Açılımın simge ismi Said Nursi olabilir

Açılımın simge ismi Said Nursi olabilir

Doç. Dr. Ahmet Yıldız ile “Demokratik Açılım”ı konuştuk

Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber
 
Doç. Dr. Ahmet Yıldız ile “Demokratik Açılım”ı konuştuk.
 
AÇILIM BİR DÖNÜM NOKTASINI TEMSİL EDİYOR
 
Demokratik Açılım Sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Açılım, Türkiye’nin Cumhuriyet tarihinde bir dönüm noktasını temsil ediyor. Elbette demokratik açılımı başlatanlar bunların sahipleri bununla neyi hedefledikleri önemli ve bunu hangi araçlarla gerçekleştireceği kamuoyunda haliyle hararetle tartışılmaya devam ediyor.
 
Açılımı başlatan aktör olarak Hükümetin varlığı bence doğru bir başlangıç yeri. Açılımı başlatmak için iç ve dış konjonktür uygun. Türkiye’nin demokratikleşmesi, Türkiye’nin kendi tercihlerinden kaynaklanan bir zorunluluk değil. Devlete ait konjonktürün de geldiği ve bir anlamda kolaylaştırdığı bir süreç olarak görünüyor.
 
Burada Amerika’nın Irak ve Ortadoğu üzerindeki çıkarlarıve bunun Türkiye’nin demokratikleşmesini ve üstelik PKK gibi bir tehlikeden kurtulmasını gerekli kılması, hem de Türkiye’nin Avrupa Birliği süreci içinde ihtiyaç duyduğu reformlarıgerçekleştirmesi, demokratikleşmeyi genel olarak zorunlu kılan dış objektifler olarak görünüyor.
 
İçeride ise hükümetin temsil kabiliyeti açısından değerlendirdiğimizde; açılımı başlatıcı bir aktör olarak yeterli hukuki ve kamuoyu desteğine ve meşruiyetine sahip olan bir hükümetle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Ancak, Cumhuriyet; demokratik bir projeyle oluşturulmadığı için, demokratik nitelikler taşımadığı için, Cumhuriyetin kazanımlarının demokratikleştirilmesi bugün bizim demokratikleşmemizin temel başlıklarını meydana getiriyor. Bu açıdan Türkiye’de demokrasinin hem genişletilmesi, hem de derinleştirilmesi demokratik açılımla ifade edilen süreci daha da önemli kılıyor.
 
GELENEKSEL STATÜKOYU DEVAM ETTİRMEK İSTEYEN KESİMLER
 
İç kamuoyu yansımaları açısından açılıma özellikle farklı milliyetçi ve siyasi hareketlerle geleneksel Cumhuriyet çizgisini devam ettirmek, statükoyu buna göre korumayı temel siyasi misyon edinmiş hareketlerin olumlu karşılamadığını bir ayrıştırma projesi olarak anlama ve sunma eğiliminde bir tercihte bulunduklarını görüyoruz.
 
Genel kamuoyunun da maalesef buna çok iyi hazırlandığı söylenemez. Bu açıdan, ilk defa yatay olarak, daha önce bir terör hareketi olarak görülen problemin etnik temelde bir ayrışmaya yol açma belirtileri psikolojik atmosferi etkilemiş durumda. Belki bu süreç bunun normalleşmesine ve insanların etnik kimliklerini, etnik aidiyetlerini çoğulculukla sağlığı içerisinde, yaratılışın beraberinde getirdiği normal karşılanması gereken farklılıklar olarak görünmesine yol açacaktır.
 
Yine de bu iki ucu keskin ince uzun bir yol. Bunun becerikli ve maharetli bir şekilde yürütülmesi gereken bir süreç olduğu açık. Ancak Cumhuriyet, Anadolu’yu homojenleştirdiği ve genel olarak Türkiye’yi hem kültür hem siyasi tasavvur olarak, tekçi bir tasavvurla kurduğu ve bunun kitleselleştiğini de gördüğümüz için çoğulculuk ve Türkiye Cumhuriyetinin tanıdığı siyasi ve toplumsal olgu değil.
 
Dini çoğulculuğu şüpheyle karşılıyoruz, etnik çoğulculuğu şüpheyle karşılıyoruz, diğer kimlik eksenlerinde ortaya çıkabilecek çoğulculuk unsurlarını da hayatın tabii renkleri olarak göremiyoruz. Burada çok zorlanıyoruz. Bunun tarihi özellikleri büyük önem taşıyor.
 
Önemli bir dönemece girilmiş durumda. Sanırım demokratik açılımdan kastedilen şeyin hukuki boyutu giderek daha fazla netleşme eğiliminde. Ancak hukuki boyutun siyasileşme ve toplumsallaşma biçiminin hükümet tarafından çok daha dikkatli ve başarılı bir şekilde yönetilebilmesi, öte taraftan bu probleme taraf olan diğer aktörlerin de aynı sağduyuyu ve soğukkanlılığı göstermesi gerekiyor. Ancak bunun oldukça uzağında olduğumuz söylenebilir.
 
DİNİ OLUŞUMLAR DA KENDİLERİNİ SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ DÜZEYİNDE İFADE EDİYOR
 
Sivil toplum kuruluşlarına ne gibi görevler düşüyor?
 
Sivil toplum kuruluşları kolaylaştırıcı ve bu toplumsallaşmayı etkileyebilecek örgütsel unsurlar. Sivil toplum kuruluşlarının demokratik açılım sürecinde siyasi partilerden daha fazla etkili olabilmeleri mümkün. Çünkü örgütlü, toplu kesimler üzerinde bu gurupların belirli bir ağırlıkları olduğu açık, bu nüfuzun olumlu bir şekilde kullanılması ve örgütlü toplum kesimlerinin kamuoyu oluşturmada daha sağlıklı bir pozisyon edinmeleri sivil toplum örgütlerinin bu süreçte aktif rol oynamalarını gerekli kılıyor.
 
Elbette Cumhuriyet geleneği sivil toplum örgütleri içerisinde dini oluşumlara bir meşruiyet vermiyor ama artık vakıf ve dernek olarak Türkiye’deki dini oluşumların da kendilerini sivil toplum örgütleri düzeyinde ifade edebildiklerini ve örgütleyebildiklerini görüyoruz.
 
DİNDAR KESİMİN İÇSELLEŞTİRİLMİŞ MİLLİYETÇİ REFLEKSLERİ VAR
 
Ancak dindar kesimde de açılımın çok farklı şekillerde anlaşıldığı ve Türkiye’de dinin ve dindarların kamusal alana taşınması, soğuk savaş döneminde antikomünizm atmosferinde milliyetçilikle eklemlenerek gerçekleştiği için dindar gurupların, dindar kesimlerin, belki de biraz farkında olmadıkları içselleştirilmiş güçlü milliyetçi reflekslere sahip olmaları açılıma karşı onların da belli bir mesafeyle yaklaşmalarına yol açıyor.
 
Bunu anlamak mümkün... Ama bunu anlamak buna uyarlamak anlamına gelmiyor. Eğer Türkiye de demokrasi veya demokratik laik bir toplumsal barış aracı haline gelecekse bu süreci toplumsal barış açısından umumu etkiletebilmek için, dindar kesimlerin de kendilerini ve kendi siyasi eğilimlerini, çizgilerini ciddi bir muhasebeye tabi tutmaları ve soğuk savaş atmosferinden bakiye kalan siyasi tercihlerini ciddi bir şekilde bir muhasebeye tabi tutmaları gerektiği açık…
 
DEMOKRATİK AÇILIMIN BAŞARI VEYA BAŞARISIZLIĞI
 
Demokratik açılımı bugün geldiği aşamayı başarılı buluyor musunuz?
 
Henüz başarılı ya da başarısızlık açısından somut bir sonuca ulaşıldığını söylemek zor. Çünkü bu bir süreç ve muhtemelen toplumsal boyut açısından zamana yayılacak bir süreçtir.
 
Bunun bir süreç olması ne anlama gelir?
 
Bunun bir süreç olması; Türkiye’de milli bütünleşmenin farklı etnik kimlikleri normal kabul edebilmesi ve bunun üzerine kurulması anlamına gelir. Dolayısıyla insanların Türk-Kürt olmaları verili bir kimlik unsuru olarak görülmeli ve bunun siyasallaşmasının doğru olmadığı ya da bunun siyasal kimliğe esas oluşturmada kabul edilemeyeceğini kabulünün yaygınlaşması gerekiyor.
 
Türklük, Çerkezlik, Lazlık, Araplıkla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının milli dil tanımı içerisinde kendisine yer bulabilecek, “ben kürdüm ama Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, ya da Arabım, ya da Çerkezim… Her ne ise…” diyebilecek bir konuma gelebilmesi gerekiyor. Bu açıdan Amerika’nın vatandaşlık tanımının zaman içerisinde halkalar eklenerek genişlemesi aslında bize ışık tutabilir.
 
AMERİKAN DEMOKRASİSİNDEN ALINACAK ÖRNEK
 
Nasıl olacak?
 
Amerika’da, Amerikan kimliği, Valst denen Anglosakson Protestan bir kimlik olarak oluşturulmuş. Bir Amerikalı beyazdır, Protestandır ve Anglosakson kökenlidir. Peki bu tanım bu gün geçerlimidir? Hayır. Amerikan demokrasisi her ne kadar belli bir ideal ve uygulama arasındaki gerilime dayansa da sürekli olarak bu tanımı genişleten ve yeni halkalar ekleyen bir sürecin sonucunda oluşmuş dinamik bir demokrasidir. Bu nasıl olmuştur? Mesela biz bu tanım içerisinden köleliğin kaldırılması, ırkçılıkla mücadele sonucunda beyaz olma unsuru hukuki düzeyde kalkmıştır, uygulama düzeyinde de önemli ölçüde mesafe alınmıştır.
 
Dolayısıyla bir Amerikalı sorun olarak artık beyaz değildir. Siyahlar da artık Amerikalıdır. Amerikalı olmak unsuru beyazlık değildir. Peki, bir Amerikalı Protestan olmak zorunda mıdır? Büyük ölçüde öyle… Ama Katoliklik de buna eklenmiştir, Amerika Katolik bir başkan bir tane olsa da seçebilmiştir. Bir siyah başkanı ancak bu gün seçebilmiştir. Amerika bayan başkanı belki daha seçecektir. Cinsiyette ayrı bir eksen olarak duruyor.
 
Yani Amerika “Anayasal Vatandaşlık” anlayışını mı getirmiş?
 
Şimdi vatandaşlık anlayışı genişliyor. Amerika kimliği böyle kuruldu ama Katolik nüfus, ne olacak? Bunlar Amerikalı değil mi? Amerika bunları Amerikalılık tanımı içerisine almayı başardı. Sonra ne yaptı? Sonra buna Yahudileri de ekledi… Aslı Amerikalı olmak, Katolik kökenli olmak, Afrika kökenli olmak, ya da Yahudi olmak Amerikalı olmaya ya da Amerikan vatandaşı olmaya mani değil.
 
Şimdi Amerikan demokrasisinin yüz yüze kaldığı sınav buna Müslümanları eklemektir. Müslümanları da içine alacak şekilde Amerikan vatandaşlığının tanımı genişleyecektir. Din tanımı asla Amerikalı olmak Amerikan vatandaşı olmak anlamına gelmiyor Yahudi olmak da yeterli değil, sadece Yahudiler eklenmiştir diyemiyoruz… Buna İslamiyet de ekleniyor, Budizm, Hinduizm gibi diğer inançlar da ekleniyor.
 
DİL TANIMIMIZ YENİDEN DÜZENLENMELİ
 
Ama şu anda Amerika vatandaşlığının temel unsuru Müslümanları çok önemli bir eğitimli, orta gelir ve üstü gelir düzeyine sahip Müslüman nüfusa sahip Amerika bunu dil tanımı içerisine eklemesidir. Amerika vatandaşlık anlayışının tarihi eğilimi buna açık olduğu, bunu başarabileceğini gösteriyor.
 
Şimdi bizim dil tanımımızın da, (milli bütünlüğümüz, ya da milli kimlik ekseni etrafında da düşünebilirsiniz) yeniden düzenlenmeli. Belli bir kimlik varlığı, farklı etnik kimlik varlığını dışlamaz, reddetmez. İnsanlar Kürt, Türk, Arap, Çerkez hangi ırka aitse o etnik kimliklerine sahip olarak, onu benimseyerek bunu kamusal alanlara da taşıyarak vatandaşlık tanımı içerisinde yar alabilmeli… Herkes bu toplumu ve bu devleti ve onun kurumlarını , “benim toplumum, “benim devletim, benim kurumlarım” olarak görebilmeli.
 
Devletin polisi, devletin askeri değil “benim devletimin polisi, benim devletimin askerleri” algısı oluşursa o zaman bu dil tanımının kuruluşu sağlıklı bir şekilde gerçekleşir. Aksi halde siz insanları aidiyet duymadıkları, kendilerine yabancı hissettikleri, ya da ötekileştirildiklerini düşündükleri bir kimliğe dahil olmalarını bekleyemezsiniz. Böyle bir durumda bir devletin siyasal bir organizma olarak varlığını taşıyabilmesi bir toplumun barış içerisinde yaşayabilmesine temel engellerden biridir. Bunu bu şekilde devam ettiremezsiniz.
 
Dolayısıyla sorunun doğru okunuşu onun cevabında bulunacaktır. Ama bu cevap da tek olmayabilir. Dediğim gibi bu süreç içerisinde etnik kimliklerin çoğunlaşmasını Türkiye toplumu yavaş yavaş fark edecek, algılayacak, normalleştirecektir. Normalleştirmelidir. Ama bu etnik kimlikler temelinde siyasallaşma demokrasinin taşıyabileceği bir yük değildir. Çünkü eğer siz siyasal kimliğin temeline etnik kimliği oturtursanız, bunun çatışma alanını tanımlamış olursunuz.
 
Burada bir uzlaşma alanı ortaya çıkmaz. Bunu gerçekleştirmenin yolu etnik kültürel çoğunluğu sağlamak, etnik aidiyetlerin kendilerini ifade ettikleri her türlü sembolü, ana dile ilişkin talepleri ve diğer etnik göstergeleri normalleştirerek milli kimlik unsurlarına zıt olmadan, yeni kimliği de buna göre oluşturarak çoğulcu bir tasavvura dayalı bir şekilde yeniden inşa etmektir.
 
Bu Türkiye Cumhuriyetinin milli bütünlüğünü çok daha güçlü kılacak hakikaten bunu milli birlik ve kardeşlik şemsiyesine dönüştürecek bir inisiyatiftir. Hükümet mesela bunu “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” olarak sundu, bazıları “bu bir demokratik açılım, Milli kelimesi buraya neden girdi?” şeklinde bundan rahatsız oldu.
 
KİTLELERE KİMLİK EMPOZE EDEMEZSİNİZ
 
Şimdi biz ulus devletler çağında yaşıyoruz. Ancak biz bu ulus devlet tanımını eğer orijinal biçimi ile algılamazsak biz bu işin içinden çıkamayız. Ulus devletin bize dikte ettiği homojenlik kaldıramayacağımız bir yük. Bu homojenliği zaten var olan heterojenliği veri alarak aynı toplumun parçaları halinde bizi bir araya getiren unsurlar nedir ve neler olmalıdır sorusunu sorarak demokratik bir mutabakat çevresinde yeniden kurmak zorundayız.
 
“Hayır! Sizin milli kimliğiniz budur, etnik aidiyetiniz de budur” diye kitlelere kimlik empoze edemezsiniz. Onların kimliklerini siz tanımlayamazsınız. Kalkıp diyebilirsiniz ki, “aslında Kürtlerin çoğu Türkmenlerin Kürtleşmesi sonucu ortaya çıkan aslında Türk soylu insanlardır.” Bu tartışmaya hiçbir katkı getirmez, aksine tepki doğurur. Neden? Çünkü sizin şecerenizde neyin yer aldığı önem taşımaz. Bugün sizin kendinizi nasıl tanımladığınız nereye aidiyetinizi hissettiğiniz önemlidir. Bu aidiyetiniz eğer Kürtlük şeklinde ortaya çıkmışsa “efendim muhtemelen sizin kökeninizde Türkmenlik var” demeniz doğru bile olsa bir anlam taşımaz.
 
Çünkü bu asimilasyon, gönüllü asimilasyon bu günde yaşayan ve devam eden asimilasyon tarihte de farklı şekilde ortaya çıkmıştır. Kültürler iç içe girmiş birbirini etkilemiş ve dönüşmüştür de... Dil açısından bu böyle olmuş, din açısından böyle olmuştur. Diğer kültür açısından da böyle olmuştur. Bu tartışmaya hala özcü, tanımlayıcı ve dikte edici bir bakış açısı ile yaklaşmaktır.
 
Yani sen bir Müslüman’a “senin ataların eskiden Hıristiyan’dı, o nedenle aslında sen de bir Hıristiyansın” demeye benziyor değil mi?
 
Ne anlam taşıyor bunu demek? Çünkü bu bir tercihti… Aynı zamanda, Kürtlüğe ilişkin kültürel karinelerin hiç birini taşımayan ama kendini Kürt olarak tanımlayanları nereye koyacaksın? Bu bir aidiyet biçimidir. Siyasi bir tercihtir aynı zamanda. Bu siyasi tercihin normalleşmesi için, bu siyasi tercihe konu olan etnik ve kültürel gösterenlerin veya talepleri normalleştirilmesi ve bizim demokrasimizin taşıyabileceği bir şekilde bu taleplerin karşılanması gerekir. O zaman siz bunun siyasal kimliğin temeli olmasını önlemiş olursunuz. Aksi takdirde bunları her zaman siyasal talepler olarak ortaya çıkacaktır. Siyasal talepler olarak ortaya çıktığında üzerinde uzlaşılması mümkün olmayan bir çatışma alanı belirecektir. Çünkü hiç kimse kendi etnik aidiyetinden taviz vermek istemez.
 
BEDİÜZZAMAN AÇILIMIN SİMGE İSİMLERİNDEN BİRİSİ OLABİLİR
 
Bediüzzaman Said Nursi Ortadoğu için görüşlerini yüz yıl önce net bir şekilde ortaya koymuş ve bunun için de hayatı boyunca mücadele etmiş. Dolayısıyla bu açılıma uyarlanacak görüşleri elbette vardır. Bediüzzaman Said Nursi’nin yazmış olduğu eserler açısından bakıldığında bu açılım nasıl değerlendirilebilir? Açılıma nasıl bir ufuk açılabilir?
 
Risale-i Nur açısından bakıldığında, Bediüzzaman bu açılımın simge isimlerinden birisi olabilir. Çünkü kendi kimliğinde bu birleştiriliciliği ortaya koyan bir sembol isimdir. Hem kendisini etnik anlamda Kürt, ya da Türk, ya da Arap sayan herkesin saygı duyduğu, benimseyebildiği ve derin sevgi duyulan bir insandır. Dolayısıyla açılımın mottolarından biri üzerinde yürüyebileceği eksenlerden birisi olarak toplumsal önderlik ifa edebilir.
 
Risale hareketi, (onun kurucusu diyelim bu tabir ne kadar yerinde ise) bu açıdan çok özel duayene sahib. İkincisi, Risale-i Nur çizgisi yatay olarak bu toplumsal dizin inşasında dinin temel bir yere sahip olduğunu belirtiyor. Dine dayalı kardeşlik bir etnik gurubun diğerini ötekileştirmesini engelleyen bir unsurdur. Seküler bir milliyetçi bakış açısına sahip olan Kürtçü ya da Türkçü bir diğerini ötekileştirir, düşman olarak görür, bu konuda bir sıkıntı da yaşamaz. Bunu zaten çokça yaşadık. Ama kendisini İslam’la ilişkilendiren, buna inanan ya da dindar olarak tanımlayabileceğimiz Türk ya da Kürt, kolaylıkla sırf kendisiyle aynı etnik unsurdan olmadığı ya da aynı milliyetçi bakış açısını taşımadığı gerekçesiyle diğer bir kardeşini ötekileştiremez, düşman olarak göremez. Görürse inançlarıyla çatışır. İnançlarıyla kolayca çatışması mümkün değildir. Aksi takdirde o inançlarını da sorgulaması ve bir tarafa bırakması gerekir.
 
“Bütün müminler kardeştir” anlayışını benimseyip o müminler kümesi içerisinde yer alan başka etnik guruptan bir insanı siz düşman olarak göremezsiniz. Hatalı olarak görebilirsiniz, yanlış yolda olduğunu düşünebilirsiniz, ama ona düşmanlık besleyemezsiniz. Ona karşı şiddet kullanamazsınız. Kollektif suç ceza anlayışından hareket ederek linç psikolojisi içerisinde tepki koyamazsınız. Eleştirirsiniz, muhalif olabilirsiniz, tepki gösterirsiniz ama bu tepkiniz şiddete ulaşamaz, ulaşmışsa o kimliği de terk etmişsiniz demektir.
 
DİNİ GÖZARDI ETMEK PROBLEMİ ÇÖZÜMSÜZ HALE GETİRİR
 
Bu açıdan önemli bir fark getirir. Yatay düzeydeki birlikteliği Cumhuriyet dine ne ferdi ne toplumsal alanda meşruiyet atfetmediği için göz ardı etmiştir. Oysa bu bir olgudur. Bir vakıadır. Bu vakıayı yok saymak ve üstelikte bu birleştiriciliği, bu toplumsal zamkı göz ardı etmek Türkiye’nin şu anda karşı karşıya olduğu problemi çözümsüz hale getiren ya da bunun maliyetini bu kadar yükselten en önemli sebeplerden biri olarak görülebilir.
 
Bugün Amerikan toplumunun Amerikalılık tanımında din önemli yere sahiptir. Bu Hıristiyanlık olabilir, Yahudilik olabilir, ya da İslamiyet olabilir. Ama insanların bir dine inanmaları ve bu dine inanmanın aynı Allah’ın yarattıkları varlıklar olmaları saygı değer bir durumdur. Ve bu, insanları birbirine yaklaştıran çok temel toplumsal bir değerdir. Ve böyle de kabul edilir. Dolayısıyla din bu anlamda ayrıştırıcı değildir. Bu toplumsal yatay düzeyde dinin birleştirici rolü herhangi bir etnik kimliğini diğerine asimilasyonunun aracı değildir.
 
Bu şekilde sunulamaz bu şekilde kullanılamaz da. Ama bu şunu gösterir; aynı dine mensup olan mü’min insanlar kendi etnik kimliklerini biri birinin etnik kimliklerine saygı göstermeyi ya da bunun farkına varmayı öğrenecekler. Farklı mezhepten olmayı da farklı inançtan algılayan bir gelenekten geliyoruz.
 
Müslümanlığı Hanefilik olarak öğrenen ve algılayan ve yaşayanların Şafiiliği farklı bir din olarak düşünmesi gibi; cehaletten veya tek mezhepli din öğretimi ya da anlayışından kaynaklanan bir bakış açısının yol açtığı bir körlük söz konusu. Aynı körlük etnik kimlik için de söz konusu olabilir. Dolayısıyla soğuk savaş döneminden kalan Yeşil kuşak projesinin aktif olarak doğurduğu sonuçlardan biri olan dini gurupların da milliyetçilikle muhasebelerini yapmaları söz konusu.
 
Onların da içselleştirdikleri, farkında oldukları ya da olmadıkları Türk ya da Kürt fark etmez milliyetçiliklerini nerede milliyetçi yaklaşımlara, reflekslere, tavırlara ya da düşünce biçimine sahip olduklarını… Çünkü milliyetçi dediğimiz şey bir ideolojidir, hem bir akımdır, hem de bir hareket tarzıdır. Dolayısıyla bunun soğuk savaş döneminde kemikleşmiş bir şekilde bu guruplara yansıdığını ve bunu eşyanın tabiatı gibi algıladıklarını normal olduklarını görürsek bir empatiye ihtiyacımız olduğu sonucuna ulaşırız.
 
Ama bu empati yeterli değil, empatiyi izlemesi gereken şey bu muhasebenin bu testin yapılması bu sorgulamanın sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilmesi lazımdır. Milliyetçi öğretiyle dini bakış açısı nasıl eklemlenebilir, eklemlenmeli mi, eklemlenirse bunun sonuçları ne olur, bu meselede din nasıl bir yaklaşım ortaya koyar? sorularını sorduğumuzda sanırım sağlıklı bir sonuca ulaşırız. Bu açıdan Risale hareketinin ortaya koyduğu yaklaşım nettir. Farklı etnik aidiyetler veri alınacaktır.
 
SAİD NURSİ’NİN YAKLAŞIMI KÜRESEL NİTELİK TAŞIYOR
 
Kardeşlik açısından bu böyle, ama Güneydoğu problemi veya Türkiye’deki demokratikleşme süreci açısından bakıldığında Said Nursi’nin bir önerisi var mı?
 
Said Nursi’nin bu konudaki yaklaşımı, buradan hareketle küresel nitelik taşıyan bir temel yaklaşım içeriyor. O da “cehalet, zaruret ve ihtilaf” olarak ifade ettiği üçlü sacayağının yol açtığı problemlerin ortadan kaldırılmasına dönük inisiyatif. Bu inisiyatifi kendisi kendi düzeyinde Medreset-üz Zehra olarak hazırladığı bir projeyle somutlaştırmıştır. Buradan amaçladığı şey sadece Türk, Kürt üzerinde sağlanacak bir anlayış birliği veya kardeşlik değil bütün Ortadoğuyu kapsayan hatta Orta Asyayı kapsayacak genişlikte bir anlayış birliğini oluşturabilmektir.
 
Bugün biz Suriye’yi, Irak’ı, İran’ı çok az tanıyoruz. Yeni yeni tanımaya başladık… Onların farkına varmaya başladık. Cumhuriyetle biz Araplara ve Kürtlere küstük. Onları bir tür düşman olarak algıladık ve ötekileştirdik. “Ne Şam’ın şekeri ne Arabın yüzü” dedik. Güneydekileri küstürdük, onlar da bize küstüler. Milliyetçilik bizi ayrıştırdı. Böldü.
 
Aynı şey Kürtler için de söz konusu oldu. Kendi kardeşlerimiz, kendi vatandaşımız konumunda olan bu insanları etnik aidiyetlerini bir problem alanı olarak algıladık, tanımladık ve yok etmeye çalıştık. Bunu asimilasyon ile yaptık, fiziki eliminasyon uyguladık. Diğer tür etnik stratejilerine başvurduk. Ama bugün karşı karşıya geldiğimiz noktada artık bunların küresel bir iletişim çağında yürümesinin mümkün olmadığı net olarak biliniyor.
 
Yapılması gereken şey: Kürtlük gösterenlerin bu toprağa ait normal değerler olarak görülmesidir. Kürdün de bir adı var. Neyse bu adlar… Kendilerinin koyduğu adlardır. Yaşadıkları coğrafyaya koydukları adlardır. Kendi günlük hayatlarında kullandıkları adlardır. Bu son derece normal temel haklar kapsamı içerisinde düşünülebilecek şeylerdir. Ana dilin öğrenilmesi çok temel bir insani haktır. Ana dilde eğitim farklı bir şeydir. Onu ayrıca tartışmak ve onun mekanizmalarını oluşturmak gerekiyor.
 
Türkiye’nin mutlaka ortak bir dili vardır o da Türkçedir. Bu açıdan bir tartışma söz konusu değildir. Ama Kürtçenin bu açıdan konumu ne olabilir. Bunun değerlendirilmesine ihtiyaç vardır. Tarihi bir şeydir de… Ama öncelikli bir problem olarak görmüyorum şu anda.

(Devam edecek)