Bediüzzaman’a ‘Her­kes se­ni in­kâr ede­cek’ diyen talebesi

Bediüzzaman’a ‘Her­kes se­ni in­kâr ede­cek’ diyen talebesi

Ahmed Feyzi Kul ağabeyi 46. vefat yıldönümünde rahmet dualarımızla anıyoruz...

Risale Haber-Haber Merkezi

Bugün Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin, “Risale-i Nur’un Manevi Avukatı” olarak taltif ettiği Ahmed Feyzi Kul ağabeyimizin 46. vefat yıldönümü. Merhum ağabeyimiz 17 Ekim 1972 tarihinde vefat etmişti; mezarı İzmir’in Selçuk ilçesinin Çamlık köyündedir. Rahmet dualarımızla anıyoruz...

Ömer Özcan’ın Ağabeyler Anlatıyor-1 kitabından naklen, 1948 Afyon hapishanesinde Ahmed Feyzi ağabeyin hatıralarından bir bölümünü Mustafa Sungur ağabeyin dilinden aktarıyoruz:

BA­NA MU­KA­BİL BİR RUH GÖ­RÜ­YOR­DUM, O DA SEN­SİN

Ah­met Fey­zi ağa­bey, De­niz­li (1943) ve Af­yon (1948) hap­si­ne gi­ren­ler­den…

Af­yon’da­ o şa­şa­a­lı müda­fa­a­sı se­be­biy­le, he­yet ka­ra­rıy­la, ve­sai­ye­yi o ye­ri­ne ge­ti­re­cek en­di­şe­siy­le 18 ay ağır ce­za­yı ona ver­di­ler.

Ah­met Fey­zi ağa­bey mah­ke­me­den son­ra üç-dört de­fa daha Üs­tad’ın ya­nı­na gel­miş­ti. İş­te son gel­di­ğin­de ben de Üs­tad’ımı­zın ya­nın­da idim.

Üs­tad’ımız: “Kar­de­şim! Ben 30 se­ne­dir Ege’ye ba­kı­yor­um, ba­na mu­ka­bil bir ruh gö­rü­yor­dum, o da sen­sin; hat­ta ben Ege Böl­ge­si’ne gi­de­cek­tim, sen var­sın di­ye git­me­dim” ma­na­sın­da ba­zı şey­ler söy­le­di.

1954 senesinde Ta­hi­ri, Zü­be­yir, Cey­lan, Bay­ram ile beraber Üs­tad’ın ya­nın­dayız.

Bir gün Üs­tad dedi ki: “Af­yon hap­sinde ta­le­be­le­rin ba­zı mü­na­ka­şa­la­rın­dan çok sı­kıl­dım, Ta­hi­ri ve Ah­met Fey­zi hiç sar­sıl­ma­dı­lar, hiç mü­na­ka­şa­ya gir­me­di­ler.

AH­MET FEY­Zİ AĞA­BEY HİÇ SAR­SIL­MA­DI, ÇOK SA­DIK­TI

Ah­met Fey­zi ağa­bey ‘Mâi­de­tü’l-Kur’an’ı ya­ni Kur’an’dan gay­bî işa­ret­le­ri yaz­dı, kendisi telif etti…

Ba­zı­ları­nın, “Sen bu­nu yaz­dın, onun yü­zün­den mah­ke­me uza­dı!” di­ye Ah­met Fey­zi ağa­be­ye kar­şı tavır­la­rı olun­ca Ah­met Fey­zi ağa­bey hiç sar­sıl­ma­dı, çok sa­dık­tı.

Hat­ta mah­ke­me­den son­ra da 101 sa­y­fa te­myi­ze mü­da­faa yaz­mış­tı. Me­se­la Cey­lan öy­le mü­da­fa­a­lar yaz­maz­dı, ha­zır müda­fa­a­lar­dan okur­du.

ŞA­ŞA­A­LI MÜ­DA­FA­A­SI, MAH­KE­ME SA­FA­HA­TI­NI BİR­DEN DE­ĞİŞ­Tİ­Rİ­VER­Dİ

Af­yon’da ilk mah­ke­me 17-18 Ha­zi­ran’da (1948) olu­yor. Bi­rin­ci mah­ke­me normal ge­çi­yor, ama ikin­ci gün öğ­le­ye ka­dar hâ­kim, ‘Mâi­de­tü’l-Kur’an’ se­be­biy­le sı­kış­tır­ma­ya baş­lı­yor; ‘Bas­tın mı? Da­ğıt­tın mı?’ di­ye. ‘Mâi­de­tü’l-Kur’an,’ ma­lum, Ah­met Fey­zi Ağa­be­yin ken­di te­li­fi. İşa­ret-i gay­bi­ye, ih­ba­rat-ı gay­bi­ye…

İş­te mah­ke­me­de çok sı­kın­tı­lı bir du­rum olu­yor. Hâ­kim de­vam­lı so­ru­yor, sı­kış­tı­rı­yor. O esn­ada Ah­met Fey­zi ağa­bey de re­vir­de. Bu­nu du­yun­ca iş­te bu mü­dafa­a­yı alıyor, ‘mah­ke­me da­ğıl­ma­dan gi­de­yim’ de­yip he­men mah­ke­me­ye gi­di­yor ve bu mü­da­fa­a­yı ib­raz edi­yor.

Hâ­kim­ler bu mü­da­fa­a­yı din­le­dik­ten son­ra ak­şa­mü­ze­ri bir­den mah­ke­me­nin sa­fa­ha­tı de­ği­şi­ve­ri­yor. Hâkimlerdeki o şid­det, o hid­det bir­den sö­nü­ve­ri­yor.

ÜS­TAD KOĞUŞUNDAN BÖY­LE BİR İŞA­RET YAP­TI BİZE

Af­yon Ce­za­e­vi’nde biz te­myiz lâ­yi­ha­sı­nı ya­zı­yo­ruz. Ben te­mi­ze çe­ki­yo­rum, Zü­beyir ağa­bey de di­lek­çe ha­li­ne ge­ti­ri­yor. 101 sa­y­fa ol­du...

Bir gün Üs­tad’ımız eli­ni çı­kar­dı, ko­ğuş­tan böy­le böy­le işa­ret yap­tı. (Sun­gur Ağa­bey ha­va­da ya­zı yaz­ma işa­re­ti yap­tı. Ö. Özcan) Ben de Ah­met Fey­zi ağa­be­ye: “Üs­tad böy­le böy­le işa­ret yap­tı” de­dim. Ah­met Fey­zi ağa­bey de: “İş­te Üs­tad de­vam edin di­yor ca­nım” de­di.

ÜSTAD’TAN HABER GELİNCE FEY­Zİ AĞA­BEY HER ŞE­Yİ BI­RA­KTI, YA­TA­ĞI­NI SERDİ...

Bir müd­det son­ra ikin­ci ko­ğuş­ta bu­lu­nan Zü­be­yir ağa­bey, Üs­tad’ın ya­nı­na gi­di­yor. Üs­tad so­ru­yor, “Ne ya­pı­yor­su­nuz?” di­yor. Zü­be­yir Ağa­bey, “Mü­da­faa ya­zı­yo­ruz Üs­tad’ım” de­yince Üs­tad yü­zü­nü bu­ruş­tu­ru­yor ve: “De­mek ki ben Zü­be­yir’i an­la­ya­ma­mı­şım, ben si­zi Ri­sa­le-i Nur ya­zı­yor zan­ne­di­yor­dum, de­mek ki siz mü­da­faa ya­zı­yor­du­nuz ora­da” di­yor.

Ahmed Fey­zi ağa­bey de durmadan mü­da­faa ya­zı­yor he­ye­can­la…

Ora­da ma­sa fi­lan yok, ran­za­lar da yok, na­maz kıl­dı­ğı­mız tah­ta var, on­da ya­zı­yor mü­da­fa­a­la­rı.

Zü­be­yir Ağa­bey, Üs­tad’ın ya­nın­dan gel­di­: “Fey­zi ağabey, sen be­ni al­dat­mış­sın” de­di. Üs­tad’ın ya­nın­dan gel­di­ği­ni gö­rü­yor ta­bi Fey­zi Ağa­bey.

Ahmet Fey­zi ağa­bey her şe­yi bı­ra­ktı, ya­ta­ğı­nı se­rdi ya­tı­yor...

HER­KES SE­Nİ İN­KÂR EDE­CEK, SEN DE ON­LA­RI TAS­DİK EDE­CEK­SİN, İL­LÂ BU AHMET FEY­Zİ…

Bir gün yat­tı, iki gün yat­tı…

Son­ra: “Üs­tad’ım! Her­kes se­ni in­kâr ede­cek, sen de on­la­rı tas­dik ede­cek­sin, il­lâ bu Ah­med Fey­zi se­nin son me­mur-u Rab­ba­nî ol­du­ğu­nu dün­ya­ya du­yu­ra­cak” di­ye bir pu­su­la ya­zıp gönder­di Üs­tad’a.

Üs­tad, Ah­met Fey­zi ağa­be­yi ça­ğı­rı­yor. Üs­tad’ın oda­sı bü­yük, ber­ber ça­ğı­rı­yor, tı­raş ola­cak. Ah­met Fey­zi ağa­be­yi de: “Gel be­nim Mâi­de­tü’l-Kur’an sa­hi­bi ta­le­bem!” di­ye­rek ça­ğı­rı­yor.

Ah­met Fey­zi ağa­bey bize: “O za­man Üs­tad ba­şı­nı göğ­sü­me koy­du, öy­le tı­raş ol­du, bü­tün çı­ban­la­rım iyi­leş­ti” de­miş­ti. Üs­tad gön­lü­nü al­mış olu­yor...

Üs­tad ken­di­si­ne ‘Ri­sa­le-i Nur’un ma­ne­vî avu­ka­tı’ der­di.

***

AHMED FEYZİ KUL AĞABEYİN ŞAŞAALI MÜDAFAASI

Afyon Ağır Ceza Mahkemesine

Sayın Hâkimler! Bir din âlimi ile görüşmek, onun din hakikatlerine ait kitablarını okumak ve yazmak ve din arkadaşlarının imdadına koşmak üzere dinine ve Kur'anına ve Peygamberine (A.S.M.) hizmet etmek bir mü'minin vazifesi ve hakkı değil midir? Bizi bu hizmet-i diniyeden men'eden bir kanun maddesi var mıdır? Bazı cihetlerin zamanımızdaki küfrî ve gayr-ı ahlâkî cereyanları tenkid etmesi bir suç mu teşkil ediyor? Biz ne siyasetle, ne idare ile aslâ alâkası olmayan yalnız dindar, saf halk kitlesiyiz. Bir insana hüsn-ü zan etmek ve kıymet vermek herkesin şahsî bir kanaatıdır. Biz Bediüzzaman'ı zamanımızın en yüksek din âlimi biliyoruz. Din hakikatlerini aslâ dalkavukluk yapmadan beyan ve ifade eden bir hakikat adamı biliyoruz. Mücahid adını vermekliğimiz, memleketimizi tehdid eden ahlâksızlık ve imansızlık cereyanlarına karşı Kur'anın sarsılmaz hakikatlarına dayanarak giriştiği müdafaa ve hizmet-i diniyesinden dolayıdır. Din ve vicdan hürriyetinin hükümran olduğu bir memlekette vicdanî kanaatlerimizden mes'ul olamayız. Bundan dolayı kimseye hesab vermeğe mecbur değiliz.

Âhirzamanda hadîsin haber verdiği şahısların mes'elesine gelince: Bu mevzuları biz kendimiz uydurmadık. Bunların aslı dinde mevcuddur. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm bazı hadîslerle ümmet-i Muhammediyenin (A.S.M.) ömrünün binbeşyüz seneyi pek geçmeyeceğini söylüyor. O zamana kadar da ümmet-i Muhammediyenin (A.S.M.) ve dünyanın hayatında mühim tesir yapacak büyük tarih hâdiselerini, "Kıyamet alâmetleri" diye haber veriyor. Bunların şerri üzerine ümmet-i İslâmiyenin nazar-ı dikkatini celbediyor. Gaflet ve cehaletle bu şerlere düçar olanların ebedî şekavet ve helâket ile karşılaşacaklarını söylüyorlar. Bunlara dair sayısız dinî bürhanlar mevcuddur. Biz ki; Allah'a ve Resulüne ve Kur'ana inanmışız. Şimdi bu imanın ve peygamberin sıdkına olan bu itikadın neticesi olarak kendimizi helâk-i ebedîden kurtarmak için çalışmayalım mı? Etrafımızda olup bitenleri görmeyelim mi? "Acaba bu tehlikeli zaman gelmiş midir? Sakın bu tehlikelere düşen nesil biz olmayalım!" diye bunları mevcud dinî hakikatlara tatbik cihetlerini göstermeyelim mi? Biz de, önümüzdeki müsbet delilleri ve vücud-u İlahîye bizi sevkeden hakaik-i müberhene ve ilmiyeyi görmeyerek, sırf Avrupa dinsizliğini en büyük lâzıme-i medeniyet ve şiar-ı irfan addile dinimizi terketsek, acaba helâk-i ebedîden bizi kim kurtaracak? Bunu düşünmeyelim mi? Bu zihniyette olan, Kur'andan ve onun hakaikından üstün bir şey tanımayan bir insan, sırf fâni cezalar korkusuyla kendini ebedî helâke atar mı? Yahut fâni bazı kıymetlere değer verir mi? Allah ve Resulüne ve dinine hizmet vazifesinden vaz geçer mi? İşte bizi Bediüzzaman'a bağlayan hakikî âmiller bunlardır. Başka bir menba-i dinî var mı ki, biz ruhumuzun bu ezelî ihtiyaçlarını onunla teskin edelim?

Sayın Savcı, bize kütübhaneleri dolduran binlerce Arabça ve bugünün ruhuna tercüman olamayan kitabları tavsiye ediyor. Sayın Savcı ve onun gibi düşünenler, Risale-i Nur namı altındaki külliyat-ı ilmiyeyi ve hazine-i hürriyeti ve hakikat-ı âliyeyi beğenmeyebilirler, tenkid de edebilirler. Bu kendilerinin bileceği bir iştir. Bizim şu veya bu esere rağbet etmemize ve ona kıymet vermemize karışamazlar. Biz Risale-i Nur'u seviyoruz. Ve onu hakikî ve riyasız bir din kitabı ve Kur'an tefsiri biliyoruz. Kıymet ölçüleri ve hükümleri vicdanî bir takdir mes'elesidir. Buna kimse müdahale edemez. Evet biz Risale-i Nur müellifinin daima ayn-ı hakikat dersi verdiğine kailiz. Kendisinin kabul etmemesi, bizim bu kanaatımızı sarsmıyor. Ancak bizim kabul ettiğimiz, keramet-i kevniyesinden dolayı değil, Nurların dersinde hârikulâde ve ekmel tezahürlerine şahid olduğumuz ve bütün cihan-ı irfana meydan okuyan keramet-i ilmiyesinden dolayıdır. Tahsil hayatı üç aydan başka mevcud olmadığı halde, bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilminin hârikalarıyla en münteha mesail-i ilmiye ve âliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanda bu kadar cazibedar bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir hararet izhar eden ve gayet feyyaz bir aşk ve heyecan terennüm eden ve bir derya-yı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz? Fâni zevahirin âlâyişine edna bir meyl ve iltifat göstermeyen ve en küçük bir menfaat ve lezzete tenezzül etmeyen; levs-i fâninin ayağına dolaşan bütün yaltaklanmalarına aslâ kıymet vermeyen; kimseden birşey beklemeyen ve dilenmeyen ve kendisine arzedilenleri kabul etmeyen; iffet ve ismetin en âlî örneklerini yaşatarak saburane mütehammilane her nevi mahrumiyetlere göğüs germek suretiyle kendini hakikata ve envâr-ı Kur'aniyeye ve maarif-i Muhammediyenin (A.S.M.) izharına vakfeden ve memleket ve milletin ızdırabatı karşısında pür-rahm ü şefkat ağlayan; kendine yapılan bunca ihanetlere rağmen etrafındakilerin saadetleri için hizmetinden aslâ vazgeçmeyen, ihtiyarlığına ve bîkesliğine bakmayarak insanları gayya-yı cehl ve girdbad-ı inkârdan kurtarmağa, hasbî ve İlahî bir cehd ile çalışan ve savaşan fazilet ve nur abidesini Üstad addetmekliğimizi çok mu görüyorsunuz? Kendisinin bu arzedilen keramet-i ilmiyesiyle beraber, sırf ahlâk ölçülerinin kaybolduğu böyle bir devirde gösterdiği bu misilsiz feragat ve istiğna ve şaheser-i ismet ve istikamet dolayısıyla yine bir enmuzec-i kemal ve mihrab-ı fazilet olarak tanınmağa ve iktida edilmeğe şâyandır.

İşte biz Bediüzzaman'a ve eserlerine bu gözle bakıyoruz. Acaba mümaileyhe sırf imanımızdan neş'et eden bu bağlılığımız ve Kur'anın ve beyanat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) küfr ve ahlâk hakkındaki şiddetli tevbih ve tezyiflerine bu imanımız dolayısıyla iştirakimiz, bizi levs-i fâni addedilen siyasetçi mi yaptı? Yoksa yirmibeş seneden beri din hakikatlarını öğrenemeyen ve helâk-i mutlaka giden soyumuzun bir kısım evlâdlarına; onları helâk-i ebedîden kurtarmak için, Allah ve Resulünden, hakikat ve Kur'andan haber vermek onların temiz ruhlarını masum vicdanlarını ıslah etmeğe hiç ifsad denilir mi?

Sayın Hâkimler!

Biz aslâ siyasetçi değiliz. Biz siyaseti, bizim gibi siyaset ehli olmayana binbir çeşit veballer, tehlikeler ve mes'uliyetler taşıyan bir meslek biliriz. Fâni zevahire de zâten kıymet vermeyiz. Dünyaya ancak rıza-yı İlahîye bizi götüren hayırlı vechesiyle bakıyoruz. Bu itibarla siyaset peşinde koşmayı ve devlet mefhumu ile mübareze ithamını şiddetle reddediyoruz. Eğer böyle bir kasd olaydı, yirmibeş seneden beri edna bir tezahür olurdu. Evet bizim menfî bir cebhemiz, ahlâksızlığa ve imansızlığa müteveccih bir takbih tarafımız var. Bu sırf imandan ve Kur'anın bu mevzular üzerindeki şiddet-i beyan ve azamet-i tevbihine -bizzarure- iştirakimizden ileri geliyor. Eğer bu esbab-ı mûcibe, samimiyetin ve ihlasın, hakikat ve safvetin bu tarz-ı beyanı size kanaat vermediyse; bize ne şekil isterseniz ceza veriniz. Lâkin unutmayınız ki; bugün altıyüz milyon insanın mensubiyetini taşıdığı Hazret-i İsa (A.S.) zamanının idarecileri tarafından sırf insanlığın saadeti için kalbi çarptığı ve emanet-i tebliği hâmil bulunduğu sebeblerle "âdi bir hırsız gibi" i'dama mahkûm edilmişti.

Biz hür söylediğimizden dolayı maruz kalacağımız bu mahkûmiyeti iftiharla karşılayacağız. Ve sadece "Hasbünallahü ve ni'melvekil" nidasıyla dergah-ı Kadî-ül Hacat'a el açacağız.

Afyon Cezaevinde mevkuf

Ortaklar Bucağı'ndan

Ahmed Feyzi Kul

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum