Bediüzzaman'ın Kürt sorunu olmasın çırpınışları

Bediüzzaman'ın Kürt sorunu olmasın çırpınışları

Çalmadık kapı bırakmadı

Risale Haber-Haber Merkezi

Mesut Zeybek'in yazısı:

Bediüzzaman Hazretlerinin Kürd meselesi Hakkında İkaz ve Tavsiyeleri

Osmanlı coğrafyasında Kürdistan tabir edilen bölgede dünyaya gelen Bediüzzaman Hazretlerinin Osmanlı payitahtına gelmesinin bir sebebi de, o havalinin maddi manevi kalkınması içindi. Oralara nazar-ı dikkati çekebilmek için ünvanını “Kürdî” olarak ilan etmişti. 1908’in başında İstanbul’da Sultan Abdülhamid’e müracaat etti. Doğunun ve orada çoklukla yaşayan Kürdlerin ihtiyaçlarını dile getirdi.

Sultan Reşad dahil bütün hükümet ricaline mektuplar yazdı. Sadece onları haberdar etmekle kalmayıp bilfiil teşebbüs etti, tahsisat çıkarttı. Gitti Van Gölü kenarında İslam Üniversitesinin temelini attı. Ne çare ki, harbler, inkilaplar o muhteşem maarif-i İslamiye ve fenniyenin maddi tahakkukuna müsaade etmedi.

Fakat bunları gerçekleştirmeyi hiçbir zaman ve zeminde merkezi hükümetten ayrı yerde ve zeminde düşünmedi. Merkezi hükümette bir problem varsa, sadece Kürtlere yönelik bir mesele değil, bu herkesin meselesidir diye düşündü.

İşte Bediüzzaman Hazretleri ünvanını Kürdî olarak kullandığı 1908'den 1923’e kadar Doğunun terakkisi, hususan maarifi için çok gayret etmiştir.

Vakta ki devir değişti, devran değişti manevi musibetler sadece Doğuyu değil bütün memleketi kapladı. Bediüzzaman Hazretleri de asrın manevi vazifedarı olarak “Kürdî” ünvanını bıraktı. Artık o bir “Bediüzzaman Said Nursî” unvanıyla neşriyat yapmaktadır ve bütün Ümmetin imdadına yetişen Müceddid-i Dindir. Türk’ün, Kürd’ün, Arab’ın elhasıl bütün Müslümanların dertlerinin dermanıdır.

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin eski eserleri, yani Osmanlı devrinde yayınlanan eserleri olsun, daha sonra Risale-i Nur Külliyatı ismiyle yayınlanan eserlerinde olsun Kürdlerin istikbaldeki halleriyle alakalı araştırmalarımızla meseleyi ortaya koyuyoruz ki, hakikat-ı hal anlaşılsın..

Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a ilk geldiğinde 1908’in başlarında Sultan Abdülhamid’e iletilmek üzere mabeyne verdiği, “Kürd’ler Neye Muhtaçtır?” başlıklı yazıda hükümetten isteklerini sıralar. Endişelerini beyan eder. Hatta “medar-ı maişetleri hükûmet-i senîyece tesvîd edilmek üzere” diyerek eğitim meselesine hükümetin el atmasını ister. Neticede ora ahalisinin büyük desteğinin “kuvve-i cesimeyi hükûmetin eline vermekle” ifadesiyle ortak büyük güce dikkat çeker. Bu makalede beraberlik var.. (Bkz. Asar-ı Bediiyye Makale-1)

ll. Meşrutiyetten sonra “Şûra-yı Ümmet Gazetesi” yayınlanan “Hamidiye Alaylarına Dair Beyan-ı Hakikat” adlı makalesinde de askeri düzenlemelere dikkat çeker. “Hem de o maden-i hamiyet ve mazhar-ı şecâat olan hayat-ı Kürdîyi tesis eden, ittihadın temeli ve büyük rabıtası “Hamidiye Alayları”dır” diyerek merkezi hükümetin oralarda düzeni sağlamak hususunda gösterdiği maddi gayreti nazara verir. (Bkz. Asar-ı Bediiyye Makale-2)

Meşhur 31 Mart 1909 vakıasında verildiği mahkemedeki kendince suç (!) telakki ettiği müdafaalarının birinci maddesi ki:

BİRİNCİ CİNAYET: Geçen sene bidayet-i hürriyette elli-altmış telgraf umum aşâir-i ekrada sadaret vasıtasıyla çektim. Meali şu idi:

“Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz emir, hakikî adalet ve meşve­ret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız!.. Zîrâ, dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. İstibdaddan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.”Her yerden bu telgrafların cevabı, suret-i hasenede geldi. Demek Kürdleri tenbih ettim, gafil bırakmadım. Tâ ki yeni bir istibdad onların gafletinden istifade etmesin. Neme lâzım demediğimden cinayet et­tim.”

Kürtleri meşrutiyete sahip çıkmaları için ikaz eder. Yine devamla mevzuumuzla alakalı kısımları alıyoruz.

ÜÇÜNCÜ CİNAYET: İstanbul’da yirmi bine yakın Kürdler, -hamal ve gafil ve safdil olduklarından- müstebidlerin onları iğfal ile Kürd kavmini lekedar etmelerinden korktum. Kürdlerin umum yerlerini ve kahvelerini gezdim; Geçen sene anlayacakları bir tarikle meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu mealde: “İstibdad, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah ne vakit Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar.

Bizim düşmanımız cehalet ve zarûret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı cihad edeceğiz. San’at, mârifet, ittifak silâhıyla!.. Ama komşularımız ve bizi teyakkuz ve terakkiye sevkeden Ermenilerle kemâl-i memnuniyetle dost olup hakikî kardeşlerimiz olan Türklerle el ele vereceğiz. Zîrâ husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zîrâ, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz…”

Bu müdafaa maddesinde de Kürdleri hükümete itaate davet eder. Türk milletiyle kardeşliği vurgular ve gayr-i müslimlerle dostane geçinmeyi tavsiye eder..

Yedinci maddenin sonunda der ki:

“Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim. Onun İttihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zîrâ o Kürd’leri ikaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki Kürd’ler, o zamandaki Kürd’lerdir.

Bu mes’elede seleflerim, Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abdüh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin Efendilerle Namık Kemâl Bey ve Sultan Selim’dir.

“Kıta”

İhtilaf u tefrika endişesi

Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.

İttihadken savlet-i a’dayı def’e çaremiz

İttihad etmezse millet, dağıdar eyler beni…”

İslam milletlerini geniş bir birlik etrafında toplayan Yavuz Sultan Selim Han’a Kürdlerin bağlandığına dikkat çeker ve aynı gaye etrafında birleşme ile yine bu birliğin tahakkuk edebileceğini hatırlatır.

İşte Hazreti Üstadın Doğuda gördüğü problem ve gösterdiği çareler:

“ONBİRİNCİ CİNAYET: Ben Kürdistanda Kürdlerin hal-i perişanını görüyordum. Anladım ki: Dünyevî saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacaktır. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrası Ulema ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ Ulema-i din, fünun ile ünsiyet peyda etsinler.

Zira, Kürdlerin zimam-ı ihtiyarı, ulema elindedir. O vesaik ile devr-i istibdadda Dersaadet’e geldim. Saadet tevehhümüyle?! …O vakitte şimdi münkasım olmuş ve şiddetlenmiş olan istibdadlar, umumen Sultan-ı Mahlu’a isnad edildiği halde; onun Zabtiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan denilen rüşvet ve hakk-ı sükûtu kabul etmedim, reddettim. Milletimin namını lekedâr etmedim. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk et­medim. O şefkatli sultana boyun eğmedim. Başka sivrisinekler (*) beni cebr ile değil, muhabbetle kendilerine müttefik edebilirler. Bir bu­çuk senedir burada Kürdistanda neşr-i maarif için çalışıyorum. Ekser İstanbul bunu bilir. (*) (İttihadçılara bakıyor. –Müellif–)

Ben ki bir hammalın oğluyum. Bu kadar dünya bana müyesser iken kendi nefsimi hammal oğulluğundan ve fakr-ı halden çıkarmadım. Ve dünya ile gönülleşemediğim halde; ve en sevdiğim mevki olan Kürdistanın yüksek dağlarını terketmekle millet için tımarhaneye, tevkifha­neye ve meşrutiyet zamanında işkenceli hapishaneye düştüğüme sebebiyet veren öyle umûrlara teşebbüs etmekle büyük bir cinayet eyle­dim ki; bu dehşetli mahkemeye girdim!..”

Divan-ı Harbi Örfi kitabının son kısmında yayınlanan “hatime” kısmında da çok güzel hakikatleri dile getirir geçmiş asırlarda ve tarihte yaptıkları hizmetleri hatırlatır ve der ki:

"Ey Asurîler ve Kiyanîlerin cihangirlik zamanında piş­dâr, kahraman askerleri olan arslan Kürdler!

Beşyüz senedir yattınız yeter, artık uyanınız, sabahdır.. Yoksa sahra-yı vahşette vahşet ve gaflet sizi garat edecektir.

Hikmet-i İlahî denilen makine-i âlemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum âleme mümted ve müteşâib kanun-u nuranî-yi İlahînin müessisi olan Hikmet-i İlâhî, ufk-u ezelden engüşt-i kaderi kaldırmış size emredi­yor ki: Tefrika ile katre katre müteferrik su gibi, zayi’ olan hami­yet ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle tevhid ve mezc ederek zerratın câzibe-i cüz’iyeleri gibi bir câzibe-i umumi-i millî teşkili ile; Kürd gibi bir kütle-i azîmi küre gibi tedvir ederek şems-i şevket-i İslâmiye ve Osmaniyenin mevkebinde bir kevkeb-i münevver gibi cazibesine ittiba’ ile müvazene ve aheng-i umumiyeyi muhafaza edi­niz.”(Asar-ı Bediiyye sh: 399-433)

Üstad Bediüzzaman Hazretleri Kürd kavminin geçmiş asırlardaki kahramanlıklarını sayarak ve teşvik makamında “arslan Kürdler” der. Ve sonunda Kürd gibi büyük bir kitlenin, Osmanlının temsil ettiği İslam güneşi etrafından kopmamalarını ve tabi olmalarını ve dengeyi sağlamalarını ister.

1911 yılında neşredilen bu meşhur ve muhteşem müdafaa ve bu vesile ile dile getirilen tarihi hakikatler, İslam kavmi olan Kürdlerin ve Osmanlı Devlet-i İslamiyesinin rehber reçetelerinden bir demettir.

1909 da Divan-ı Harb Mahkemesinde yargılanıp beraat ettikten sonra doğuya Kürdlere Meşrutiyeti anlatmaya giden Bediüzzaman Hazretleri, aşiretlerle yaptığı konuşmaları Münazarat kitabında toplamıştır. Bu kitaptaki mevzuumuzla alakalı konular şöyledir:

“Şu eserlerden herbirisi Kürd olduğu gibi; aynı halde Türk, aynı vakitte Arabdır.

Güya herbir eser Arab abâsını iktisa’ ve Türk pantolonu giymiş kü­lâhlı bir Kürddür. Böyle acîbü’ş-şekil bir te’lif, te’lif kanununa muhale­fetle muaheze olunmamak gerektir…”

Üstadın eserlerinde üç mühim milletin beraberliğini çok nükteli bir şekilde nazara verildiğini görüyoruz.

Yine aynı manada der: “Ben Kürdçe düşünürüm, Türkçe ve Arabça yazıyorum.”

Kürdlerin Osmanlılardan farklı düşünmediğini ifade eden beyanatı da şöyledir:

“Size cemi-i kuvvetimle yalnız Kürdistana değil, belki âleme işittirecek tarzda bağırarak müjde veriyorum ki; umum İslâmın, lâsiyyemâ, Osmanlıların, bâhusus Ekradın saadetinin fecr-i sâdıkının geldiğini hatta Bâşid başında görüyorum.”

Doğuda kurulacak üniversitenin eğitim dilinin de Arapça, Kürdçe ve Türkçe olarak 3 dilde olması gerektiğini bildirir ve der ki:

“Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc.. ve li­san-ı Arabî vâcib, Kürdî caiz, Türkî lâzım kılmak.” (Asar-ı Bediiyye 287-357)

Meşhur Şam Emeviye Camiinde verdiği muhteşem Nutukta da meseleyi şöyle ifade eder:

“Kürd gibi küçük taifelerin menfaatı ve saa­det-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arab ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tenbelliğiniz ve füturunuz ile biz bîçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar gö­rüyoruz. Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Arablar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünki bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmi­yet’in mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazi­fenize tam yardım ettiler.” (Asar-ı Bediiyye sh: 378)

Araya giren Cihan Harbi yılları ve mütareke yıllarından sonra Osmanlının mağlubiyeti ve Osmanlı üzerine pazarlıkların yapıldığı devrede 1920 yılında İngiliz Dışişleri Bakanlığının marifetiyle güya Kürd ve Ermeni temsilcilerini Paris’te bir araya getirdi.

Görüşmelere Kürtleri temsilen Şerif Paşa, Ermenileri temsilen de Bogos Nubar Paşa katıldı. Müzakereler 20 Kasım 1919’da anlaşmayla sonuçlandı. Taraflar imzaladıkları metni aynı gün Paris Barış Konferansı’na sundular. Anlaşmanın maddeleri şunlardı:

1- Kürtler ve Ermeniler ortak istek ve çıkarlara sahiptirler,

2- İki kesim de Osmanlı Devleti’nden bağımsızlık talep etmektedirler,

3- Mandater bir devletin –taraflar bu devletin İngiltere olmasını istemekteydiler- yönetimi altında birleşik bağımsız bir Ermenistan ve Kürdistan meydana getirilecektir,

4- İki devletin sınırlarının Konferans tarafından belirlenmesi ilke olarak benimsenmiştir,

5- Taraflar her iki devletin sınırları içerisinde kalan azınlıkların haklarını teminat altına almayı kabul etmektedirler.

Kürtler adına hareket ettiğini iddia eden Şerif Paşa anlaşmayla bir yandan Ermeni isteklerini kabul ederken, diğer yandan da Kürd Devleti’nin Osmanlı Devleti’nden ayrılmasını ve İngiltere’nin idaresi altına girmesini kabul etmekteydi. Böylelikle İngiliz Hükümeti’nin eline hem bölgenin, hem de Osmanlı Devleti’nin geleceğini dilediği gibi şekillendirebilmesi için önemli bir koz verilmiş, hatta hediye edilmiş oluyordu.

İşte tam bu haberin İstanbul’da duyulması üzerine Bediüzzaman Hazretleri Kürdler tarafından muteber iki zatla beraber gazetelere ve efkar-ı ammeye şu açıklamayı yapar:

İkdam gazetesi, Üstad Bediüzzaman ve iki arkadaşının Şerif Paşa’yı müştereken protesto eden yazılarının başına uzunca bir tarif koymuştur. Biz sadece Üstadın ve arkadaşlarının müşterek protesto yazısını veriyoruz.

“KÜRDLER VE OSMANLILIK

Mart 1920 Sayı: 8273 İkdam Ceride-i Muteberesine!

Evvelki günkü gazeteler, Paris’de Şerif Paşa ile Ermeni heyet-i murahhasası reisi Boğos Nubar Paşa arasında Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir i’tilaf akd edildiğini yazarak, Kürd efkâr-ı umumiyesinden istizahatta bulunuyorlardı.

Dörtbuçuk asırdan beri vahdet-i İslâmiyenin fedakar ve cesur hâdim ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî ananesine sadakati gaye-yi hayat bilmiş olan Kürdler; henüz beşyüzbine karib şühedasının kanı kuruma­dan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının hatırala­rını teessürlerle anarken; İslâmiyetin zararına olarak, tarihî ve hayatî düşmanlarıyla i’tilafı akdetmek suretiyle; salabet-i diniyeleri hilafında iftirak-cûyane âmâl takib edemezler.

Binaenaleyh, Kürd vicdan-ı millisi­nin bu tarz tahassüsüne muğayir hareket eden zevatı da tanı­mazlar.. Ve yegane emelleri de; vahdet-i dinî ve millîlerini muhafaza ol­duğundan, keyfiyyatın izahına delalet buyurulmasını muhterem gazete­nizden istir­ham ediyoruz.

Ahmet Arif
Hizan Sadat-ı Kiramından İhtiyat Binbaşısı Muhammed Sıddık
Ulema-i Ekrad’dan Said-i Kürdî”

“KÜRDLER VE İSLÂMİYET

Sebil-ür Reşad 17 Mart 1920 Sayı: 461
“…Bu hususda en ziyade söz söylemek salâhiyyetine haiz bulunan ve Kürdlerin salâbet-i diniye, necabet-i ırkiye ve celâdet-i İslâmiyesini bi­hakkın temsil eden ve “Dar-ül Hikmet’il İslâmiye” azasından Kürd eşraf ve mütehayyızanından bulunan fazl-ı şehîr Bediüzzaman Said-i Kürdî Efendi Hazretleri buyuruyorlar ki:

Boğos Nubar ile Şerif Paşa arasında akdedilen mukaveleye en müskit ve beliğ cevap, vilayat-ı şarkiyede Kürd aşairi rüesası tarafın­dan çekilen telgraflardır. Kürdler camia-i İslâmiyeden ayrılmaya asla ta­ham­mül edemezler. Bunun aksini iddia edenler mutlaka makasıd-ı mah­susa tahtında hareket eden ve Kürdlük namına söz söylemeye selahiyettar ol­mayan beş on kişiden ibarettir.

Kürdler, İslâmiyet nam ve şerefini i’la için beşyüzbin (500.000) kişi feda etmişler ve makam-ı Hilafete olan sadakatlerini, îsar ettikleri kan ile bir kat daha te’yid eylemişlerdir.

Ma’hud muhtıranın esbab-ı tanzimine gelince: Ermeniler Vilâyat-ı Şarkiyede ekall-i- kalil derecesinde bulundukları için; asla bir ekseriyet teminine ve ne kemiyyeten, ne de keyfiyyeten Şarkî Anadolu’da iddia-yı temellüke muvaffak olamayacaklarını son zamanlarda anladılar.. Maksadlarına Kürdler namına hareket ettiğini iddia eden Şerif Paşayı alet etmeyi müsait ve muvafık buldular. Bu suretle Kürd ve Ermeni davası or­tada kalmayacak ve Şarkî Anadoludaki iftirak âmâli mevki-i fiile çıkmış olacaktı.

İşte, bu gaye ile o ma’hud beyanname müştereken imzalandı ve Konferansa takdim olundu. Ermeniler’in maksadı Kürdleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride Kürdlerin kemiyyeten hal-i ekseri­yette bu­lunduklarını inkar edemeseler bile, keyfiyyeten, yani ilmen, irfanen ken­dilerinden dûn oldukları bahanesiyle, Kürdleri bir millet-i ta­bie haline getirecekleri muhakkaktır. Buna ise, aklı başında olan hiçbir Kürd taraf­tar değillerdir. Zaten Kürdler bu beyannameye yalnız sözle değil, bilfiil muhalif oldukları isbat ediyorlar.

Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır.. Çünkü herşeyden evvel Müslümandırlar.. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine isal eden hakiki müslümanlardan… Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bu­lunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez.

 اَلْإِسْلاَمِ جَبَّ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ İslâm, uhuvvet-i İslâmiyeye münafi olan kavmiyyet davasını men’ eder.
Esasen bu, tarihe ait bir şeydir.. Kürdlerin asıl ve nesepleri ne olursa ol­sun, İslâmdan iftiraka vicdan-ı millîleri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakâik-i tarihiyedendir.

İslamiyyet, herhangi bir ırkın diğer bir unsur-u İslâm aleyhine olarak menfî surette intibah hasıl etmesini kabul edemez. Binaenaleyh, Kürdleri Müslümanlıktan ayırmak isteyenler esasat-ı İslâmiyeye muhalif hareket ediyorlar. Fakat bunlar da kimlerdir? Bir iki kulüpte toplanan beş on ki­şiden ibaret!.. Hakiki Kürdler kimseyi kendilerine vekil-i müdafi’ olarak kabul etmiyorlar. Onların vekili ve Kürdlük namına söz söyleyecek an­cak Meclis-i Mebusan-ı Osmaniyedeki mebuslar olabilir.

Kürdistan’a verilecek muhtariyetten bahsediliyor… Kürdler, Ecnebî hi­mayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ediyorlar. Eğer Kürdlerin serbesti-i inkişafını düşünmek lazım gelirse; bunu Boğus Nubar ile Şerif Paşa değil, Devlet-i Aliye düşünür.

Hülâsa:
Kürdler bu hususta kimsenin tevassut ve müdahalesine muhtaç değildirler. Seyyid Abdülkadir Efendinin beyanat-ı ma’lumesine gelince: bu hususta şimdilik bir şey söyleyemem. Bununla beraber, bu beyanatın tahrif edilip edilmediğini bilemiyorum.” (Asar-ı Bediiyye sh: 466-469).

İşte aşikar bir şekilde görülüyor ki Bediüzzaman Hazretleri, 1919-1920 deki Ermeni Planını ortaya çıkarmış, bazı Kürd Aydınlarını ikaz etmiş ve onları İslam Kardeşliği içinde Osmanlı Türkleri ile beraber hareket etmeye çağırmıştır.

CUMHURİYET DÖNEMİ

Bediüzzaman Hazretleri Cumhuriyetin kuruluş safhalarında Kürdlerin ayrı devlet değil, harbden sonra şekillenecek İslâmî Cumhuriyet bünyesinde birlik ve beraberlik içinde olmasını arzu etmiştir. İslami Cumhuriyet ki; iktidar ve hâkimiyeti; milliyet ve unsuriyet yahut içtimaî sınıf­larda veya ruhban sınıfında değil; yalnız Allah’da kabul eder. “Hâkimiyet Al­lah’ındır” kaidesine istinad eden, Milletimizin Dini ve Kur’anı ile çatışmayan, Hür ve Serbest Seçimler esasına ve Şura’ya dayanan bir devlettir.

Fakat Ankara’da gitgide farklı şekilde şekilenen devlet yapısı, Bediüzzamanı o siyasi muhitlerden uzaklaştırmış ve hizmet alanını tamamen iman meselesine hasretmiştir. Zaten bu yeni yapılanmaya ne Türkün ne Kürdün ve ne de Arabın söz söyliyecek imkanı elinde kalmamıştır.

1925'te Şeyh Said hadisesi vardır ki, Emniyetin tahkikatıyla sabittir ki, Bediüzzaman Said Nursi’nin bu olayla hiçbir münasebeti bulunamamıştır. Hatta bu isyanın vuku bulmaması için de kuvvetli ikazlar yapmıştır. Zaten Şeyh Said hadisesi de Türk-Kürd kavgası değil, yeni çıkan ve dine mugayir kanunlara itiraz neticesi idi. Yoksa Kürdçülük yapmağa hamiyet-i cahiliye denilir; yani cahillikten gelen ırkçılık gibi bâtıl inanışları koruma gayretidir ki, Şeyh Said gibi Nakşibendi Tarikatı mensubu alim bir zattan bunlar beklenilmez.

Bediüzzaman Hazretleri bu tek parti istibdadı devrinde bütün kuvvetiyle iman hizmetine çalışırken zaman zaman yanında hizmet eden Türk talebelerinin hizmetlerine mani olmak, bazı zaman da tahkir maksadıyla “Kürd, Kürdçü” vs. ithamlarına maruz kalmış, bunlara gereken cevabını mektuplarında ve mahkeme müdafaalarında vermiştir.

DEMOKRATLAR DEVRİ

1950'den sonra dine ve dindarlara müsaadekar Demokrat hükümet zamanında daha genel bir yaklaşım göstererek, devlete hakim olan zihniyetin ırkçılık yapmamasını ve bütün Müslüman alemini kucaklamalarını vefatına kadar tavsiye etmiş ve menfi milliyetçiliğin zararlarını anlatmıştır.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri menfi milliyetçiliğin İslâm tarihindeki zararlarını Devletin en üst makamı olan Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a anlatır ve çarelerini de gösterir. Şöyle ki:

“Reis-i Cumhura ve Başvekile,
Size iki hakikati beyan ediyorum: ..…

Saniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında (Mi. 661-750) büyük bir tehlike verdiği ve Hürriyetin başında (Mi. 1908) "Kulüpler" suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci harb-i umumîde (Mi. 1914-1918) yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arabların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeğe çalıştıklarına emareler görünüyor.

Halbuki menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde; evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezcolmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Arablarda da Arablık ve Arab milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir.

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız, (24 Ocak 1955 Bağdat Paktı) inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, 400 milyon kardeş Müslümanları ve 800 milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sâir Dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden, size beyan ediyorum.» (Em: 222)

IRKÇILIĞA KARŞI İKİ ÇARE

«Birinci vesilesi:
Risale-i Nur’dur ki, uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet et­tiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlumiyet ve âciz­lik hâletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da te­sirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette Maddi­yun ve Tabiiyun gibi Dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerh edememesidir. İnşaallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bu­lan zatlar, bu mucize‑i Kur’âniyenin cilvesini âlem-i İslâma işittireceksiniz.

İkinci vesilesi:
Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere gitmek istiyordum. Âlem-i İslâmın Medre­sesidir diye, ben de o mübarek Medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:
Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir Darülfünun, bir İslâm Üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat et­mesin.

Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milli­yet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile اِنَّمَا اْلمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin.

Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i med­rese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Tür­kistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsın­da, Câmiü’l-Ezher üslûbunda bir Darülfünun, hem Mektep, hem Medrese olarak bir Üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım. Said Nursî» (Em: 222)
Menfî milliyetçiliğin bu ülkeye zarar vermesini önlemek için en evvel Dini hayatın serbestçe yaşandığı bir Türkiye olmalıdır ve görünmelidir.

Bu meselede en mühim Din hizmeti, dinî neşriyat ve İslâm Kardeşliğini temine vesile olarak Risale-i Nurlardır. Said Nursi Hazretleri bu hakikati eserlerinde tekraren anlatır. Bu eserler bütün dünyaca hususan İslâm dünyasınca takdirle tanınmaktadır.

Irkçılığın zararlarını bertaraf etmede Said Nursi Hazretlerinin çare olarak gösterdiği ikinci vesile de, İslâm Dünyasının ortası olan Türkiye’nin Doğusunda, bütün İslâm milletlerine hitap eden, tedrisat programında Dini İlimler ve Fenlerin beraber okutulacağı bir Üniversite kurulmasıdır.

DIŞ MÜDAHELE TEHLİKESİNE ÇARELER

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, memleketimizde Milliyetçiliği veya Dindarlığı esas alan Siyasîlerin dikkat etmeleri gereken hususları dört Siyasî Görüşü tahlil ettiği bir mektubunda şöyle der:

«…..Milletçilere gelince:
Eğer bu parti, ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk olma­yan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır. O zaman, Hürriyetin başında olduğu gibi, bu asil ve mâsum Türk milleti aleyhine bir milli­yetçilik tarafgirliği meydana gelecek. O vakit hakikî Türkleri, Ecnebîler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcut ırkçılık ve un­surculuk damarıyla bir Ecnebîye istinad ile ma­sum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise, dehşetli, tehlikeli olduğundan, Kur’ân ve Vatan ve Millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Partinin iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders veriyorum.» (Em:207)

Bu memleketin Milliyetçileri veya Dindarları ayrı ayrı Parti olsalar bile, “Ahrar” denilen Demokratlar’dan, dine dost olan kısmının iktidarda kalmaları için onlara yardım etmeleri ve Demokratların muhalifleriyle işbirliği yapmamaları ve onların aleyhlerinde bulunmamaları gerekmektedir.

Zikredilen bu şartlara riayet edilmemesi halinde diğer farklı Müslüman milletlerden olan vatandaşların dostluğunu kaybetmenin yanında, Said Nursi Hazretlerinin “asil ve masum” dediği Türk milletinin bazı Yabancı Devletlerin boyunduruğu altına girmesine sebebiyet verebilir.

ORTAK DEĞERİMİZ

Bin yıldır bu vatanda beraberce yaşamakta olduğumuz Kürd, Türk, Arab, Kafkas vs. farklı kavimleri birleştiren en güçlü ortak değerimiz İslamiyet milliyetidir.

Ancak onun etrafında birliğimizi, beraberliğimizi sağlarız. Bunun dışındaki beşeri düşünceler ve ideolojiler, ortak değer olamaz. Olsa olsa bölünmeye veya dış müdahelelere sebebiyet verebilir. Kemalizm gibi resmi ideolojiler de Kürd Kardeşlerimizi, Türklere ve sair kavimlere güçlü bir çimento gibi bağlamaz. Diğer taraftan Kürdleri de, Sol görüşlü ve İslamiyetten alakasını kesmiş kuruluşlar ve şahıslar temsil edemez.

Yukarıda aldığımız paragraflar isbat etmektedir ki, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 1908 den vefat tarihi 1960’a kadar, pekçok mektup, nutuk ve Risaleleri ile Kürdlerin Türkler ve sair ırklardan Müslümanlar ile birlik ve beraberlik içinde bu topraklarda yaşamaya devam etmesi gerektiğini ders vermiştir. Irkçı ve ayrılıkçı Kürdleri yazılarıyla uyarmış ve Müslüman Türk Milletinden ve Ortak Devletimizden ayrılmamaları ve bölünüp Kafirlerin boyunduruğuna girmemeleri konusunda ikaz etmiştir.

Risale-i Nur’un derslerinin memleketimizin her köşesinde Devlet eliyle, tam mükemmelen neşredilmesi neticesinde, inşaallah, sadece Türk ve Kürd değil bütün İslam Milletleri, İslam Kardeşliği ve İslam Birliği çatısı altında tam bir tesanüd ve beraberlik ile Emniyet ve Selamet içinde Terakki edeceklerdir.
Elhasıl: İslamiyet ortak değerimizdir. Onun etrafında birlik sağlanır.

Son sözümüzü Bediüzzaman Hazretlerinin veciz ifadeleriyle tamamlarız. Şöyle ki:

“Milliyetimiz bir vücuddur. Ruhu İslâmiyyet, aklı Kur’an ve imandır.” (Münazarat-53)
“Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.” (Hutbe-i Şamiye-59)
“Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti; muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağ­lanmaz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da; İslâm milletini ifsad ettiği gibi, unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka ede­mez.” (Mektubat-439)

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum