Bediüzzaman’ın sepeti

Bir mavi demlik
Bir parça çay
Bir parça şeker

Nurcular çay içer,
Nurcular çay sever...
Üstad Bediüzzaman da çay sever...
Bizim insanımızın özelliği,
Çay severiz, çay içeriz...
Bir de doğu insanıysak...
Küp şekersiz çay olmaz deriz...
Bediüzzaman da açık çayı çok sever...
Nurcu olan Üstadını sever,
Bu nedenle çay sevgisi,
Bizlere Üstad'dan geçer...
Bediüzzamanın sepetinde,
Çay bulunur,
Şeker bulunur...
Bir de mavi bir demlik...
Çinkodan yapılmış...
Kapağı kulpuna,
Bir iple bağlanmış...
Mangala koyulur,
Güzelce çay yapılırmış...
Bediüzzaman,
Ziyarete gelenlere bununla,
İkramda bulunurmuş...
Tabi sepette malzeme olduğu müddetce...
Olmadığında da,
Başka şeyler verirmiş,
“Ders baklavası” niyetine...

Gömlek

Bediüzzaman hediye kabul etmezdi...
Fakat Hafız Mustafa O'na İzmir'den,
Bir gömlek göndermişti...
Bediüzzaman bu gömleği,
Onun hatırına,
Uzun zaman giydi...
Öyle ki,
Ta eskiyene,
Hatta parçalanana kadar giydi...
Artık giyilmez denildiği andaysa,
Ahde vefa gösterdi...
Ve bu gömleğin parçalarını,
Başka bir gömleğe,
Yama olarak diktirdi...
Onu da senelerce giydi...
Bediüzzaman gömlek içlerine,
Havlu parçaları diktirirdi...
Beyaz, kar gibi beyaz havlular...
Bunu üşümemek için yapardı elbette ki...
Fakat değil sıcak bir oda,
Çoğu zaman,
Teneke bir mangal bile,
Çok görülmüş O'na...
Şimdi giydiği Cennet libasları,
Bu çektiği ezanın karşılığı...
O, buna elhak layıktı...
Şimdi,
Atlastan gömlekler giydirsinler Üstadım'a...
Ve hiç üşümesin bir daha...

İbrik

Tarassutlar ve hapishaneler dışında...
Yanında bir ibrik bulunurdu daima...
Basit bir tenekeden yapılma...
Ama..
O kadar büyük bir zulüm damarı var ki,
İnsanoğlunda..
Su bile vermez oluyor,
İnsan ölse karşısında...
Bu gibi halleri yaşadı Bediüzzaman da,
Su vermediler bazen,
Ya da ölümü sudan olsun diyerek,
Zehirli sular içirdiler...
Fakat bunların haricinde,
Talebeleri daima o ibrikte,
Temiz su bulundurdular...
Abdest için, çay için, yaşamak için...
Çeşmeler bulurdu Üstad,
İbriği doldurmak için...
Soğuk ve temiz su akıtan çeşmeler...
Kah Erek Dağında,
Kah Barla sokaklarında...
Zehirlerin etkisini kırmak adına...
O soğuk sulardan içerdi kana kana...,
Bir gün Çam dağına çıkmışken,
Sıddık Süleymanla...
Bu ibrikten kullanıldı,
Onun yaptığı çayın suyu da...
O ibrik, şahit yazıldı..
O iki mübareğin samimiyetine,
Ve rızıklanışlarına...

Köstekli saat

Zaman,
Bediüzzaman için oldukça değerliydi...
Herşeyi zamana göre şekillendirirdi...
Yani O,
Zamansız işlerin adamı değildi...
Bu koca hizmeti...
Bu fani hayata sığdırması gerektiğini,
Bilenlerdendi...
Öyle de yaptı...
Çalıştı, çalıştı, çalıştı...
“Bilseniz ki,”
“Gayret ne güzeldir...”
“Bir dakikanızı bile,”
“Boşa geçirmezdiniz” dedi...
Ve öyle de yaşadı...
Onu rotasından ayırmaya çalıştılar,
Zaman zaman...
Ya da zamandan koparmak adına,
Ücralara sürüklediler,
Her zaman...
Fakat o vazgeçmedi davasından...
Zamanın insanı bir oldu onun karşısında,
O, zamanın insanı olarak durdu,
Her müşkülün karşı kıyısında...
Zaman geçti,
Ve bilindi...
Bediüzzaman bir köstekli saatin,
Ona verdiğinden,
Çok fazlasını elde etmişti...
Yani hayatını zamanla geçirmek yerine,
Zamanı hayatına sığdırmayı iyi bildi...
Bunlardan öte,
İnsani bir ihtiyaç olarak,
Yanında bir köstekli saat gezdirirdi...
Ona bu köstekli saatiyse,
Hüsrev ağabey hediye etmişti...
O da kendisinin saatini,
Hüsrev ağabeye vermişti...
O köstekli saat pirinçtendi...
Ve o sepetin içinde,
Akrep ve yelkovanından,
Bütün bir hayatı geçirmişti...

Pusula

Bir Şahine benziyor belki de Üstad,
Yalnız, garip, kimsesiz bir Şahine...
Kanatlarını kırmak isteyen,
Onu sapanla vurmak isteyen,
Hatta avuçları arasında,
Patlatıncaya kadar sıkmak isteyen,
O cani insanlara inat...
Daima uçmak isteyen,
Bıraksalar gökyüzünde,
Gezilmedik karış yer bırakmayacak kadar,
Hür ve özgür bir Şahin...
Ama yaralamak,
Yok etmeye çalışmak,
Ya da hayatını sonlandırmak,
Daha kolay geliyor insanoğluna,
O Şahini özgür bırakmaktansa...
Bir kafese koyup,
Çırpınmasını izlemek,
Hasretinin çığlıklarını dinlemek,
Daha çok sevindiriyor insanı...
Hani dağlarda hür gezen bir kuşu,
Kafese kapatmak ne demekse yıllarca,
Bediüzzamanı hapse koymak,
Evinin kapısına kilit vurmak,
Başında daima polis bulundurmak da,
Onun için öyle bir şeydi...
O, hür adamdı halbuki...
Dağlarda hür gezmeliydi...
Ağaç başlarına çıkıp,
Özgürce kainatı seyretmeliydi...
Fakat maalesef bunu,
Anca izin verdikleri kadar yapabildi...
Bu sırada ona bir de pusulası eşlik ederdi...
Bulmak için uçacağı yönü, kıbleyi...
Ama pusulaya ihtiyacı yoktu onun,
İnanın ki...
O zaten,
Her zaman Rabbine yönelmişti...
O zaten yönünü,
Doğduğunda öğrenmişti...
Pusula olsa da olmasa da O,
Nereye dönseydi,
Her yerden Rabbine gidebilirdi...
Çünkü Bediüzzamanın yönü,
Pusulası gibi,
Daima Baki Sevda'yı gösterirdi...

Bir Tespih
Bir Misvak
Bir Seccade

İnsan döndüğü yere dikkat etmeli...
Bir yolda giderken,
Nereden geldim?
Nereye gidiyorum?
Diye sormalı kendine...
Bu nedenle,
Yönelmek, belli bir yönde gitmek,
Çok önemli insanoğlu için...
Kendisini götüren yönün sonunda,
Ne olduğunu,
Ne olacağını iyi bilmeli insan...

Olabilir ki,
Bir Cennete çıkar yolun sonu...
Ya da karşında belirir,
Bir Cehennem çukuru...
Bu nedenle,
Ölüm gelmeden evvel,
Uyandırır seni uykundan gittiğin yön...
Her yol Cennete çıksın ister kişioğlu...
İster de, bunu sağlamanın yolu,
Bir ufak seccadeden geçer...
İnsan seccadesiyle bulur yolunu...
Rabbine yönelir...
Güzel eyler sonunu...
Anlar ki,
Namazdır hayatın soluğu...
Ve ardından bir tesbihlik,
Yani doksan dokuz habbelik bir anış gelir,
Yaratıcıyı, yani Dostu...
“Subhanallah”
“Elhamdülillah”
“Allahuekber”
Bediüzzamanın hayatı,
Bu kelimelerle dopdolu...
Misvaksa temizlemektir,
Bütün bu güzelliklere giden yolu...
Peygamberin sünneti...
Temizliğin işareti...
Bediüzzamanın misvağı,
Bediüzzamanın tesbihi,
Bediüzzamanın seccadesi...
Hayatının namaz odaklı olduğunun,
En büyük nişaneleri...
Ezan “Allahuekber” dese,
O seccade hemen serilirdi yere,
Misvağı sürerdi mübarek dişlerine,
Ve yönelirdi Rabbine temiz bir nefesle...
Ardından “Hu” çekerdi sekiz tanesi,
Kırmızı taşlı,
Gerisi sarı renkli,
Boncukkan müteşekkil tesbihiyle...
Ses verirdi kainat onun zikrine...
Tespih, misvak ve seccade...
Yer bulurlardı her zaman kendilerine,
Bediüzzamanın sepetinde...

Yemek Kabı

Yemek dediğin,
İnsanın olmazsa olmazı...
Bediüzzaman içinse,
Lezzetler şükür için verilmiş...
Ne ile yaşıyorsun?
Diye soranlara...
Seksen senenin içinde,
Dünya zevki namına bir şey tatmayan,
Daima kanaatle doyan,
Yarı aç, yarı işte şöyle böyle hayatıyla,
Cevap vermiş...
Tolstoy,
“İnsan ne ile yaşar?”
Sorusuyla bir kitap yazmış...
Bu soruya kendince cevaplar aramış...
Sanırım Bediüzzamanı tanısa,
Yadıklarını bir defa daha,
Gözden geçirirmiş...
O Bediüzzaman ki,
Bir okka balı aylarca yediği olur,
Bir ekmekle günlerce idare eder...
Yemek için yaşamazda,
Yaşamak için yer adeta...
Böyle bir hayat tarzı...
Şimdi diyoruz ki,
Bediüzzamanın yemek kabı...
Evet onun bir yemek kabı vardı...
Yarı dolu...
Çoğu zaman bomboş, diğer yarısı...
Düşünün bir...
O ki Bediüzzamandı...
Bizim yediklerimizin hangi birini tattı?
Tıpkı Peygamber-i Zişanın hayatı...
Söyleyin...
Biz mi kazandık?
Yoksa hayatını,
Dünya nimetlerinin ötesinde yaşayan,
O yüce insanlar mı?

Yün çoraplar

Doğu memleketlerinde,
Yün eğirir analar...
Kendi besledikleri,
Emek verdikleri,
Zamanı gelince kırpıp,
İpe çevirdikleri yünlerdir bunlar...
Yani ipleri has yünden olur...
Bu da yetmez,
Altı şişten kalın çoraplar örerler...
Oğullarına, eşlerine,
Kızlarına, torunlarına giydirirler...
Eşe dosta hediye ederler çoğu kez...
Bazen de üç beş kuruşa satarlar,
Binbir zahmetle meydana getirdikleri,
Yün çorap ve patikleri...
Bediüzzaman da,
Bu çoraplardan giyerdi...
O soğuk mekanlara,
Azda olsa bunlarla mukavemet ederdi...
Zaten Bediüzzaman oldukça zaifti...
Bu nedenle çabuk üşür,
Zehirlenmelerden ötürü,
Zaman zaman titrerdi...
Bediüzzamanın çorapları yündendi...
Anaların sevgiyle ördüğü iptendi...
Bembeyaz, apak...
Fakat uzun süre giyildiği için,
Çoğu zaman alttan üstten delinirlerdi...
Üstad yırtıkları dikerdi...
Ve çorap parçalanıncaya dek,
Giymeye devam ederdi...
Ama mutlaka temiz olarak giyerdi...
Her zaman olduğu gibi,
Yamalı giyse de,
Temiz olmaya azami dikkat ederdi...
Vefatının ardından,
Ortaya çıkan eşyalar içinde,
Bu delik deşik çoraplar,
Oldukça dikkat çekici...
Ve söylediklerimizin,
Canlı birer şahidi...

On Beş Sene Giydiği Pamuklu Entari

Bir elbise ki,
Onca sene geçmiş üzerinden...
Bir elbise ki,
Sadece bedeni örtsün yeter,
Tesettüre halel gelmesin yeter...
Denilerek,
Yıllarca giyilmiş...
On beş sene diyor,
Bediüzzamanın kendisi...
“On beş sene giydiğim,
Pamuklu entari...” diyor...
Bu tabir akla,
Hz. Ömer'i getiriyor...
Hani İslamın büyük halifesi...
Hz. Ömer'i...
Onun zamanında,
Binlerce lira geçmiş,
Elinin altından...
Fakat o çok geceler...
Elbisesini çıkarır...
Yıkayıp asar da,
Sabaha kadar bekler,
Yeniden giymek için....
Çünkü korkar ikinci bir,
Elbiseyi giymeye...
Çünkü çekinir,
Rabbimin koyduğu haddi aşarım diye...
Bediüzzaman ve Hz. Ömer...
Birbirlerine benzemiyorlar mı sizce de?
En ileri gitmişler ikisi de,
İktisad ve kanaatte...
Akıl sır erdiremeyenler olmuş,
Onların bu haline...
Bu davranışların sebebini,
Bağlayanlar olmuş hıssete...,
Fakat onların hali çok uzak,
Bu sufli hallerden...
İkisi de gösteriyor ki,
Sıyrılmışlar maddeden...
Ve maneviyatta yükselmişler,
Maddiyatı terk ederek,
Erkenden...

24 sene hizmet eden ustura

Sadece iki sünneti terk eylemiş,
Bu hayat meydanında...
Biri evlilik,
Diğeri sakal bırakma...
Bunların sebebi sorulmuş ısrarla...
Evliliğin sebebi belirgin...
Zaten hayatı uzun bir ızdırap yumağı...
Bir eş bu kadarına nasıl tahammül eder?
Ya da sahi,
Sizce öyle bir bayan var mı?
O da isterdi elbette,
Bir evlat başı okşamayı...
“Fakat hakkım yok ki zelil edeyim”
Dedi onları...
Gerçi zaten O,
İmanın cereyanındaydı...
Aklından bile geçirmiyordu ki,
Evlenip, çoluk çocuğa karışmayı...
Buna izin vermiyordu maneviyatı,
Ve de maddiyatı...
Sakal bırakmaksa,
Onun en çok arzuladığıydı...
Bu kadar peygambere bağlı biri,
Sakal bırakmaktan mı kaçınacaktı?
Hayır!
O, bu işi tedbiren yapmadı...
İslamiyette bir kural mevcut...
Eğer bir kimse sakal bırakırsa...
Tamamen kesmesi yasak olur bir daha...
O ki, Tecritlerde, hapislerde...
Bırakırlar mıydı o sakalı yerinde?
İşte bu nedenle,
Sakalını keserdi Üstad her daim...
Bunun için de bir ustura kullanırdı...
Öyle ki bu usturayı Üstad,
Yirmi dört seneden fazla,
Şahsi hizmetinde kullandı...
Bu belki de iktisadın bile,
Sınırlarını zorlayan bir olaydı...
Fakat konu ne de olsa,
Bediüzzamandı...
Onun eli altında,
Hiçbir eşya zayi olmaz,
Hatta sanıldığından da,
Uzun süre kullanılırdı...

Sarık

O Rabbimiz ki,
“Kış olduğunda kardan mamul,”
“Giydirir arza beyaz elbiselerini...”
“Sonra gelince bahar mevsimi...”
“Çıkarır üstünden kainatın,”
“O beyaz entarisini...”
“Birden yeşil halılarını sahralara seriverir,”
“Tıpkı birer zümrüt gibi...”
“Yemyeşil gömlekleri,”
“Dağlara giydirirken...”
“Dağların şahikalarının başına,”
“Beyaz sarıklarını sarıverir...”
O Rabbimiz ki,
Eğer istemezse,
Çıkaramaz o sarığı,
Dağın başından,
Hiçbir kimse...
Tıpkı o dağların başına sarılan,
Sarıklara benzer Bediüzzamanınki de...
Bir sarık ki...
Sanki söz vermiş Rabbine ta ezelde...
Bir sarık ki,
Tüm çabanın sebebidir,
Hayat sahnesinde...
Bir sarık ki,
Sarılmış bir ucu boynuna,
Kefen niyetine...
Bir sarık ki...
Koyulduğu başla,
İç içe geçmiş gibi...
Birbirinden ayrılmazlar...
Bediüzzaman,
Sarığa ilişenlere karşı,
Konuyu şöyle noktalar.
“Bu sarık”
“Ancak,”
“Bu başla beraber çıkar...”

Yüz yamalı cübbe

“Şu üstümdeki sakoyu”
“Yedi sene evel”
“Eski olarak almıştım”
Der iktisad Risalesinde...
Yani eski aldığı bir cüppeyi,
Bir de kendisi giymiş yedi sene...
Çok daha fazla belki de...
Ondan miras kalmış bir cüppe de...
Ortaya çıkar vefat ettiğinde...
Hz. Alinin ki gibi,
Yama varmış,
Tam yüz yerinde...
Adeta yamalardan,
Yeni bir cüppe çıkmış ortaya...
Yamalı olmasının yanında,
Boyu kısa,
Kolu kısa...
“Ama ben razı oldum buna”
Diyor ısrarla...
“Yenisine ihtiyacım yok,”
“Hiçbir şeye ihtiyacım yok”
“Hasbunallahi ve ni'mel vekil”
Diyor defalarca...
Ona dünyayı isnad edenlerin kulağıysa,
Çınlasın artık,
Bu manzara karşısında...

Bediüzzamanın sepeti

Dikkat edilesi bir nokta bu...
Detaydan öte,
Anlamı varlık dolu...
O peygamber ki,
“Dünya ile benim,”
“Ne alakam var?” diyordu...
“Ben, dünyada,”
“Bir ağaç altında,”
“Gölgelenip de,”
“Bırakıp giden,”
“Bir yolcu gibiyim.” diye ekliyordu...
Ve yaşantısıyla bunu kanıtlıyordu...
Ardında açtığı yoldansa,
Sevenleri gidiyordu...
Bunlardan biri de,
Bediüzzaman oluyordu...
Azami iktisad,
Azami kanaat,
Azami sadelik...
Hayatı, bir hasır sepetlik...
İçine üç beş eşya dolduruyordu...
Öyle dışarıya da taşmıyordu...
Alıyordu bir koluna..
Her gittiği yere götürüyordu...
Yani insanın aklına sığışmayan,
O sepete sığıyordu...
Ne bir araba bonosu...
Ne de bir ev tapusu...
İçinde dünyalık adına bile,
Oldukça basit şeyler bulunuyordu...
O sepettekilerin eşya olduğuna,
Belki bin şahit gerekiyordu...
En ucuzundan libas,
Tenekeden yapılma kap, kacak...
Yüz yamalı cüppe, çorap, fanila...
İşte bu kadarlık bir dünya...
Hiç kimseye nasip olmaz ama...
Hasılı,
Mübarek bir sepetti onunki...
Sahibinin nurundan nasiplenmişti...
Sahibine yıllarca yarenlik etmişti...
Çünkü Bediüzzamanın sepeti...
Has bir Nur talebesiydi...
Sadıktı...
Sevimliydi...
Mütevaziydi...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
9 Yorum