Hüseyin ÇEŞİTCİOĞLU

Hüseyin ÇEŞİTCİOĞLU

Bizim Kastello!

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

"Yaşadığı dönemin dünyasına başkaldıran, insanlığa yapılan zulme, insanlığı körelten nefrete itiraz eden, başkalarının çektiği acılar karşısında çaresiz kalıp yaşanan acılara tahammül edemediği için sonunda kendi hayatına kıyan, yaşadığı çağla kendi yüzleşmesini yapan muhteşem insan, muhteşem yazar. Yaşadığı acılar için değil, başkalarının yaşadığı acılara tahammül edememek. Bu ne muhteşem bir insan olma erdemidir!

Başkalarının yaşadığı acılara tahammül edemeyen, itiraz eden, kendi konforunu başkalarının acılarından dolayı bozabilen insanların sayısı, yani dünyada Zveig’lerin sayısı yeterince çok olsaydı… Dünya bu kadar acımasız olabilir miydi? Birileri insanlığa bu kadar hoyratça acılar yaşatabilir miydi?

Yaşadığımız çağ, dünya her geçen gün daha da kötü olur muydu?

***

Zweig’in bütün kitaplarını okuduğumu sanıyordum. Ta ki 16. Yüzyılda Calvinist tarikatın despotluğuna karşı çıktığı için diri diri yakılan din adamı Miguel Serveto’ya yapılan bu zulme itiraz eden, ona yaşatılan acılara tahammül edemeyip kendi konforunu bozan, kendi yaşamını tehlikeye atan Castellio’nun ihtişamlı kişiliğini yazdığı “Vicdan Zorbalığa Karşı” kitabını okuyana kadar.

Castellio’yu şöyle anlatır Zweig:

“Castellio, kalemini mızrak gibi kaldırıp bu tehlikeli kavgaya girdiği andan itibaren, zırhlar içindeki diktatörlüğün üstün gücü karşısında sadece fikri düzeyde kalacak bütün mücadelelerin etkisiz kalacağını, dolayısıyla bu girişiminin ümitsiz bir girişim olduğunu gayet iyi bilmektedir.” (Sh.12)

Sonucunu bildiği bu mücadeleye erdem duygusuyla ve özgürlük tutkusuyla başladı ve nitekim mağlup oldu. Hayatı zindanlarda geçti, unutulmaya mahkum edildi ve yalnızlaştırıldığı köşesinde yumdu gözlerini.  

Zweig, 16. Yüzyılda özgürlük mücadelesi veren Castellio’nun neden sonraki çağların kahramanlarından daha erdemli olduğunu şöyle anlatır:

“Castellio, ‘bir insanı yakmak öğretiyi savunmak anlamına gelmez; bir insanı öldürmek anlamına gelir’ sözünü haykırırken, düşünce özgürlüğü hakkını (Locke’dan, Hume’dan, Voltaire’den çok daha önce ve onlardan çok daha mükemmel bir şekilde) sonuna kadar savunurken, inancı uğruna canını rehine koymuştu. Hayır, Castellio’nun Miguel Serveto’nun bir hukuk cinayetiyle öldürülmesini protesto edişini, ondan daha ünlü Voltaire’in Calas Davası’yla, Zola’nın Dreyfus Davası’yla karşılaştırmaya kalkışılmamalı. Bu tür kıyaslamalar Castellio’nun eyleminin ahlaki yüceliğine uzaktan yakından erişemez. Zira Voltaire, Calas mücadelesine giriştiğinde çok daha insancıl bir çağda yaşamaktaydı… Emile Zola’nın arkasında görünmez bir ordu gibi bütün Avrupa’nın, bütün dünyanın hayranlığı vardı. İkisi de böylesi arka çıkışlarda bulunmakla, başka birilerinin kaderleri üzerinden kendi itibarlarına ve korunup kollanmışlıklarına büyük katkıda bulunmuşlardı. Ama onlar, Castello gibi, yüzyılın insanlık dışı kanlı iktidarına karşı insanlık adına kendi hayatlarını ortaya koymamıştı.” (Sh.21)

***

Protestan bir tarikat adına Cenevre’de karanlık bir diktatörlük kuran rahip Calvin, kendini kutsayarak “seçilmiş insan” olduğuna öylesine inanmıştı ki, din adına yaptığı zulümler akademik düzeyde bile eleştirildiğinde ‘Tanrı’nın onuru’ incinmiş, ‘Tanrının Kilisesi’ tehdit edilmiş sayıyordu. Sapkın ilan ettiği kişileri yaktığında şeytanı yaktığını sanıyordu. Calvin, Tanrı’nın sözünü yorumlama hakkının sadece kendine ait olduğuna, hakikatin ne olduğunu yalnızca kendisinin bildiğine o kadar tutkuyla inanıyordu ki, insanların elinden bütün bireysel özgürlüklerini pervasızca çekip almakla onları koruduğunu sanıyordu.

Ve kitleler tarafından o kadar ilahlaştırılmıştı ki gerçekten de Tanrı tarafından seçilmiş, özel bir kişi olduğuna inanılıyordu. Tabii toplumun tamamı böyle değildi. Azınlıkta da olsa hakikatin farkında olanlar vardı. Ancak onlar da korkuyla sindirilmişlerdi!

Yaşanan zulüm karşısında kulaklarını sağırlaştırmışlar, dillerini yutmuşlar,  gözlerini kapatmışlardı.. 

Ta ki Castellio’ya kadar. Castellio, din adına zülüm yapan Calvin’e oturtulduğu sanık sandalyesinden şöyle haykırmaktaydı: 

“İsa’ya inananlar ateş ve suyla katledilirken, canilerden ve haydutlardan daha kötü muamele görürken kim bugün Hristiyan olmak ister? İktidarı ve gücü eline almış kimselerden küçücük bir ayrıntıda farklı düşünenlerin, İsa adına, üstelik de alevlerin arasından ona inanmakta olduğunu yüksek sesle haykırırken, (sapkın olduğu ilan edilip) diri diri yakıldığını gören kim hâlâ İsa’ya ibadet etmek ister?” (Sh. 157)

Sahiden de Serveto diri diri yakılırken “Ben İsa’ya inanıyorum, ben sapkın değilim” diye haykırıyor, sesi gökleri inletiyordu.

Toplumda ise sağır bir sessizlik hakimdi.

***

Zweig, dönemin aydınlarına, entelektüellerine bugün hâlâ geçerli olan şu eleştiriyi yapar:

“Hiç kimse ciddi bir müdahalede bulunup bu rezil zulümlerin, idamların birini bile engellemeye kalkışmaz. Filozoflar, bilgeler böyle zamanlarda ‘delilerle kavgaya tutuşulmaz’ diyerek kendi kuytularına çekilirler. Oysa Castellio, (ölümsüz şöhreti buradan gelir) tek başına azimle filozofların tümünün önüne geçer ve kaderinin karşısına dikilir. Zulme uğramış dostları için sözünü yiğitçe söyler, hayatını tehlikeye atar.” (Sh.20)

Ben kitabın tamamını anlatmayacağım. Siz mutlaka okuyun, ama mutlaka okuyun. Zweig Casttellio’yu yazdığı kitabını şu muhteşem sözlerle sonlandırır. Ben de yazımı onun sözleriyle bitiriyorum:

“Her yeni doğan insanla birlikte yeni bir vicdan doğar ve daima birileri çıkıp fikrî görevini yerine getirmesi, insanlığın vazgeçilmez hakları uğruna kavgaya yeniden başlaması gerektiğini hatırlar ve her zaman bütün Calvin’lere karşı bir Castellio ayağa kalkar, iktidarın bütün zorbalığına karşı düşüncenin mutlak bağımsızlığını savunur.” (Sh.222)

Evet, öyledir. Zweig’in dediği gibi, yüzyıllar içinde sayısız zalimce eylemler arasında daima birileri çıkar, dünyanın uyur gezer vicdanını uyandırır.

Ölümsüz kabul ettiğim Castellio’un önünde sonsuz hürmetlerimle saygı ile eğiliyorum…"

Elif Çakır- Karar, 25 Ağustos 2020

Bu yazıma ilham vesilesi olan Elif Hanım'a çok teşekkür ediyorum.                  

***

Yerli, milli Kastello.

ustadcocuk.jpg

Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar.
Farkında değilim.
Karşımda müthiş bir yangın var;

Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi?

Dar düşünceler, dar görüşler!..

Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de.

Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum.

Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti.

Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım.

Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade, ölümü tercih ettim.

Eğer dinim intihardan men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.

Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez.

İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yahut idam sehpasına götürür hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi; Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı.

ustad_oturmak.jpg

İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musîbetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim helâl olsun.
Onlara bedduâ bile etmiyorum.

ustadrisale.jpg

Çünkü, bu sayede Risale-i Nur hiç olmazsa birkaç yüz bin, yahut birkaç milyon kişinin; -Afyon Savcısı beş yüz bin demişti, belki daha ziyade– imanını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim.

Allah’a bin kere hamd olsun.

Tarihçe-i Hayat Eşref Edip-1952 İstanbul mülakatı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum