Selim GÜNDÜZALP

Selim GÜNDÜZALP

Bir gün olur, sorular da seni bulur, ecelin gibi…

Bugün ne yazayım diye düşünürken, kendi kendime sormam gereken sorular geldi aklıma birden. Sorular da az değil, hele de insan bir düşünmeye görsün… Akıyor, peş peşe geliyor âdeta.
***
Birbirinden uzak bunca iş, bunca güzellik birden nasıl oluyor ve nasıl yaratılıyor diye düşünmeye başladım. Aklım almıyor bunca harika şeyin bir arada oluşunu ve yapılışını. Kalbim cevap vermekte gecikmedi. Allah insana cüz’î bir ilim vermiş, bu sonsuz ilmiyle insan da onun yaptığı bunca işlere hayret etsin diye. Örnek ararsan, çok: Saçımız bilmiyor kimin başında bittiğini, ağaçlar da dağı tanımıyorlar. Ama her ikisini de bilen biri var. Yıldızlar semadan, balıklar denizden habersiz. Ama her ikisinin de sahibi bir. Denizler kimin ise, içindekiler de onun. Gökyüzü kimin ise, yıldızlar da onun.
***
Ama hâlâ aklım almıyor. Kalbim aklıma dedi ki:
“Sen koskoca denizi bir bardağa doldurmaya çalışıyorsun. Suç bardakta mı?”
Sonsuz olan, sınırlı olana sığar mı hiç? Cüz’î ilminle, azıcık bilginle bu kadarını bile anladığına şükretsene! Küllî bir ilmin, bilgisi sonsuz bir âlimin, ilmiyle her yeri ve her şeyi kuşattığını bil, yeter. Resim, ressamdan haber verir amma, resim ressam değildir, anla yeter… Sana resmi ressam olarak yutturmaya çalışanlara karşı uyanık ol, yeter. Allah (cc), her şeyi yaratandır amma O yarattıklarına asla benzemez.
***
Her zaman bir kararda olamıyorum. İbadete, özellikle namazlara karşı bir soğukluk oluyor içimde. Anlamıyorum, neden… Oysa yapmak da istiyorum. Nedense bu iki duygu çatışıyor içimde. Çözemiyorum bu bilmeceyi. Namaz benliğimizi en fazla kıran, bize kul olduğumuzu hatırlatan, ders veren kutsî bir ibadet. Önce kıbleye dönüyoruz. Nefsimizin değil, Cenab-ı Hakk’ın dilediği istikamete yöneliyoruz. Tekbir ile başlıyoruz: “En büyük ve mutlak büyük ancak Allah’tır” diye. 

Nefsimize haddini bildiriyor bu ifadeler. Sahip değil, mâlik değilsin. Sen ancak Allah’ın kulusun. Sonra O’nun istediği vakitte huzurda el bağlanıyor. İtaatin, sorgusuz sualsiz itaatin ancak O’na olması gerektiği nefse ders veriliyor. Benlik ve gurur, yerini itaate, ibadete bırakıyor. Âsî ve serkeş nefis, söz dinlemeye başlıyor. Allah’ın “Sübhan” olduğu beyan ediliyor. O’nun bütün noksan sıfatlardan münezzeh olduğu ve kemâl sıfatlarla muttasıf olduğu zikrediliyor. Nefsimize noksanları ve kusurları hatırlatılıyor.

Namaz hamd ile sürdürülüyor. Medih ve senânın ancak Allah’a ait olduğu ilan ediliyor. Bu arada nefsimiz yine perişan olup eziliyor. Ardından tekbir ve rükû… Benliğimizin beli bükülüyor. Yine tekbir ve secde… Benliğimiz yere sürtülüyor. Bu andan itibaren, benliğimiz ezildikçe, kulluğumuz gelişmeye başlıyor. Gönlümüzde gizli kalmış duygular açılıyor. Nefsin zindanından ve belasından kurtulup nefes almaya başlıyoruz.

Evet, namazda ve kullukta hürriyeti buluruz. Gururdan, kibirden kurtuluruz. Benlikten, enaniyetten uzaklaşırız. O nisbette de Hakk’a yakın oluruz. Nefsin elinden insanlığımızı ve imanımızı, Allah’a ibadetle ve itaatle kurtarırız.
***
Bazen aklıma geliyor “Benim ibadetimden ne çıkar, ne olur ki?” diye… “Öyle deme, biz insanız, Allah’ın en güzel eseriyiz ve şu kâinat ağacının en son meyvesiyiz.” diyor kalbim. İnsan namaza durup secdeye gitti mi, bütün âlem de onunla birlikte secdedir. Zaten insan secdesini bütün âlemle birlikte yapar. Dünya ona seccade olur. Güneş ona secdenin yönünü gösterir. Havadaki zerreler, onun okumasını temin eder. Artık bütün bir âlem, bütün bir kâinat, insanın şahsında ibadette olur. Onun için mühimdir namaz ibadetimiz. Şeytan bu kıymetli hazineyi çalmak için devamlı uğraşır durur, nefsimizle beraber… Elindeki hazinenin kıymetini bilen, kendini bu ibadetten mahrum etmez. Nefsini zorlar, nasibini arar ve kıyama durduğunda da “Kulluğum sultanlığımdır” der. Allah katında kul olmanın, bu dünyada en makbûl bir makam olduğunun farkına varır. Eh, böylesine kıymetli bir ibadette bu kadar da engeller olacaktır herhalde. Her şeyin bir bedeli var. Ne kadar zahmet, o kadar rahmet…

Makam ve mertebeler arttıkça, nimetler çoğaldıkça şükrümüzün de artacağını zannederdim ama olmuyor nedense. Anlamıyorum, neden… Bu tezatların da birçok sebebi var ama en önemlisi şu olsa gerek. Nimet ve servet, makam ve mertebe arttıkça, insan kul olduğunu ve bu dünyada misafir bulunduğunu daha çabuk unutuyor. Dünyaya daldıkça, kendimizden uzaklaşıyoruz.  Paraya, arabaya, eşyaya, mobilyaya baka baka, elimize, yüzümüze, gözümüze bakamaz oluyoruz. Kalbimize göstermemiz gereken hassasiyet de azalıyor. Olur olmaz her şeyle dolduruyoruz onu. Aklımıza da dikkat etmiyoruz. Onu da beş para etmez nice şeylere yormaya başlıyoruz ve sonra yora yora yoruluyoruz.

Günler art arda geçip gidiyor böylece ve yıllar birbirini kovalıyor. Ne kendimizi ne de sonumuzu hiç düşünmeden ölüme doğru akıp gidiyoruz. Eskiyen eşyaları değiştiriyoruz. Evdeki ya da işyerindeki fazlalıkları atıyoruz. Nefsimizdeki çıkıntıları, fazlalıkları törpülemek işimize gelmiyor. Unutuyoruz onları, önemsiz addediyoruz. Böyle de olabilir zannediyoruz. Ama olmuyor, olamaz da zaten. Allah’ın en büyük mucizesi olan insan, kendi varlığına bakmazsa, elbette denizleri, ırmakları, dağları, ovaları temaşa etmek onu doğru bir yola ve hidayete sevk etmez. 

Ve yine bir insan, Allah’ın en büyük ihsanı olan insaniyetine şükretmezse, başka nimetler de onu şükür kapısına sevk edemez, götüremez. Aklımız, iklimi ılıman, manzarası güzel beldelerde yaşayan insanların hep tefekkür sahibi insanlar olacağını umar. Gelin görün ki, uygulamada bu hiç de öyle olmuyor ve bu beldelerde gaflet ve sefahat alıp başını gidiyor. Nedense hep nimetlere şükredenler, yine mahrumiyet içindekilerle fakirler oluyor.
***
İçimde epeydir atamadığım bir can sıkıntısı var. Sebebi ne, onu da anlamış değilim. İnsanız, her gün bin bir hâldeyiz, inişler ve çıkışlar içindeyiz. Bazen kalbimizin sesini duymamak için çeşitli oyunlar oynarız. Türlü tuzaklar kurarız kendimize. Tıpkı annesinin ağlamaması için çocuğun önüne oyuncakları sıra sıra sermesi gibi, onu oyalayıp uyutması gibi…

Sabahleyin kalktığımızda görevimize gitmek için aceleyle hazırlanırız. Gün boyu çeşitli bedenî ve ruhî yorgunluklarla tâkatten düşeriz, eve kendimizi zor atarız. Biraz dinlendik mi, canımız yine sıkılmaya başlar. Gerçekte ise, bu can sıkıntısı meşguliyetlerden sıyrılan o insanı, aklının zorlamasıdır. Ona dünyadaki asıl gayelerini ve ulvî hedeflerini hatırlatmasıdır. “Biraz da kendinle ilgilen, azıcık da ahiretini düşün, hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çek, fâni dünyayı düzeltmeye çalıştığın kadar bâki olan ahiretini de düzeltmeye çalış. Ebedî bir âleme gidiyorsun. Bu yolculuğa, şu anda bile çıkabilirsin. Hazırlıksız yakalanma. Çalış, durma, bir şeyler yap. Boş oturma.” demesidir. Vicdanımızın derinden derine bizi sorgulamasıdır. Nereden gelip nereye gittiğimizi, bu dünyadaki görevimizin ne olduğunu hatırlatmasıdır.

İçimizdeki bu manevî çalkantıyı doğru teşhis edemediğimiz zaman, nefsimize uyup bir eğlence ya da dedikodu grubu ararız. Bu ve benzeri oyalanmalar fayda etmez. Vicdan ve akıl insanı biraz daha sıkıştırırsa, bu defa kaçamak yapmaya bakar, kendini her çeşit boş işlere ve oyalayıcı şeylere sürükler. Bunlar da hepimizin malûmu. Hele günümüzde o kadar çoğaldı ki… İnternetten, siyasetten, spordan tutun da, her türlü mâsum olmayan eğlencelere kadar… Etrafını tozpembe görmekle her şeyin değişeceğini sanır insan. Oysa değişen bir şey yoktur. Aldanan ve sonunda kaybeden yine insanın kendisidir.

Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Rasûlallah…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum