Dr. Selçuk ESKİÇUBUK

Dr. Selçuk ESKİÇUBUK

Bediüzzaman’ın penceresinden ‘sebep ve sonuç ilişkileri’-3

7-Ehl-i Sünnet, Mezhep, tarikat ve ekol yüzü

Sebep-sonuç meselelerine bakış İslam tarihinde Ehl-i Sünnet ile bazı mezhep ve ekoller arasında ayrılık sebebi olmuş, bu yüzden doğru yoldan sapıp dalalete düşenler de olmuştur.

Bizler sebep olduğumuz kötü olaylardan sorumlu olduğumuz gibi iyi işlerden de mutluluk duyarız, sevap kazanırız. Ama neden olduğumuz iyiliklerde bizim payımız çok az, kaderin payı ise çoktur. Kötülüklerde ise bizim irademiz ön planda olduğu için mesuliyet bize aittir. Öyleyse silah atarak birinin ölümüne neden olan bir kişi mesul olduğundan cezasını da çekmelidir.

Bediüzzaman, Ehli Sünnet ile Mutezile ve Cebriye mezheplerinin sebeplere bakışını şöyle anlatır:

*Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, "Şu müsebbep, şu sebeple vukua gelecek." Öyle ise, denilmesin ki, "Madem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz-ü ihtiyariyle tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı yine ölecekti."

Sual: Niçin denilmesin?

El cevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini neyle hükmedeceksin? Ya, Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen; veyahut Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin.

Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul." Cebrî der: "Atmasaydı yine ölecekti." Mutezile der: "Atmasaydı ölmeyecekti."  (Sözler, 26.Söz)

İnsanların başına gelen kötü olaylarda bazen kaderin adaleti vardır, zulüm görünen olaylar içinde aslında adalet tecelli eder. Mesela hakim birisini hırsızlıktan mahkum eder, bu nedenle zulmeder çünkü sanık üzerine atılı suçu işlememiştir ama kimsenin bilmediği bir suçu vardır, ilahi adalet onu hakimin eliyle bu dünyada cezalandırmıştır.

Bediüzzaman, bu konudaki Ehl-i Sünnet görüşünü şöyle anlatır:

*her hadisede iki sebep var: Biri zâhirîdir ki, insanlar ona göre hükmederler, çok defa zulmederler. Biri de hakikattır ki, kader­i İlâhî ona göre hükmeder, o aynı hâdisede beşer zulmünün altında adalet eder. Meselâ, bir adam, yapmadığı bir sirkat ile zulmen hapse atılır. Fakat gizli bir cinayetine binaen, kader dahi hapsine hüküm verir, aynı zulm­ü beşer içinde adalet eder." (Şualar,13.Şua)

*….kader hakikî illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar zâhirî gördükleri  illetlere hükümlerini bina eder,  kaderin ayn-ı adaletinde zulme düşerler. Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte, kader-i İlâhî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş. Hâkim ise, sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. (Sözler, 26.Söz)

* bazen zulüm içinde adalet tecellî eder. Yani, insan bir sebeple bir haksızlığa, bir zulme mâruz kalır, başına bir felâket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebep haksız olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vâkıa adaletin tecellîsine bir vesile olur. Kader-i İlâhî başka bir sebepten dolayı cezaya, mahkûmiyete istihkak kesb etmiş olan o kimseyi bu defa bir zâlim eliyle cezaya çarptırır, felâkete düşürür. Bu, adalet-i İlâhînin bir nevi tecellîsidir. (E.Lahikası 2)

İnsanlar kötülüğü bizzat yapmamış ama yapana yardım etmişse yani suça ortak olmuşsa yine yapan gibi suçludur, hukuk onu da cezalandırır. Bir iyiliğe aracı olmuşsa dinimizce bizzat yapan kadar sevap kazanır. Bu nedenle Peygamberimiz ve sahabeler ümmetin bütün iyiliklerinden sevap kazanırlar.

*Es-sebebü ke'l-fâil (sebep olan yapan gibidir) kaidesince, bu vaziyetten gelen günahlardan, seyyiattan siz mes'ulsünüz.(B.Lahikası)

*….Sizler çokların medar-ı intibahı oldunuz ve hüsn-ü misâl oldunuz. Es-sebebü ke'l-fâil sırrınca vasıtanızla ve size iktidâ ile hizmet-i Kur'âniyeye girenlerin kazandıkları hasenatın bir misli, inşaallah sahife-i a'mâlinize geçer.(B.Lahikası)

* Evet, Sahâbeler madem İslâmiyetin tesisinde ve envâr-ı Kur'âniyenin neşrinde, saff-ı evvel teşkil ediyorlar. Es-sebebü ke'l-fâil sırrınca, bütün ümmetin hasenâtından onlara  hisse çıkar. (Sözler, 27.Söz)

* Es-sebebuke'l-fâil düsturuyla, bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun defter-i hasenatına girmesi. (Sözler,25.Söz)

“Vahdetü’l–vücud” geçmiş yüzyıllarda rağbet edilen tarikat-tasavvuf yolundaki zevkli ve heyecanlı bir ekoldü. Ancak bu görüş sahipleri Allah adına kainatı inkar etme derecesine gelmişken maddeye fazla dalanlar bu görüş tesirine girince kainat hesabına Allah’ı inkar bile edebilirler. Sebeplerin arkasındaki gerçek tesir sahibi, gizli ilahi eli göremediklerinden istikametli bir yoldan sapar, uçuruma gidebilirler.

*Vahdetü'l-vücud ise, bir meşrep ve bir hal ve bir nâkıs mertebedir. Fakat zevkli, neş'eli olduğundan, seyr ü sülûkta o mertebeye girdikleri vakit, çoğu çıkmak istemiyorlar, orada kalıyorlar, en müntehâ mertebe zannediyorlar.

İşte şu meşrep sahibi, eğer maddiyattan ve vesaitten tecerrüd etmiş ve esbab perdesini yırtmış bir ruh ise, istiğrakkârâne bir şuhuda mazhar ise, vahdetü'l-vücuddan değil, belki vahdetü'ş-şuhuddan neş'et eden, ilmî değil, hâlî bir vahdet-i vücud onun için bir kemâl, bir makam temin edebilir. Hattâ, Allah hesabına kâinatı inkâr etmek derecesine gidebilir. Yoksa, esbab içinde dalmış ise,maddiyata mütevağğıl ise, vahdetü'l-vücud demesi, kâinat hesabına Allah'ı inkâr etmeye kadar çıkar. (Mektubat, 18.Mektub)

SON SÖZ

Evrendeki ve tabiattaki sebeplerde boğulmadan sebeplerin aslında bir perde olduğunu hangi örneklerle anlarız? Sebepler; bir aynanın renkli arka yüzüyle parlak ön yüzünden hangi yüzüne benzer? Renkli arka yüzüne benzer, orası mülk cihetidir yani kimseye muhtaç olmayan Allah’ın yüceliğine ve mükemmelliğine aklın sığıştıramadığı işler işte bu sebepler dairesidir, şikayetler, itirazlar ona gider. Ama bir de aynanın parlak yüzü vardır ki buna melekut ciheti denir. Burada sebeplerin hiçbir tesiri yoktur, oraya Kur’anın ışığı ve iman dürbünüyle bakan gözler sebepleri yaratan o ilahi gücün gizli elini ve kudretini görürler.

Sebep sonuç ilişkileri 7 açıdan incelendiğine görülen her zaman O’dur.O ise, Müsebbibü’l Esbab, Müessir-i Hakikî , Sani-i Hakim, Münim-i Hakiki, Kadîr-i Zülcelâl, Malikü'l-Mülk-i Zülcelâl ve Rabbüs-semavatı vel ard dır.

*Ey esbab-perest gafil! Esbab bir perdedir; çünkü izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedâniyedir; çünkü tevhidve celâl öyle ister ve istiklâli  iktiza eder. Sultan-ı Ezelînin memurları, saltanat-ı Rububiyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o Rububiyetin temâşâger nazırlarıdırlar. Ve o memurlar, o vasıtalar kudretin izzetini, Rububiyetin haşmetini izhar içindir, tâ umur-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin. Acz-âlûd, fakr-pîşe olan insanî bir sultan gibi, acz ve ihtiyaç için memurları şerik-i saltanat ittihaz etmiş değildir.

Demek esbab vaz edilmiş, tâ aklın nazar-ı zahirîsine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin. Zira, âyinenin iki vechi gibi, herşeyin bir mülk ciheti var ki, âyinenin mülevven yüzüne benzer; muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir. Biri melekût'tur ki, âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir vechinde, kudret-i Samedâniyenin izzetine ve kemâline münâfi hâlât vardır. Esbab, o hâlâta hem merci, hem medar olmak için vaz edilmişler. Fakat melekûtiyet ve hakikat cânibinde her şey şeffaftır, güzeldir, kudretin bizzat mübaşeretine münasiptir, izzetine münâfi değildir. Onun için, esbab sırf zahirîdir; melekûtiyette ve hakikatte tesir-i hakikîleri yoktur.

Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvâları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlaka tevcih etmemek için, o şekvâlara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz edilmiştir. Çünkü kusur onlardan çıkıyor ve onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor. (Sözler,22.Söz)

*Müessir-i hakikî yalnız Allah'tır. Tesir-i hakikî esbabda yoktur. Esbab, izzet ve azamet-i kudretin perdesidir—tâ ki, aklın nazar-ı zahirîsinde, dest-i kudret umur-u hasîse ile mübaşir görünmesin. Birşeyde iki cihet var:

Biri, mülk—âyinenin mülevven vechi gibi, ezdat ona vârid oluyor; çirkin olur, şer olur, hakîr olur, azîm olur, ilâ âhir. Esbab bu cihette vardır; izhar-ı azamet ve izzet-i kudret öyle ister.

İkinci cihet, melekûtiyet cihetidir: Âyinenin şeffaf vechi gibi. Şu cihet herşeyde güzeldir. Şu cihette esbabın tesiri yoktur. Vahdet öyle ister. Hatta hayat ve ruh ve nur ve vücut, iki vecihleri şeffaf ve güzel olduğundan, mülken  ve melekûten vasıtasız dest-i kudretten çıkıyorlar.(Nokta Risalesi)

*Birinci nokta: Kudretin umur-u hasise ile zahiren mübaşereti görünmemek için, perde olmak üzere esbab vaz edilmiştir.

İkinci nokta: Hayat, vücut ve nurun, dışları gibi içleri de şeffaf olduğundan, kesif perdeler hükmünde olan esbab vaz edilmemiştir. Yalnız pek ince, nazik perdeleri andıran vesait varsa da, altında dest-i kudret görünür.

Üçüncü nokta: Kudret-i ezeliyenin tesirinde, tasnîinde külfet yoktur. Evet, bir incir çekirdeğinden koca bir incir ağacını ve ince bir sap ile koca bir kavunu bağlayıp çıkaran kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Şöyle mu'cizatıyla malûm olan kudret sahibinin vücudu, zuhuru, kâinatın vücudundan, zuhurundan daha zahirdir. Çünkü, herbir masnû, kendi nefsine birkaç vecihle aynen delâlet eder. Fakat Sâniine, hem aynen, hem aklen çok vecihlerle delâletleri vardır. Ve hangi bir masnûun vücudu esbabtan istenilirse, bütün esbab toplanıp birbirine yardımları olsa bile, o masnûun benzerini yapamazlar. (M.Nuriye)

*Nur-u Kur'ân ile mevcudata bakmayan feylesofların en ileri gidenleri bakmışlar ki, tabiat ve esbab vasıtasıyla bu mevcudatın teşekkülât ve vücutlarını—sabıkan ispat ettiğimiz tarzda —imtinâ derecesinde müşkilâtlı gördüklerinden, iki kısma ayrıldılar.

Bir kısmı Sofestâî olup, insanın hassası olan akıldan istifa ederek, ahmak hayvanlardan daha aşağı düşerek, kâinatın vücudunu inkâr etmeyi, hattâ kendilerinin vücutlarını dahi inkâr etmesini, dalâlet mesleğinde  esbab ve tabiatın icad sahibi olmalarından daha ziyade kolay gördüklerinden, hem kendilerini, hem kâinatı inkâr edip cehl-i mutlaka düşmüşler.

İkinci güruh bakmışlar ki, dalâlette, esbab ve tabiat mûcid olmak noktasında, bir sinek ve bir çekirdeğin icadı, hadsiz müşkilâtı var. Ve tavr-ı aklın haricinde bir iktidar iktiza ediyor. Onun için, bilmecburiye, icadı inkâr ediyorlar, "Yoktan var olmaz" diyorlar. Ve idamı da muhal görüyorlar, "Var yok olmaz" hükmediyorlar. Yalnız, harekât-ı zerrat ile, tesadüf rüzgârlarıyla bir terkip ve tahlil ve dağılmak ve toplanmak suretinde bir vaziyet-i itibariye tahayyül ediyorlar. (Lemalar, 23.Lema)

*bütün meleklerin, belki bütün esbab-ı zâhiriyenin vazifeleri, izzet-i rububiyetin perdeleridir. Tâ güzellikleri görünmeyen ve hikmetleri bilinmeyen şeylerde kudret-i İlâhiyenin izzeti ve kudsiyeti ve rahmetinin ihatası muhafaza edilsin, itiraza hedef olmasın ve hasis ve ehemmiyetsiz ve merhametsiz şeylerle kudretin mübaşereti nazar-ı zâhirîde görünmesin. Yoksa, hiçbir sebebin hakikî tesiri ve icada hiç kàbiliyeti olmadığını, her şeyde tevhid sikkeleri kat'î gösterdiğini, Risale-i Nur hadsiz delilleriyle ispat etmiş. Halk etmek, icad etmek Ona mahsustur. Esbab yalnız bir perdedir. Melâike gibi zîşuur olanların, yalnız cüz-i ihtiyarıyla cüz'î, icadsız,  kesb denilen bir nevi hizmet-i fıtriye ve amelî bir nevi ubudiyetten başka ellerinde yoktur.

Evet, izzet ve azamet isterler ki, esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.

Tevhid ve ehadiyet isterler ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden. (Şualar,11.Şua)

*Cenâb-ı Hakkın mâsivâsına, yani kâinata mânâ-yı harfi ile ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismi ile ve esbab hesabına bakmak hatâdır.

Evet, herşeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakka bakar, diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakka bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakka bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh, nimete bakıldığı zaman Mün'im, san'ata bakıldığı zaman Sâni, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.

Ve keza, nazar ile niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalb eder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalb eder. Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa mârifet-i İlâhiyedir .(M.Nuriye)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.