgulayanlar son derece milliyetçi aydınlardı. Bu Kürtler için de, Türkler için de söz konusuydu. Çanakkale’de savaşanların bir millet bilince yoktu ki. Bugün bizim ulusal anlamda millet bilinci yoktu demektir. Onlar kendilerini; sadece Müslüman olanlar ile kâfirler olarak görüyorlardı.
 
İşgal güçlerinin saflarında savaşan Senegalli veya Hindistanlı Müslümanlar savaştıkları insanların Müslüman olduklarını fark ettiklerinde savaşmaktan çekiniyorlardı karşı tarafa katılıyorlardı… Niye? Çünkü aynı inancı benimsediklerini görüyorlardı. Onlar içinde başka bir milli ya da etnik gösterim söz konusu değildi. Çünkü milliyetçilik yeni dönemde inşa edilmişti. Çanakkale de savaşan insanlar belli bir milliyetçi sosyalleşmeye tabi tutulmuş ve onun sonucunda etnik kimlik edinmiş insanlar değillerdi ki. Çanakkale’de Kürtleri arayan önce Türkleri arasın.
 
Açılım konusunda cemaatlere önerebileceğiniz daha başka yapmaları gereken işler var mı?
 
Kendi pozisyonlarını oluşturduktan sonra, kamuoyu oluşturma açısından, bunu demokratik açılımın meşruiyet zemininin genişlemesi açısından, çok önemli katkılar yapabilirler. Bunun için çeşitli faaliyetler gerçekleştirmeleri mümkün. Kamuoyu oluşturma faaliyetleri içerisinde, akademik etkinliklerden, halka açık veya kamuya dönük toplantılar, sohbetler, belki sempozyumlar, ya da –bilemiyorum- bu kimliğin normalleşmesini sağlayabilecek… Ya da bu açılıma toplumsal meşruiyeti sağlayabilecek çeşitli faaliyet türlerini düşünmek ve bunu kuvveden fiile çıkarmak gerekir.
 
Pasif, bekle-seyret yaklaşımı bana göre olumlu bir yaklaşım değildir. Bu sürece katkı yapmamak anlamına gelir. Siz katkı yapmadığınızda süreci izlemiş ve belki de olumsuz bir neticeye ulaşma ihtimalini güçlendirmiş olursunuz. Bu sizin isteğiniz ise bu meselede söyleyecek bir şey yok. Ama bunun dindar gurupların isteği olmaması gerekir kanaatindeyim.
 
Bu sonuca ulaşmış gurupların da bu açıdan “biz de bu toplumun bir parçasıyız, bu gemide hepimiz yolculuk yapıyoruz. Dolayısıyla bu toplumun problemleri bizim de problemlerimiz biz de kendimizi bu problemlerden yalıtarak yaşayamayız. Bu toplumda bir güven zeminini, bir emniyet atmosferinin oluşturulmasında bizim de atacağımız çok önemli adımlar vardır” demeleri beklenir.
 
Devletin bu konudaki rolü düşündüğümüz kadar da belirleyici ya da güçlü değil. Toplumsal düzeyde bu anlamda, dini nitelikli sivil toplum kuruluşların yapacakları çok ciddi şeyler var. En azından atmosferi etkileme ve meşruiyet zeminini genişletme anlamında bile çok ciddi katkıları olabileceğini düşünüyorum.
 
Yanlışın ifadesine imkan tanımak meselesinden bahsettiniz. Risale Haber olarak bu konuda bazen sıkıntı çekiyoruz. Birisi yanlış bir şey anlatmış veya diğerlerine göre yanlış bir şeyler söylemişse bunu yayınladığımızda hemen çok ciddi tepkiler alıyoruz. Çok ciddi eleştirilere maruz kalıyoruz. Yanlışın ifadesine imkân tanınmalı konusunu biraz daha açar mısınız?
 
Evet, içtihada ilişkin bir tartışma vardır. Biliyorsunuz. Yani içtihat yapmak Allah’ın rızasını arama çabasıdır. Bu rızayı ararken insanlar isabet de ederler, hata da ederler. Peki, şimdi aynı konuda yapılmış çok farklı içtihatlar görüyoruz. Bunların hepsi doğru mu? Aynı konuda çeşitli, farklı görüşlerin olduğunu biliyoruz. Hepsi doğru mu? Sorusuna iki farklı yaklaşım olduğunu biliyoruz.
 
Bunlardan birisi “evet hak taaddüt eder”. Gerçek birden fazla olabilir. Akıl için her zaman yol bir değildir. Çünkü birden fazla doğruyu akıl görebilir. Onun çıkış yeri farklıdır. Onun deneyimi farklıdır. Ötekinin kaynağı farklıdır. Ama hepsine baktığınızda hepsi doğruyu söylüyor. “Şu yanlıştır” diyemezsiniz. Bu musavvibe yaklaşımıdır.
 
Biride; burada içtihat sevabı niyet ile ilişkilidir. Herkes Allah’ın muradını, rızasını talep eder, muradını arar. Ama bunu yaparken hata edebilir. Dolayısıyla içtihatlardan bir tanesi doğrudur. Diğeri yanlıştır. Bu çoğunluğun görüşü değildir. Bu biraz problemli bir yaklaşımdır. Çünkü içtihatlardan her hangi birinin yanlış olduğunu düşünmek yanlışlık onu içtihat olmaktan çıkarabilir. Niyet itibariyle içtihattır ama yanlış olduğu ortaya konduğunda o içtihat olmaktan çıkar. Yani o amel edilebilir olmaktan çıkar. Burada problemli bir şey var.
 
Şimdi ifade hürriyeti ya da çoğulculuk açısından düşündüğümüzde nas’lar bile sorgulamaya açıkken… Çünkü din akla kapı açar ihtiyarı elden almaz. “Nas”lar da öyledir. Nas’lar tabi ki doğrudur ama dinin yüzde doksanını oluşturan, zaruriyyat kısmı nasdır. Ama bunu bile insanların kendi dünyalarına taşımaları biçimi farklıdır. Fakat nazariyat kısmında o kadar farklılıklar olabilir ki ve bunda hiçbir problem yok. Bu farklılık alanının bu şekilde düzenlenmiş olması mü’minleri çobansız bırakmıyor. Başıboş bir sürü haline getirmiyor. Dinlerini yaşamalarını engellemiyor. Bu konudaki algı, problemli ve yanlış bir algıdır. İçtihatla düzenlenmesi gereken konular dinin esasına taalluk etmediği için ciddi bir sıkıntı ve problem alanı olarak karşımıza çıkmaz. Kaldı ki bunu genişletmek mümkündür.
 
Çoğulculuk açısından baktığımızda şimdi Con Suart Mils’in ifade hürriyetini temellendirme biçiminde şunu önerdiğini görüyoruz. “Bir fikir ya doğrudur, ya yanlıştır ya da sakıncalıdır” der. Liberal düşüncenin önemli isimlerinden biridir. Yine şunları der; “Bir fikir eğer doğruysa ona karşı ortaya konan yeni bir fikir zaten var olan doğruyu pekiştirmiş olur eğer yanlışsa doğru o yanlışla sınandığı için yine doğru güçlenmiş olur. Eğer kısmen doğruysa zaten yanlış olan kısım ortaya konur doğru olan kısımda bir problem yoktur.”
 
Dolayısıyla ifade hürriyetine mutlak anlamda imkân vermek gerekir.İfade hürriyetini baskıladığınızda var olan yanlışı sürekli kılarsınız. Onu tasfiye imkânınız olmaz, çünkü onun tadil edilebilmesi için yanlış olabildiğinin söylenebilmesi ve ortaya konması gerekir. Ama siz yeniyi farklı fikirle baskılarsanız doğru ortaya çıkmaz.
 
İşte meşveret dediğimiz şey aslında bunu içerir. Meşveret tam anlamıyla bir fikir hürriyetine dayanmak zorundadır. “Ben şunu dersem ne olur?” kaygısı varsa meşveret ruhu gerçekleşmez.
 
Uhud savaşının nerede yapılacağı, sahabenin bu hususta ordugâhını nereye kuracağına ilişkin meşverette “ben bu düşüncemi söylersem Hz. Peygamber bundan rahatsız olur, Cenabı Peygamber zaten reyini izhar etti şimdi kalkıp onun fikrine aykırı bir şey söylemek olmaz” diye düşünseydi Sahabe, meşveret hiç olmazdı. Peygamberimiz de (ASM) imamlık fonksiyonunu ifa etmiş olmazdı.
 
Vahye dayanmayan bütün konularda Hz. Peygamber (ASM) diğer herhangi birisi gibi olduğunu bize açık bir şekilde ifade ediyor ve söylüyor. O zaman kolektif bir aidiyet ve ruh ortaya çıkıyor. “Bu karar bizim kararımız. Biz bu kararı benimsiyoruz. Yanlış da olsa bize aittir” der ve destekleme oranı yüksek olur.
 
Böyle bir meşverette alınan kararın da yanlış olma ihtimali var. Bir kararı meşveretin vermesi, bir kararı çoğunluğun vermesi, onun doğru olduğunu göstermez. Bu çok önemli bir şey… Doğru olduğunu göstermediği için, onun doğru olmadığını gösterecek kanalların açık olması lazım. Bu kanalları kapatırsanız o karar yanlışsa yanlışı ila nihaye ibka etmiş olursunuz. Yanlışın üzerinde ila nihaye devam etmek kabul edilebilecek bir şey değildir.
 
Onun için her zaman fikir hürriyetine ihtiyacımız var. Fikir hürriyetinin sınırları ölçüleri var. Bunun belli bir edep içerisinde gerçekleşmesi gerekir. İyi niyet gerekir. Samimiyet gerekir. Dürüstlük gerekir. Açıklık gerekir, vesaire vesaire… Ama bunlar olmayabilirde. Bunların biri birinden tefrik edilmesi gerekir.
 
Kısacası hiçbir zaman tek reçete yazamıyoruz. Hayat bu kadar girift… Dolayısıyla “bu böyledir, şu şöyledir. Akla, kara birbirinden ayrıldı… Tamam, her şey net” diyemiyoruz. Karşımızda her zaman fotoğraf yok, resim var. O resmi biraz da biz boyuyoruz. Biz çiziyoruz. Dolayısıyla bu hep böyle olacak. Biz kendi donanımımızla ne kadarını görebiliyorsak ne kadarını ayırt edebiliyorsak biz bunu bir eleğe tabi tutacağız, mihenge vuracağız doğrularla yanlışları biri birinden ayırmaya çalışacağız ama meşveret tabanı kolektif şeklidir. Yardımlaşarak yaptığımızda isabet etmek derecemiz çok yüksek olur. Ama yine yanlış yapabiliriz.
 
Birileri yanlış yaptığımızı gösterirse bunlara açık olabilmeli “evet gerçekten isabet etmemişiz” diyebilmeliyiz. Bu bizi küçük düşürmez. Yanlışı görebilmek bir, erdem bir fazilettir. Bu yanlışı çoğunluklar da yapar. Sonuçta Naziler halk çoğunluğunun desteğini almışlardı. Tek başına çoğunluk doğruluk kriteri değildir. Öyle olsa Hz. Peygamber yalnız başına tebliğine başladı. Tüm Peygamberler (AS) yalnız başlarına tebliğlerine başladılar. Çoğunluğun görüşü farklıydı ve Onlara karşıydı. Çoğunluğun görüşü ya da çoğunluğun doğruluğunu tek kriter olarak göremiyoruz. Sadece doğruluğun unsurlarından birisidir.
 
Allah bu ümmeti Rahmete layık bir ümmet olarak belirtiyor. Yani Ümmeti merhume… Onun için de bu ümmeti yanlışın üzerinde birleştirmeyeceğini vaad ediyor. Ama bizim de bu çaba içerisinde olmamız gerekiyor. Biz bunu veri olarak alamayız. Biz de imtihana tabiyiz dolayısıyla dindar insanların cemaati doğruları ya da gurup doğrularını nas’laştırmamaları gerekiyor.
 
Tabii ki eğer o meşveretler sağlıklı işliyorsa o bizim kararımız doğrudur. Doğrulara inanıyorsak o da bizi bağlar. Ama bu doğrunun sorgulanamayacağı, eleştirilemeyeceği anlamına gelmez, gelmemeli. Bu hale geldiğinde düşünce donuklaşır o kabuller doğmalaşır. Doğmanın olduğu yerde de düşünce yoktur, fikir hürriyeti hiç yoktur. O zaman da dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyemezsiniz.