BİR BAHAR MEVSİMİ:  SEMAVİ EDEBİYAT

BİR BAHAR MEVSİMİ: SEMAVİ EDEBİYAT

Emre Sessiz'in yazısı....

    

Edebiyatımız, gücünü gökler ötesi âlemden alan semavî edipleri intizar ediyor. Ne zaman gelir o beklenen altın nesil, bilmiyoruz; ama biz, “kendi iklimimiz”i yaşayacak bir neslin inşasında çalışan bir “hademe” olarak her zaman o “efendiler”i yazarak “bekliyoruz.” Bu bekleyiş, bekleyişten ziyade diriliş muştusudur; bir tırtılın kozasındayken kelebek olacağı günü beklemesi gibi, dalgalara hâmile olan denizin durgunluğu misali bir bekleyiş…

Semavî edebiyatın semavî edebiyatçısı, yerden ve gökten ilham kokusu alır; ama ilhamını “madde”de değil “mana”da bulur. Bu iklim, “din”in kuşattığı bir atmosferde oluşur ister istemez. Her ne kadar semavî iklimden kaçmaya çalışsa da yeni edebiyat, bütün bütün “din”den uzak kalamayacaktı; yine “din”den medet umacaktı. Çünkü ruh, her asırda acizdi, fakirdi bir tek kudreti sonsuza karşı. 

Evet, yeni edebiyatın pirleri o dini, manevî kokuyu her şeye rağmen koklamışlardır; o nefesle teneffüs etmişlerdir. Çünkü aksi mümkün değildi. Bir Müslüman edip, dinden bîhaber yaşarsa ve kaleminden altın da damlasa kömürlüğe namzettir.

Yeni edebiyatın önden giden atlıları, şunu çok iyi biliyorlardı ki ömür dakikalarının tümünü de dünyaya verseler dünya: “Daha yok mu?” diyecekti; sonu gelmeyen bu kara kağıt, daha ne kalemler yiyecekti. Ama yeni edebiyatçılar, ruhlarından kopardıkları beyaz dilekçeleri tarih duvarına şöyle nakşedeceklerdi:

Mesela Namık Kemal, “ittihad-ı İslam” deyip Yavuz’un şu iniltisini eserleriyle ilan eder:
“İhtilaf u tefrika endişesi
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.
İttihadken savlet-i a'dayı def'e çaremiz
İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni...”

Ama Namık Kemal, bir yeni edebiyatçıydı. İçkili ve sarhoş kafayı taşırken bile “Peygamber” denileceği zaman, bir boy abdesti aldıktan sonra gelir, salât ü selâm getirirdi; guslünü almadan yanında “Muhammed” denilmesine izin vermezdi.
 
Ziya Paşa ise bir yandan aklının almadığına:
“İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez.
 Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.”
diyecek, bir yandan da: “Subhâne men tehayyera fî sun’ih-il ukûl”, “Subhâne men tehayyera fî sun’ih-il ukûl” deyip defalarca bülbül misali ötecekti. Fakat Ziya Paşa da yeni edebiyatçıydı. Hem de tam bir Avrupa meftûnu edebiyatçı.

Recâizade Mahmut Ekrem de bu koroya dahil olup:
“Bir kitabullah-ı âzamdır, seraser kainat.
Hangi harfi yoklasan, manası hep çıkar: Allah!”
deyip kadîm edebiyatı belki de farkına varmadan bir adım daha öne itecekti. Lakin Recâizade de yeni edebiyatçıydı.  Yeni edebiyatçılar her ne kadar bu semavî iklimden arzî iklime kaçsalar da (fakat bu bilinçli olarak yapılmadı), edebiyat-ı kadîm’e edebiyat-ı cedîd’e deseler de bu söylenilerin tümü, o “kadîm” edebiyatın hânesine kaydedilecekti. Evet “kadîm”, geçmişten geleceğe uzanan ve yeniyi de içine alan bir iklimdi. Çünkü “kadîm” bizim kendi kaderimizdi, kendi iklimimizdi. Evet “kadîm” bizi, kendi iklimimize götüren, bize kendi iklimimizi getiren, bizi “biz”le buluşturan bir hayt-ı vuslattır.

Edebiyatımızın “dinsiz” olduğunu kim savunabilir ki? Edebiyatımızın isminde bile “edep” var. Zaten edebiyatımız hem edepli, hem de kitaplı değil miydi? Peki şimdiki yeni edebiyatın yeni yolcularının yüzde kaçı “hakikatten aldığı feyz-i imanî ve zevk-i tevhidî neş'esiyle müşahedatını hülâsa ve hissiyatını tercüme ederek, kalbine” sesleniyor? Evet, eski “münevver”, yeni “aydın”, modern “entellüktüel”in yüzde kaçı edebiyatımızın kendi ikliminden besleniyor? Kalbine değil, aklına bile hitâp edemiyor; ya da birini ötekine yediriyor; kâh aklını kalbine, kâh kalbini aklına rüşvet veriyor. Heyhât! Hiçbir zaman arzî edip, kalbiyle aklına seslenemedi; aklını verdi, kalbini yedi. Ama semâvî edip, böyle değildi.

Edebiyatımızın iklimi, hem de devlet eliyle; ama edebiyatçıların kalemiyle değiştirilmişti, sunî bir iklim oluşturulmuştu. Güya onlar, kendi iklimimizi bulmaya çalışıyordu. Fakat Avrupaî iklim, içimize düştü. Batıdan ne gelirse gelsin hemen başına üşüştük. Ama Yahya Kemal, tecrübelerine dayanarak elbette, bir gün talebesi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın elinde batılı yazarların kitaplarını görünce, dayanamayıp: “Öncelikle kendi eserlerimizi mütalaa etmelisin.” der. Ve akabinde Hüsn ü Aşk, Leyla ve Mecnûn gibi eserleri sayar. Çünkü Yahya Kemal, ancak kendi ikliminin lisanında, kendi edebiyatının dünyasında “kendi”sini bularak yaşayabildi, hem de ağyârın memleketinde, Paris gibi nice yıldızları yutan bir “karadelik”te o, bu işi başardı. Zira aksi mümkün değildi, onun için. Yaşayan görünenler ise meyyit-i müteharrik kalemlerdi. Evet, Kemal, kemâlini kendi gök kubbemizle buldu.

Bilinçli bir şekilde öldürülmeye çalışılan bir nesil, kadîm edebiyatın güçlü tesirinden uzaklaştırılsa da “diriliş”e bu kadarı bile kâfi geldi. Evet, dem ve damarlarında İslâm kanı taşıyan bu edebiyat, semavî idi. Çünkü damarlarımızdaki asîl kan, ırkımızda değil ruhumuzun ruhu İslâm’daydı. Fakat şimdilik bu kadarı, kalemimize semâdan damladı. Diriliş, devam ediyor.

Şimdiki yeni edebiyat, ne durumda? Kadîm edebiyat gibi semavî midir, arzî midir? Bu konu, “Ben buraya sığmam!” diyor. Ama biz, kısaca kalemimizin ucuyla kalpleri ihtizâza getirelim, şimdilik yeter.

Şimdikilerin kalbi, kalp olduğundan şimdiki edebiyat da arzîdir; çünkü ârizîdir. Semavî edebiyat için arzî edebiyatın sahası, kabir kadar dardır. Semavî edebiyat, semâdan beslenir, arzlılar için yeşillenir, arzlılara meyve verir, kendisi için değil başkası için vardır. Çünkü varlık nedeninin ne olduğunu bilir.

Semavî edipin kaleminden ihlâs, mürekkeb olup damlar. Çünkü görünüşte kelimeler olsa bile, “samimiyet”ini, “davâ”sını, “mâverâ”sını kelimelerle somutlaştıran bir iklimdir, semavî edebiyat.

Öyleyse diriliş, devam ediyor.