Bediüzzaman’ın sırlı risalesi gün yüzüne çıkmayı bekliyor

Bediüzzaman’ın sırlı risalesi gün yüzüne çıkmayı bekliyor

İnsanların imanını kurtarma hizmetini bile şahsı için manevî “kemâlat” merdiveni olarak kullanmaya hakkı olmadığını ifade eden Bediüzzaman...

Risale Haber-Haber Merkezi

Tarihçi Mustafa Armağan Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin pek bilinmeyen bir risalesine dair açıklamalarda bulundu. Zaman'daki yazısında Bediüzzaman Hazretlerinin "imanı kurtarma hizmetini bile şahsına alet etmediği"ne dikkat çeken Armağan, "Sırr-ı İnnâ A’taynâ”dır ve gün yüzüne çıkacağı günü beklemektedir" dedi.

Armağan'ın yazısı şöyle:

Bediüzzaman’ın bilinmeyen bir risalesi

Bazı kitaplar yazarı sağken çok satar da ölümünden sonra unutulur gider. Lakin vefatının 55. sene-i devriyesinde bulunduğumuz Bediüzzaman Said Nursi ve Risale-i Nur’un kıymeti gün geçtikçe artıyor, “gençleşiyorsa” mayasında kolay kavrayamayacağımız bir sır saklı olmalıdır.

1951 yılında “Sebilürreşad” dergisinde çıkan “Konuşan yalnız hakikattir” adlı makalesinde şahsını Kur’an-ı Kerim güneşine gölge olmamak için iptal ettiğini söyleyecektir: “Ben hizmet-i imaniyemi (iman hizmetimi) maddî ve manevî kemâlât ve terakkiyâtıma (gelişmeme), azabdan ve Cehennem’den kurtulmama, hattâ saadet-i ebediyeme (ebedî mutluluğuma) vesile yapmama, yahut herhangi bir maksada âlet yapmama manevî gayet kuvvetli manialar beni men’ ediyor!..” 

İnsanların imanını kurtarma hizmetini bile şahsı için manevî “kemâlat” merdiveni olarak kullanmaya hakkı olmadığını ifade eden Bediüzzaman, “Küfr-i mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait (şartlar) altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa bunun sırrı işte budur, Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-ı imaniyedir.” diyordu. 

Sır buradadır. Kur’an’ın hakikatleri ile insanlar arasına nefsini sokmanın ihlas sırrını zedelediğinin farkına varmıştır. Şarktaki esareti sırasında Rus kumandanın karşısında ayağa kalkmadığına dair hatırasını talebeleri kendisinden değil, başkasından öğrenmişler, neden anlatmadığı sorulunca “Ben şahidi kalmadığını zannediyordum.” diye cevap vermiştir. Abdurrahim Zapsu’nun 1948 yılında “Ehl-i Sünnet” mecmuasında çıkan makalesini kendisine okuyanlara şöyle der: “Şahidim olmadığından tafsilen beyan etmemiştim.” 

İşte Hazar Denizi’nin ortasındaki Nargin esir kampında Zapsu’ya hadiseyi anlatan yüzbaşının hatırası yazılmasa bu önemli hadiseyi anlatma gereğini duymamaya biz “Bediüzzamanca tavır” diyoruz. Risale-i Nur’un eskiyeceğine neşv ü nema bulmasında bu “sırr-ı ihlas”ın ne derin bir etkisi olduğunu yaşananlar zaten yeterince ortaya koyuyor. Bediüzzaman’ın bir de henüz basılmamış bir risalesi vardır, ismi “Sırr-ı İnnâ A’taynâ”dır ve gün yüzüne çıkacağı günü beklemektedir. Kanunî mahzurlar yüzünden neşri sıkıntılı ise de, bahsetmekte ve iktibaslarda bulunmakta mahzur yoktur. Peki bu risalede Bediüzzaman ne diyor?

Mimsiz medeniyetin sonu

Risale özetle cifir ilminden yola çıkarak yakın dönemin önemli kişilikleri hakkında ve “zındıka komitesi” aleyhine yapılan bir değerlendirmedir. Kevser Sûresi’nde Efendimiz (sas) hakkında oğlu olmadığı için soyu kesik (ebter) diye sataşılmasına karşılık “Asıl soyu kesik olan, sana buğzeden kimsedir.” buyurulmaktaydı. Bediüzzaman aynı formu 1400 yıl öncesinden dönemine getirmekte ve İslamiyet’in soyunu bitirmek isteyenlere karşı Kur’an’ı konuşturarak “Asıl, Müslümanlığın aleyhine çalışanların soyu kesiktir.” müjdesini vermektedir. Böylece bir ayetin tefsirinden günün kangrenine izah devşirmekte, daralan kalpleri ferahlatmakta ve İslam’ın “istikbalin en gür sedası” olacağına dair imanlarını canlandırmaktadır. 

Peki metinde neler var? Bir köşe yazısından beklenenin ötesinde neler yazabilirim? İsterseniz önce bırakalım risaleyi ilk okuyanlardan talebesi Ahmed Hüsrev (Altınbaşak) bize heyecanını aksettirsin: “Evet bu risâle, Cenâb-ı Hakk’ın istikbâlde bu ümmete va’d ettiği güneşin tulû’una intizârımızı teşdîd etmekle (doğuşunu bekleyişimizi artırmakla) kalmadığı gibi, bir taraftan içindeki hakîkate bizi meftûn ediyor. Ve diğer taraftan, acabâ fezâsı zulmet bulutlarıyla dolu olan bu âlemin, o güneş neresinden ve ne sûretle doğacak ve ne şekilde bu zulmet ve âfet saçan bulutları dağıtacak diye tahayyül ederken; ikinci feyyâz, bir diğer zeyl, o güneşin vaktini ta’yîn etmekle bizi pek büyük bir bâr-ı sakîlden (ağır yükten) kurtarmış ve senelerden beri almak istediğimiz hâlde alamadığımız derin bir nefesi vermiş ve bizi dilşâd eylemiştir.” (Barla Lahikası). 

1925-26’larda yazıldığı tespit edilen “Sırr-ı İnnâ A’taynâ Risalesi”nde reisicumhurun ölümü öngörülürken (“İslâmiyet’e darbe vuranların başlarında öyle müdhiş bir patlayış olacak ki, kıyâmete kadar unutulmayacak”), akabinde patlayan 2. Dünya Savaşı’nın bu defa “Mimsiz medeniyet” adını verdiği Batı’nın başına semâvî bir tokat indirdiğini seneler sonra Kastamonu Lahikası’nda söyleyecektir. “Bir nûr göreceğiz” diye müjde vermiştir ama nurun siyasî sahada doğacağını zannetmiştir. Halbuki siyasette değil, memleketin en ziyade muhtâc olduğu îmânî ve İslâmî ve “hayât-ı ictimâiye-i İslâmiye dâiresinde Risâle-i Nûr’u göreceksiniz” demek olduğu sonradan ihtar edilmiştir. Dolayısıyla “İnnâ A’tayna Risalesi”ndeki gibi küfrün zulmünün biteceği ve nurun yeniden galebe çalacağı hakkındaki çıkarımı sadece 1938 veya 1950 gibi dönüm noktalarıyla sınırlanamaz. Mesele umumi ve uzun vadelidir.

‘Hakikat gizlenmiş’

Emirdağ Lahikası’nda bu risaleyi herkesin anlamayacağını söyler, “hem tevil, hem de tefsir lâzımdır” diyerek talebelerini uyarmak ihtiyacını duyar: “Onun için, Sırr-ı İnnâ A’taynâ’yı herkes birden anlamaz. Hem şahsî isimleri böyle mesâil-i ilmiyeye (ilmî bahislere) girmemek lâzım olduğundan, o risâle hatta 13 seneden beri elime geçmediğinde isâbet var; kardeşlerim dahî onu merâk etmesinler. Biri eğer çok merâk etse, o ‘Sırr-ı İnnâ A’taynâ’nın başında şimdiki ‘Sâniyen’ ile başlayan fıkrayı ve ‘Lâhika’da geçen aynı mes’eleye dâir fıkrayı okumak lâzımdır, yoksa hiç bakmasın. O İkinci Harb-i Umûmî ve o dehşetli şahsın dünyâdan gitmesiyle ve şimdi de onun mesleği geri çekilmesi ve bir kısmı o mesleğin aksine din lehinde resmen çalışması ve ehl-i îmânın istibdâd-ı mutlakadan bir derece kurtulması ve az bir te’vîl ile o risâleciğin verdikleri haber aynı târihlerde vukû’ bulması, o sûrenin bir lem’a-i i’câzıdır. Fakat heyecânlı te’vîllerim perde çekmişti, hakîkat gizlenmiş.” 

Bediüzzaman’ın 1925-26’lardaki “heyecanlı tevilleri”, şahısların adlarını vererek mutlak istibdadın içyüzünü anlattığı ve geleceğe dair öngörülerde bulunduğu bu sırlı risalesi çok tartışılan Sultan 2. Abdülhamid ile ilişkisine de ışık tutmakta ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında o döneme daha geniş bir açıdan baktığını da ortaya sermektedir. Velhasıl neresinden baksanız yakın tarihimizle ilgili çok çarpıcı bir risale karşımızdaki. Üzerinde durmaya değmez mi?

 

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
16 Yorum