Beklemek...

Beklemek...

Cemil Karakullukçu'nun hikayesi...

BEKLEMEK


İçeriye ölü gibi girdi ya da onunla birlikte içeriye soğuk hava doldu.

Kimdi bu ya da kimdi bunlar? İki kişiydiler yalnızca. Adlarını da söylesek, daha iyi mi belirginleşirdi hikâye?  Sanmıyorum. Onlar herkes çünkü. Onlardan her biri, ben de olabilirim, sen de olabilirsin, bir başkası da; Asyalı, Avrupalı, Amerikalı, Hintli,Zenci, Eskimo ve Aborjin de… Onlar birer insandı. Koca dünyayı şenlendiren, kültürler oluşturan, medeniyetler sahneleyen; her asırda aileler, topluluklar ve koca devletler kuran insan türünün yalnız birer ferdiydi. Dünya tarihinin senaryosunu hem yazan ve hem de oynayan tiyatro grubunun birer aktörüydü. Ama öyle aktör ki, türünün can alıcı noktasını yine türü için oynayan, hem başarıyla oynayan aktörü.

Hikâyenin öyle uzun bir kurgusu yok hani. Belki de başı ve sonu olmayan bir hikâye. İkisinin arasında öyle uzun konuşma ya da bir olay geçmiş değil. Her şey içte, iç dünyada, duygular kesiminde, aklın tanık olmadığı insanın acayip bölgesinde geçiyordu.

Evet, girdiği yer bir makam odasıydı. Görevi gereği gereksinim duyduğu bir amirinin makam odası. Doğrusu bu "amir" kelimesini de kullanmak istemiyorum. “Amir”, nedense bende tutsaklığı çağrıştırıyor. Diyelim ki, sıradan birinin sıradan odası olsun. Alt ve üst ilişkisinin kuralcılığında özgürlüğü zedeleyen bir zehir var. Ona hiç bulaşmak istemiyorum. Ama ne çare ki, onlar böyleydi işte; bir amir ve birde memur. Bu, belki de bireylerin yaşadığı hayatlarından yalnızca bir kesitti. İşte böyle, heyecanları doruğa çıkartan bir hikâye de değil.

İnsanlık kocaman bir dram yaşamıştı, yaşıyordu ve yaşayacaktı. Kim bilir, bu onların yaşadığı insanlık dramının içinde bir noktacık ya da bir zerrecik olabilir miydi? O halde, ne diye uzatıyorsun da diyebilirsiniz. Ama burada yanılıyorsunuz. İnsan için ne varsa küçük değil, umursanmaz değil ve "Adam sen de!" denilen cinsten de hiç değil.
İçeriye girdi. Ancak iki adım atmıştı ki, amiri koltuğundan kalkıp beş-altı adım atarak kapıda uzatmıştı elini ona. O isteksiz ve soğukça sıktı elini. Eli buz gibiydi. Tuttuğu eli de dondurmuştu. Soğuk, dondurucu bir hava dolmuştu odaya. Onun bu tavrına bir anlam veremiyordu ya. Zorla konuşuyordu. Ama bakışlarının gerisinde, pek hoş olmayan yüzünün arkasında, çok daha ekşi ve sinsi bir yüz daha vardı. Bir maske vardı yüzünde. Şeffaf olan maskesi, içinden, iç dünyasından ve gizlediği niyetlerden haber veriyordu.

İletişimi duygular kurmuştu artık. Kalp kalbe karşıydı. Kalpler doğruları söylerdi hep; çocuklar gibi. Yüzler maskelenebilirdi. Ama kalplere öyle peçe çekilemezdi. Yüzler yüz bin şekle girse de, kalplerin doğru olan iletişimini bozamazdı. Bu nedenle âmir pozisyonunda olan, onu çok iyi anlıyordu.

Memur olan, kendi isteklerini sıraladı bir bir. Çok nazikçe cevaplar alıyordu. Buna karşılık yüzünde bir yumuşama belirmiyordu hiç. Muhatabı konuğuydu ya, yüzü sertleştikçe, tam tersine amiri ne kadar yumuşak tavır varsa sergiliyordu esirgemeden. Bunu bir görev saydığından yapıyordu kuşkusuz. İçten değildi, içten olamazdı elbette. Çünkü iletişimi duygular kurmuştu. Karşı karşıya olan duygulardı.

Yüzüne dikkatle baktı âmir. Önünde iyi bir gözlem nesnesi vardı şimdi.

Kaşları çatıktı konuğun. Gözlerini sürekli kaçırıyordu. Oysaki o, göz teması kurmak istiyordu onunla. Gözlerindeki ölgün ışıktan, davranışlarının kaynağına inmek istiyordu. Gözlerini kaçırınca alnının kırmızılığı dikkatini çekti. Alnının tam ortasında nikel yüz lira büyüklüğünde bir kırmızılıktı bu. Gittikçe kor gibi oluyordu. Bir anda o kırmızılığın arkasında yanan bir ateş canlandı gözünde. Ateşi körükleyenler vardı. Körüklendikçe alevleri göğe yükseliyordu. Yükseliyor, yükseliyor ve sonra kıvrılarak yine alnından içine giriyordu. Öyle bir an geldi ki, tüm bedeni alevlenip kor halini almış sanmıştı. İrkildi. Bereket versin, konuğu önündeki sehpanın üstünde duran cam küreye gözlerini dikmişti. Farkına varmamıştı. Kırmızılık kulaklarında yoğunlaşmıştı şimdi. Daha sonra yanaklarına uzanmıştı kırmızılık. Arkasından yüzünde hafif nemlenme ve ensesinde ter belirtisi… Gömleğinin yakasını gevşetti:
"Odan da çok sıcak" dedi.
"Kalorifer iyi yanıyor" diyerek, empatik cevapladı sorusunu.

Dışarıda müthiş bir tipi vardı. O yörede otuz yılın en sert kışı yaşanıyordu. Pencereden gözüken dere yer yer buzlanmıştı. Adeta sert kara iklimi yaşanıyordu her zaman ılık geçen Karadeniz’in sahilinde. Dışarıda müthiş bir tipi, dondurucu bir soğuk… Ama teknoloji sayesinde bu odada tatlı ve ılık bir hava vardı. Aksine konuk yanıyordu. Yangını içten geliyordu çünkü. Bir kor vardı içinde; sürekli körüklenen ve beslenen bir kor ve sönmeyen bir ateş... Duyguları tutsak almıştı onu. Kemiren bir kurt vardı içinde.
Kapı çalındı, imzalanmak için evrak geliyordu içeriye. Bu fırsatı bekliyordu sanki. Koltuğunda şöyle bir doğruldu. Şimdi daha rahattı koltuğunda. Gözlerini yalnız bir kez çevirmişti amirine; gelene baktı ve ona yoğunlaştı hep. Yüzünün pembeliği gitmişti biraz. Baş başa kalınca, deşmek istedi onu amiri.

"İşler nasıl gidiyor" diye sordu konuşmak için yalnızca. Biraz rahatlayan, evet, patlama noktasından geri dönen ve duygularının yoğun bombardımanından kıl payı kurtulan o ise, koltuğunda doğruldu. "İyi gidiyor" dedi. Yavan bir sesi vardı. Belki de, "Boş ver!" ya da "Gerek yok!" anlamında savsaklayıcı bir cevaptı bu. Gözlerini cam küreden kapı yönüne, oradan tavana ve bir kez daha kapıya çevirdi; derken gözleri bir yerde durmuyordu.

"Bir derdin mi var?" diye sürdürmek istedi konuşmasını âmiri. O içinden kin kusuyordu; üstelik açılmaya inat ederek. "Sen bilmelisin!" demek istiyordu sanki. Kulakları değil, ama duyguları duyuyordu bu sesi. Doktor bile hastasına sorular sorar, ipuçları arar, sonra teşhisini koyardı. Ama onunki fizyolojik bir şey de değildi. Bir ipucu vermeli değil miydi? Küçücük bir işaret yeterliydi ona belki. Yok, ağzını bıçak açmıyordu. Şimdi gözleri de kızarmaya başladı. Patlama noktasına gelmişti. İçini açmak cesaretini de gösteremiyordu. İçindekini bir dökse, rahatlayacaktı. Açık bir kişilik ne kadar rahattı! "Ben şöyle bir şey duydum, doğruluk derecesini öğrenmek istiyorum" diyerekten, içini dökebilir ve rahatlayabilirdi. Yoksa, duygularda kalan iletişim her zaman kapalılığını korur. Ama duyguları kontrolden yoksun bir kişiliği vardı. Bunu yapamadı ve o koltukta gittikçe koyu bir belirsizliğe gömüldü. Duygusal savaşı barışa yeğledi. Âmiri rahat mıydı sanki? Güçlüydü, elinde kozları vardı gerçi; hiç de onları ona karşı kullanmayı düşünmüyordu. Tarzına uygun düşmezdi bu. Üstelik duyguların savaşına aklını da karıştırmak istemiyordu doğrusu.

İçeri başkaları girdi. Koltukta oturan için bir fırsattı bu; aniden ayağa kalktı. "Ben gidiyorum" dedi. "Acele etme!" sözünü duymamış gibi davrandı. Düpedüz taktik, duygu savaşı veriyordu. Etkili olmuyor da değildi. Kapıya kadar onu uğurladı konuğunu. Göz temasından kaçmıştı yine.

Çıktı. Âmir de derin bir nefes aldı. Kurt şimdi onun içine düştü. Konuğunun bu garip kişiliğe bürünmesinin nedeni neydi? Ama ne olursa olsun, bu duygu savaşında kendini yenik görmüştü. Güçlü olan birinin yenik düşmesi anbean içine işliyordu. Gittikçe içindeki kurt bir yerlerini daha da kemirmeye başlıyordu. O çatık kaşları, göz temasından kaçışı, alnındaki kızarıklık, gözlerini kaçırmak için odanın her nesnesine gezdirmesi, terlemesi, alnının kırışıklığı, "İyi gidiyor" deyip savsaklayıcı cevapları; bütün bunları bir meydan okuma anlamında sergilemesi onu çileden çıkartıyordu.

İçerdekilerin isteklerini yerine getirirken bunları düşünüyordu hep. Önceki oluruna bırakma tavrı silinmişti. Bir önceki duygular uçmuştu sanki. Şimdi ise isyan ediyorlardı düpedüz. Hepsi hepsi "Bir ders vermeliydin" diyorlardı. Sabrın da bir sınırı vardı hani. Duyguları mı silinmişti? Yok yok; şimdi duyguları isyan eden koca bir orduya dönüşmüştü. Yalnızca kendisinin duyacağı müthiş bir gürültü vardı içinde. İçerdekiler çıkıp kapıyı kapatınca, yumruğunu masaya vurdu. "Bir edepsize verilecek en iyi ders, ona haddini bildirmektir." dedi yüksek sesle. Gücünü ve elindeki fırsatları kullanmak geldi içinden. Duyguları o kadar şiddeti arzuluyorlardı ki, karşı konmaz bir öç alma duygusu belirdi içinde. Aklı da yatıyordu buna. Pencereye kadar gitti. Yağmaya başlayan karı seyretmeye daldı. Kar taneleri öylesine boşluğa bırakıyorlardı ki kendilerini, birbirine dokunmadan, havada yumak ve kar kütlesi olmadan. Bir teslimiyet vardı hepsinde, bir sessizlik, bir düzen, bir ölçü, bir güzellik, bir mutluluk ve haz.

Derenin yarı donmuş durgun yerine uzun uzun baktı. Öyle bir müddet durdu sessiz. İçindeki öç alma kıvılcımı yangın haline dönüşmemişti henüz. "Kimi şeyleri oluruna bırakmak daha iyi" dedi. Biraz gevşedi. Belki de rahatladı. Doğru ya, içindeki isyan gürültüleri dinmişti sanki. Aklının işe yaradığını ilk kez net görüyordu. Biraz önce isyanı oynayan duygular yatışmıştı. Zaman en iyi açıklayıcı; sabır ve beklemek ise çözümsüzlüklerin ilacı…

Mesai bitiminde eve gitti. Yorgundu. Konuğunun tavrına şaşıyordu. Aradan günler geçen süre içinde bile aklına gelmediği zaman olmuyordu. Duyguları istediği kadar yatışsındı, yine de içten içe bu kavgayı sürdürüyorlardı.

Ama beklemek, olayların gizemine ermek hali içinde olmak ve "merak" denilen yatıştırıcı iksirden yararlanmak onu biraz rahatlatıyordu. Hatırına geldikçe gülümsüyordu. Küçük olaylar bile tökezlettirir insanı kimi kez.

Bir gün koltuğunda otururken, hayatın bin bir uğraşları içinde, bir an bile olsa rahat nefes aldığı ve mutlu olduğu bir sırada, aynı konuğu kapıyı tıklatarak içeri girdi. Yüzü gülüyordu bu kez. Bir şeylerin farkında olduğu izlenimini veriyordu davranışları. Bir müjde ile gelmişti sanki. Amiri yine kapıda karşılamıştı onu güleç yüzle. Uzanan eli barış eliyle kavramıştı bu kez. Önceki gelişinin tam aksine sıcak bir hava dolmuştu içeriye; ılık ve barışçı bir ortam oluşmuştu şimdi.

Konuğunu tam karşısına düşen koltuğa oturttu. İkisi de gülüyordu; rahattı ve ikisinin de duyguları barış ve dostluğun eşiğindeydi. "Bana" dedi konuğu; "Her şey yanlış aktarıldı." Yüzü ciddileşti birden. Âmiri ise önüne bakıyordu.

Küçük bir sessizlik oldu.

"Önemli olan sonuçlardır" dedi âmiri ve güldü. Konuğu da güldü.