Bediüzzaman’ın Muhakemât’ından anladıklarım

İfade-i Merâm

Risale Akademi tarafından tertip edilen “Muhakemât’ı Anlama Seminerleri” çerçevesinde, Muhakemât’ın birinci makaleden önceki giriş kısmını hazırlama vazifesi bana verilmişti. Bu vesileyle, kendi mevzuuma hazırlanmaktan başka, bu seminerlerle, Muhakemât’ın külliyetli bir kısmını peşpeşe okuma imkânını elde ettim. Aşağıda, giriş kısmından anladıklarımı ifade etmeye çalıştım. Ben dersimi hazırladığımda, Unsuru’l Belagat’i henüz tedkik etmemiştim. Fakat bu yazıyı yazmaya başladığımda,  Unsuru’l Belagat’i bir defa da olsa bir bütün halinde okumuş bulunduğumdan, özellikle bu bölümün vaz’ ettiği prensiplerin gerek giriş bölümünde, gerekse eserin tamamında nasıl istimâl edildiğini kendi cüz’î istidâdımın nisbetinde, ucundan da olsa görmeye başladığımı zannediyorum. Bu bakımdan bunu dile getirmeye çalıştığım bu yazı, kendi adıma bir denemedir, çok hatîat ve ihtilâtatla ma’lûl olması kuvvetle muhtemeldir. Hatâlar benden, güzellikler ise, müellifiyle beraber Muhakemât’tan, ve onun menbâı olan Kur’an-ı Azîmüşşân ve Sanî-i Cemîl’dendir.

Bu yazıyı bu şekliyle yazmakta bana cesaret veren, esasen Muhakemât’ın bizatihî kendisi oldu. Birinci makalenin on birinci mukaddemesindeki üç kaziyeyi, Bediüzzaman’ın kelâmına tatbik ederek dedim ki:

1-Bu kelâm, Bediüzzaman’ın kelâmıdır.

2-Kelâmın mana-i murâdı hak ve sâdıktır. Bu kaziye, ayet ve hadîse tatbikindeki kadar muhkem olmamakla beraber, itikâdım, Bediüzzaman’a itimâdım ve kanaatimce yine de kâbil-i tatbiktir.

3-Bu kelâmda murâd budur, işte aşağıda yazıyorum. Benim hakk-ı hatâm, sizlerin hakk-ı reddi mahfuzdur.

Giriş

Bediüzzaman Muhakemâtını, “mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi” vehayut “Saykalü’l İslâmiyet” namlarıyla da isimlendirmiştir. Kitabı tahkikten önce, bizi kitabın mevzuuyla tanıştıran ve muhtevasına aşina kılan isimlerine kafa yormak lazımdır.

“Mariz bir asır” ifadesinden, maddi ve manevî iki cihet anlaşılmak mümkündür. Maddi bakımdan, hususan Osmanlı Devleti merkeze alındığında, 20. yüzyılın müşevveş ahvâlini tasvir zâittir. Manevi bakımdansa, âhir zaman denilen asrın karakteristiği anlaşılabilir. Bunun detayı Risale-i Nur külliyatının muhtelif mevzularında zikredilmiştir. Hemen akla gelen birkaç örneği zikredelim. Bu asrın belki de en dehşetli hali, şişe kıymetindeki dünyayı, ona nisbeten elmas derecesinde olan ahirete, bilerek ve seve seve tercih etmektir. Ayetle [1] ihbar edilen bu halin, bu asra bakan hususiyeti, bu tercihin bilerek yapılıyor olmasıdır. Zira “hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sâir asırlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor.” [2] Bir diğeri, “Medeniyet-i garbiye-i hâzıranın, ihtiyacâtı ziyadeleştirerek iktisat ve kanaat esasını bozması”dır [3]. Bir başka ifadeyle, “bu zamanda mimsiz medeniyetin icabâtından olarak hâcât-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla, hâcat-ı gayr-ı zaruriye, hâcât-ı zaruriye hükmüne geçmiş. Âhirete imân ettiği halde, ‘Zaruret var’ diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.” [4]. “Bu asrın acip hassaları”na son bir örnek olarak “ehl-i İslamın fevkalade safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevi ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkması” [5] gösterilebilir. Sâir ahval, bunlardan kıyas edilebilir.

“Hasta bir unsur” ve “alil bir uzuv” ifadeleri ise daha muğlaktır. Burada zikredilen “unsur”dan (genelden özele) İslâm, Osmanlı veya Türk unsurları, “uzuv”dan ise aynı şekilde İslâm unsuru içinde Osmanlı, Osmanlı unsuru içinde Türk, Kürd veya Arap uzuvlarının anlaşılması mümkündür. Başka bir açıdan, eserin bizzat müellifince ulemâ reçetesi olarak tavsif edilmesinden ilhamla, İslâm unsurunun ulemâ uzvu anlaşılabilir ki, bu şahsen benim tefhimimdir. “Unsur” ve “uzuv” kelimeleri arasında hiyerarşik bir ilişki gözetmeden de, farklı manalar verilebilir.

İslam’ın cilası manasına gelen “Saykal’ül İslamiyet”ten ne kasdedildiği, eserin giriş bölümünden anlaşılmaktadır. Şimdi bu kısmın tahliline başlıyorum.

***

Tahiyyât ve Salavâtındaki Eser-i Belagat

Bediüzzaman Muhakemâtına, besmele, tahiyyât ve salavâtla başlamakla, hem tahmid ve salavâtla başlamayan işlerin hayrının kesik olacağını bildiren muhtelif rivayât-ı ehâdise [6], hem de buna binaen özellikle İslâmî mevzularda kaleme alınan eserlerde uygulanagelen hayırlı bir âdete mutabık hareket etmiş oluyor. Fakat gerek tahiyyâtında, gerekse salavâtında öyle beliğdir ki, Unsuru’l Belagat olan ikinci makalesinde temas ettiği bir takım esasâta tam muvafakâtı, beni tehyic etti.

“Cümle tahiyyat, ol Hâkim-i Ezel ve Hakîm-i Ezelî ve Rahmân-ı Lemyezelîye elyaktır” ifadesi için ihtiyâr edilen esmâdan, evvela Hâkim ismi, bu giriş bölümünde de zikredilen “İslâmiyet’in, fünûnun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederi” olması hakikatine zemin hazırlamasına binaen; saniyen Hakîm ismi de, eserin tamamına sirayet etmiş olan iştiyak-ı hikmeti işmâm etmesi vechiyle; ve nihayet Rahman ismiyle, emareleri görünen hâkimiyet-i İslâmiyet’e hamd ve bu vazifede tevfik duası eda edilmesiyle, nazm-ı lafzın omzuna binen nazm-ı maâni, Muhakemât’ın ilk satırı olan hatt-ı ufkîden şems-i belagat gibi lemeân ediyor. Mezkur üç esma ve işaret ettiği manaların, öncelikle tabiaten fünunun İslâm’ın veledi oluşu ve bu fıtratın “Ezel” ve “Ezelî” ismiyle de bilâ-kaydü’zzaman câri oluşu, arkasından hikmet-i cedidenin bu yolda istimalinin lüzumu, ve ahirde de bu ikisinin neticesi olan İslâmiyet’in istikbalde hakim olacağı müjdesinin, sırayla mâzi ve ezele, bugüne ve istikbale müteveccih olmakla zaman sırasını takibi de lâtif bir katre-i belagat olup, o lem’ayı her cihette teşa’u ettiriyor.

Bundan itibaren, bu tahiyyâtı iktizâ eden nimetler müteselsilen ta’dat ediliyor. Evvelen “bizi İslâmiyetle serfiraz ve şeriat-ı garrâ ile sırat-ı müstakîme hidayet etmesi”nden bahisle nimetlerin en yükseği, en başta zikrediliyor. Bu İslâm ve şeriat nimetinin “hakaikinin hakkaniyetini dest-be-dest ittifak veren akıl ve naklin tasdik ettiği” ifade ediliyor; o hakaik ise, “kökleri hakikat zemininde rüsuh peyda etmiş, saâdet-i dâreyn meyvesini veren füruatı da, kemâlâtın göklerine yükselip intişar etmiş” bir ağaca teşbih ediliyor. Bu hakaika bizi “irşad eyleyen Kur’ân-ı Mu’ciz’in de, kaideleriyle hilkat-i âlemin kitabından dest-i kader ve kalem-i hikmetle mektûb ve cârî olan kavanîn-i amîka-i dakika-i İlâhiyeyi izhar ettiğinden” bahsediliyor. Kur’ân, “ahkâm-ı âdilânesiyle nev-i beşerin nizam ve muvazenet ve terakkisine kefil-i mutlak ve üstad-ı küll olduğu” içindir ki, Bediüzzaman’a “İstikbale hüküm sürecek ve her kıt'asında hâkim-i mutlak olacak, yalnız hakikat-i İslâmiyettir.” itikâdını bilâpervâ söyletmiş. Özellikle bu kısımda “tabiat-ı manânın istemesiyle lafza verilen ziynet”, “meâlin izniyle suret-i manâya verilen haşmet”, “maksudun istidâdı müsait olmakla üslûba verilen parlaklık”, “matlûbun rızasıyla teşbihe verilen revnak” ve “hakikatten istimdâd eden hayale verilen cevelân ve şaşaa” bedihîdir, izah istemiyor.

Tahiyyat burada nihayet bulmakla, salavâtı istikbâl ediyor. “Server-i Kâinat ve Fahr-i Âleme salavât-ı bînihaye hediyesi”yle başlayan bu kısmın, esasen tahiyyatta sayılan nimetlerin bir diğeri ve mülâzemesi olduğunu söylemekte hata görmüyorum. Zira silsile takib edilirse, tenzil-i Kur’ân’ın ilk muhatabı olan Semere-i Şecere-i Hilkât Efendimiz’in (a.s.m.) âlemi teşrifi, gözle görünecek derecede âyân olur. Böylece şereflenen âlem, buna mukabil, “envâ ve ecnâsıyla:

-onun risaletine şehadet,

-mucizelerine delâlet,

-hazine-i gaybdan getirdiği metâ-ı âlîye dellâllık ediyor.”

Âlemde mevcut “herbir nev, kendi lisan-ı mahsusuyla alkışlarken, Sultan-ı Ezel de, zemin ve âsumanın evtârını intak edip herbir tel başka lisanla mu'cizâtının nağamatını inşad etmekle, o sadâ-yı şirin bu kubbe-i minâda ilelebed tanîn-endaz ediyor.” Ferş ve arşı, bir tambur ve kanun gibi Sâni-i Cemîl’in eline veren Bediüzzaman’ın bu ifadesi, kendi teşbihine müşabehetle bir sada-i belagatı teganni ediyor.

Bundan sonra, Bediüzzaman, âlemdeki nev’lerin alkışlarından bazı misaller verirken, o nev’lerle münasebettâr mu’cizâta da telmihâtta bulunuyor. Ezcümle; âsumanda şakk-ı kamere; zeminde, hacer, şecer ve hayvanın dillerinden bahisle bunların kavlen tasdik-ı risalet ettiği mu’cizâta; cevv-i fezada, sabavetinde ona sâyebân olan buluta; zaman-ı mazîde, kütüp ve kâhinlerin rumuz ve telvihâtına; asr-ı saâdette, Hz. Ömer misillü, “tabiat-ı Araptaki inkılâb-ı azîm”e işaret ediyor. O zamanın müstakbeli olan günümüzde ise, “fünûnunun etvar-ı müdakkikanesinin lisan-ı hakîmâneyle irşadatına teşekkür” ettiğini bildiriyor.

***

Durum Tesbiti

Salavâtın da hitâmıyla, Bediüzzaman, Muhakemâtını ona yazdıran esbabı anlatmaya, şu tesbitlerle başlıyor:

-“İslâmiyetin mağz ve lübbünü terk ederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık.

-Su-i fehm ve su-i edeple İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti ifa edemedik.

-İsrâiliyatı usulüne ve hikâyâtı akaidine ve mecezâtı hakâikına karıştırarak kıymetini takdir edemedik.”

Bediüzzaman, bunların neticesinde de İslâm’ın “bizden nefret ederek, evham ve hayalatın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi”ğini söyleyerek, aslında bizim evham ve hayal bulutları arkasından İslâm’a bakmakla onu tam seçemediğimiz anlatıyor. Buna rağmen, “hakkın neşvünema bulacağına” olan itikâd-ı tammıyla, “istikbale hüküm sürecek ve her kıt'asında hâkim-i mutlak olacak, yalnız hakikat-i İslâmiyet” olduğunu ilân ediyor. Bununla birlikte, buna mâni bir takım umûru da bildirerek bizi ikaz ediyor.

“Mazi kıt'asında, vahşetâbâd sahralarında hayme-nişin taassup ve taklid” tabiriyle taassup ve taklidin bedevi olduğunu, yani ancak bedevilere yakışacağını, “cehlistan ülkesinde menzil-nişin müzahrefat ve istibdad” tarifiyle de müzahrefat ve istibdadın bizzat cehaletlerini, yani cehaletten neş’et ettiklerini, “Adâvet hasleti, her şeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır.” [7] prensibinin derece-i belagatinde bir üslûbla ilân ediyor. Bunlarla birlikte, şeriat-ı garrânın galebesine mânî sekiz emri şöyle sayıyor:

-Ecnebilerde taklit, cehalet, taassup ve kıssîslerin riyaseti;

-Bizde istibdad-ı mütenevvi, ahlâksızlık, müşevveşiyet-i ahval ve atâleti intaç eden ye’s.

Ecnebilerin mânîleri temelde cehalete dayanan meselelerken, bizdekiler umumiyetle içtimâî hayatımızla münasebetdâr ve insan tabiatıyla alakalıdır.

Tüm bunlara riyaset eden sermâni ise, “bazı zevâhir-i İslâmiyet ve bazı mesâil-i fünun ortasında hayal-i bâtıl ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazattır.” Şems-i İslâmiyeti muvakkaten de olsa küsufa uğratan en büyük sebebin, “su-i tefehhüm ile tevehhüm-ü müsademet ve muhalefet” olduğu ifade ediliyor. Bu tevehhümü büyük bir hayretle karşılayan Bediüzzaman, “İslâmiyet’in, fünûnun seyyidi ve mürşidi, ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederi” olduğunu bildirmekle, ikisi arasında müsademet olamayacağını bildiriyor, ve “meyl-i taharrî-i hakikat, muhabbet-i insaniyet ve meyl-i insaf” değnekleriyle peder ile veledinin arasını bozmaya teşebbüs eden bu eşkıyayı mağlub eden “maârifin himmet-i feyyâzânesini ve fünûnun himmet-i merdânesini” tebrik ediyor.

***

Muhakemât’ın Muhtevası

Bediüzzaman, bu noktada artık kitabının muhtevasını anlatmaya başlıyor. Az evvel bahsettiği “su-i tefehhüm ve tevehhüm-ü bâtılın, hükmünü icra ederek,” fünûnun en bedîhi kısmından olan Küreviyyet-i arz gibi bir meseleyi İslâmiyet’e münâfi zannettirip, Kürt ve emsali unsurlara “bab-ı medeniyet ve maârifi” kapattırmasını misal olarak zikrediyor. Bu hususî mesele-i fenne, eserinin birinci makalesinin altı meselesinde temas edeceğini bildiriyor.

Eserdeki umumî maksadın ise, “İslâmiyette olan tarîk-ı müstakîmi göstermek” ve böylelikle üç zümreye esâlib-i muhtelifeyle hitâb etmek olduğunu bildiriyor. Maksadı, bu üç zümreden olan:

-“ehl-i tefrit olan a'dâ-yı dinin teşkîkâtını red ve yüzlerine vurmak;

-tarik-i müstakîmin öteki canibini ve sadîk-ı ahmak ünvanına lâyık olan ehl-i ifrat ve zahirperestlerin tevehhümlerini tard ve asılsızlığını göstermek; ve

-asıl rehber-i hakikat ve âlem-i İslâmiyetin ikbal ve istikbaline yol açan ve sırat-ı müstakîmde kemâl-i ümid-i zaferle çalışan muhakkikîn-i İslâm ve âkıl sıddıklara yardım etmek ve kuvvet vermektir.”

“Elhasıl, maksadım, ol elmas kılınca saykal vurmaktır.” diyerek, kitabına taktığı “Saykalü’l İslâmiyet” ismini de izah etmiş bulunuyor.

***

Muhakemât’ın Tertibi

Bediüzzaman, Muhakemât’ının “üç makale ile üç kitap üzerine mürettep” olduğunu söylüyor. Bunlardan

-Birinci makale olan Unsuru’l Hakikât, “bazı mukaddemât ve mesaille İslâmiyete saykal vurmanın beyanındadır”. Bu kısım, mânâ verme ve visâl-i hakikât için prensipler veren on iki mukaddeme ile, bu prensipleri istimâl ederek Küreviyyet-i arz gibi istib’ad edilen bir mesele-i fennin şeriata muvafakatı, Kaf dağı ve Sedd-i Zülkarneyn gibi bazı müşkülâta temas eden sekiz meseleden ibarettir.

-İkinci makale olan Unsuru’l Belagat, on iki meseleyi mutazammın olup, kelâm ve beyânın kuvveti, kudreti, hayatı, serveti, vüs’ati, semeratı, selaseti, selameti ve sıhhati için prensipleri ve üslûba dair meseleleri izah eder.

-Üçüncü makale olan Unsuru’l Akîde, “makâsıd-ı Kur’âniyenin fezlekesi” olan dört hakikatten bahseder. Bunlar, “Sâni-i Vâhidin isbatı, nübüvvet, haşr-i cismânî ve adldir”. Bu kısmın, Bediüzzaman’ın meşhur dostlarından Japon başkumandanının (*) bazı suallerine cevap mahiyetinde olduğu da, müellifin ifadesinden anlaşılmaktadır.

Son olarak Bediüzzaman, bu üç makalenin yanında, Muhakemât’ın, “ilmü's-sema ve ilmü'l-arz ve ilmü'l-beşeri tahkik” eden üç de kitabı hâvi olacağını söylemekle beraber, anlaşılıyor ki, bunların te’lifine, Risale-i Nur’un te’lifini tercih etmiştir. Üçüncü makalenin üçüncü maksadının ikinci maksadında te’lifin kat’a uğraması, fakat otuz sene sonra bu kısmın dokuzuncu Şua olarak te’lifi, ve dördüncü maksada hiç başlanmamasına rağmen, ismi-i Adl’in izahı olan otuzuncu Lem’anın ikinci nüktesinin o vazifeyi görmesi, buna delâlet eder.

(*) Bu Japon başkumandanının hüviyeti için M. S. Mardin’in çalışmasına [8] bakılabilir.

Kaynaklar

[1] İbrahim Sûresi, 14:3

[2] Şualar, s. 624

[3] Hutbe-i Şamiye, s. 158

[4] Emirdağ Lâhikası, s. 456

[5] Kastamonu Lâhikası, s. 24

[6] Ebu Davud, Edeb 21, (4840); İbn Mâce, nikâh 19; İbn Hibbân, es-Sahîh 1/173; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/127

[7] Mektubat, s. 256

[8] M. S. Mardin, “Bediüzzaman’ın Dostu Olan Japon Başkumandanı”, http://msmardin.com/2011/02/bediuzzamanin-dostu-olan-japon-baskumandani/, Erişim: 05/07/2013.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.