Bediüzzaman ve Şiir

Kur’an’dan Risale-i Nur Perspektifinde Günümüze Mesajlar(41)

Bir şeyi ifade konusunda Bediüzzaman da Kur’an’ın şiire ilişkin hükmüne, Peygamberimizin uygulamasına benzer bir şekilde tereddüt yaşamadan uymuştur.  O da sözün güzelliğine hakikate uygunluğu derecesinde bakmıştır. Dış güzellik olan vezin ve kafiyeye değil sözün manasına önem vermiştir. Öz her zaman kabuktan öncedir.

Şiirle ilgili düşüncelerini, 1921 yılında yazdığı “Lemaat” adlı eserinin bir anlamda önsözü olan “İhtar” ve “İfade-i Meram” bölümlerindeki özlü ifadelerinden daha detaylı öğrenmiş oluyoruz. Burada şiire fazla bir yeteneğinin olmadığını, öteden beri şiir ve kafiyeyi bilmediğini söylemektedir. Bilmenin ötesinde özellikle “Safiye’yi kafiyeye feda etme” biçiminde, hakikatin suretini şiirin keyfine göre değiştirmek istemiyordu.[1] Hakikatler bir değişime uğramadan ve yaldızlanmadan oldukları gibi kendilerini göstermeliydiler.

“İfade-i Meram”da bir itirafı da vardı; “Sanat-ı hat ve nazımda istidadımdan çok müştekiyim.[2] diyerek, bu iki konuda yetersizliğini hayıflar gibi acizlik sergiliyor. Bir taraftan da şiire düşman olduğu için değil, her şeyin tabii mecrasında yürümesini sağlamaya yönelik kalemini tamamen serbest bırakmak istemesi sanki kabiliyetlerini zorlamaya yanaşmıyordu. Ramazan boyunca yirmi günün sonunda yeğenine yazdırıp ortaya çıkansa, şiire yakın ama nesir olan orijinal bir eser olmuştu.

Böyle bir eserin telifi nereden aklına esmişti? Daha önceleri çokça okuduğu ve ruhunun hoşlandığı, Kürtçe, ilâhi tarzında yazılan, sahabelerin savaşlarını konu edinen “Kavl-i Nevâlâ Sisebân”[3] adlı bir destan vardı. “Lemaat”ı ona benzetmek istemişti; benzetmek istemiş ama vezin için öyle bir gayret göstermeyince şiire benzer nesir ortaya çıkmış oldu. Okuyucularına da eserini şiiri hatıra getirmeden düz yazı olarak okumalarının mananın anlaşılabilmesi için daha iyi olacağını vurguluyordu. Fark edilseler de kafiyelerde durulmamasını da tavsiye ediyordu.

Bediüzzaman “Külah püskülsüz olur, vezin de kafiyesiz olur, nazım da kaidesiz olur.[4] derken manaya vurgu yapar. Mana bir yazının özü olunca, mana mı yoksa sözün süsü mü diye tartışmayı başlatmak ister gibidir. Amaç bir sözden ya da bir yazıdan elbette ne anlaşılmak istenmesidir. Böyle olunca söz ve yazının değeri herkes tarafından net anlaşıldığı kadardır. Bediüzzaman, gereksiz sanat alımlılığını söz ve yazının anlaşılmasına engel olarak görür. İster istemez yukarıdaki sözüne açıklık getirir ve şöyle der: “Zannımca lâfız ve nazım, sanatça cazibedar olsa, nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı manadan çevirmemek için, perişan olması daha iyidir.[5] Onun bütün gayesi yazıp söylediğinin tam anlaşılmasıdır. Hakikatler de perdesizdir.

“Lemaat” gerçi kafiyesizdi, vezinsizdi, şiir değildi; ama her satırında yüce hakikatlere yer verilmişti. Bu orijinal esere karışık bir elbise giydirmesinin sebeplerini sayarken şiir ve yazıya ilişkin düşüncelerini öğreniyoruz. Önce daha iyisini bilmediğini söyleyerek bir gerçeği dile getirir; yalnız manayı düşündüğüne vurgu yaparak bir yazının ya da sözün asıl amacının ne olması gerektiğini belirtir. İkincide, cesedi elbiseye göre rendeleyen şairlere tenkidini göstermek ister. Üçüncüde, yine peşin bir kâr için Ramazan’da, kalp ile birlikte nefsi de hakikatlerle meşgul etmek üzere çocukça ama son derece zevkli bir üslubun ortaya çıkmasını amaç edinir.

Bediüzzaman, bu eseri dikte ederken, üstadının kim olduğuna, yöntemini kimden öğrenmesi gerektiğine de dikkat eder; belagat ve fesahatin zirvesinde olan Kur’an’ın her uğraşımızda rahatlıkla bir ölçü olabileceğini ima eder. Onun üstadı Kur’an, kitabı hayat ve muhatabı da bizzat kendisi olmuştu. Yazılan her eser, söylenen her söz önce yazanı ve söyleyeni bağlar. Eser sahibinin aynasıdır; eser sahibini görmek isteyenin eserini okuması yeterlidir, okurken satır aralarından, kullandığı kelime ve üslubundan kişilik özelliklerine ilişkin yeterince bilgi edinebilir.   

Bediüzzaman’a göre bir eseri okuyan dinleyicidir. Tenkit gibi bir değerlendirme hakkına sahip değildir. Yine ona göre dinleyici beğendiğini alır ve beğenmediğine ilişmez. Çünkü çevrede o kadar çok mallar var ki her birinin kritiğini yapmaya kalksak üstelerinden gelmek mümkün değildir. Bediüzzaman, buna vurgu yaparken, eserinin hatadan masun olmadığına da işaret eder. Hiç kimsenin kusursuzluğu kendine düstur edinme lüksüne sahip olmadığını vurgular gibidir.

Kur’an, “Ona şiir öğretmedik ve şiir ona yakışmaz” diyerek, şiiri Peygambere yakıştırmaz. Peygamberimiz de Kur’an’ın bu tavsiyesine uyar ve hayatı boyunca bir şiir dahi söylemez. Güzel gördüğü şiirleri de kafiye ve veznine dikkat etmeden söylerdi. Onun için önemli olan o sözlerdeki mana ve hakikatlerdi. Süs olarak hakikatin bizzat kendisi yeterli değil miydi? Ama hayatında şiir söyleyenleri de asla yadırgamamıştı; ancak onların bu silahı yerinde ve olumlulukta kullanmalarına ön ayak olmuştu.

Bediüzzaman da şiir söylemeyi kendine amaç edinmemişti. Kur’an’ın bu tavsiyesine uyma gibi bir duyarlılığın içinde olmuştur. Kur’an diyorsa ve şiiri Peygambere yakıştırmıyorsa, Bediüzzaman’ın bu tavsiyeye uyması kadar pişmanlık duymayacağı bir yol olabilir miydi? Bediüzzaman’ın şiire kabiliyetinin olduğunu da aslında yazdıklarının satır aralarından anlayabiliyoruz. Nitekim şu parçada şiire çok yaklaşmıştı:

“Bırak bîçare feryadı, belâdan; gel tevekkül kıl.

Zira feryat belâ ender, hata ender belâdır; bil.

Belâ vereni buldunsa, atâ ender, safa ender belâdır; bil.

Bırak feryadı, şükür kıl; mânend-i belâbil demâ keyfinden güler hep gül mül.”[6]

Bediüzzaman, bu parçaların şiire benzer, fakat şiir olmadıklarına ve bile bile nazmedilmediklerine ilişkin haşiyede not düşmüştür. Bu demektir ki az uğraşmış olsa pekâlâ şiirin kurallarına uymuş olabilecekti. Konu ettikleri hep hakikat oldukları için süse gerek görmemişti; çünkü hakikatlerin süse ihtiyaçları yoktur.

Şiiri beğenmiyor ya da şiire karşı değil Bediüzzaman. Güzel gördüğü şiirin sahibini övgüye layık görür aynı zamanda. Çam Dağında iken, yüksek bir tepeden gökyüzüne, kâinata bakıyordu. Burada bir insanın duygulanıp heyecana gelmemesi düşünülemez. İnsanlardan uzak kalsa bile vahşilere ünsiyet etmesi söz konusudur. İnsan nerede olursa olsun kendine yakın bir dost ve yaren bulabilir; çünkü hayat bütünüyle ruhlarla doludur.  

Bu muhteşem tabiat harikasında hatırına gelen bazı düşüncelerini yazma esnasında bir talebesinin “Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine/Hâme-i zerrin-i Kudret, gör ne takrir eylemiş.[7] diye devam eden şiiri hatırına gelmiş. Rengîn ve zengin olarak övdüğü bu şiirle gökyüzündeki yıldızlara bakmış. “Keşke şair olsaydım, bunu tekmil etseydim” diyerek şair olmadığına belki ilk kez burada hayıflanmış. Yazmaya

“Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şîrînine;

Name-i nurîni Hikmet, bek ne takrir eylemiş.”[8]

diye başlamış ve böyle sürüp giden son derece güzel tefekkürî parça için “Fakat nazım ve şiir yapamadım” diyerek, bir şiir meydana getiremediğini itiraf ediyordu.  Güzel şiiri o da seviyordu.

Güzel ve anlamlı şiirleri önemli risalelerinde muhataba ders verme noktasında kullanması da şiirin aleyhinde olmadığını gösterir. Nitekim Namık Kemal’in “Muin-i zalimin dünyada erbab-ı denaettir./ Köpektir zevk alan seyyad-ı bîinsafa hizmetten.[9] diye “kâmilâne” olarak tavsif ettiği şiirine yer verir. Üstelik “Zalimlere en küçük bir meyil dahi göstermeyin; yoksa ateş size de dokunur.[10] ayetine güzel bir izah ve açılım sağladığına vurgu yapar. Evet, zalimlere yalakalık etmek bir tür köpekliktir. Bu yaklaşımı yerinde bulan Bediüzzaman, bu şiire alkış tutmuştur.

Bediüzzaman hakikati ön planda tutar. Hakikatin tasvirine ya da işaretine yoğunlaşan şiirler dikkatinden kaçmaz. Başkalarının görmesini ister. Özellikle hakikate işaret eden ve “hakikatli” diye övdüğü şu şiiri önemli risalelerde dikkatlere sunar:

Kitab-ı âlemin yaprakları, enva-ı nâma’dut,

Huruf ile kelimatı dahi efrad-ı nânahdut.

Yazılmış destgâh-ı Levh-i mahfuz-u hakikatte,

Mücessem lâfz-ı manidardır âlemde her mevcut.[11]

Şiirin handikabı nedir ki Kur’an ona iltifat etmez ve peygambere de şiir söylemeyi yasaklar. Şiir hakikatin değil daha çok hayalin mahsulüdür. Gerçekleri örtülü bir şekilde vermeye çalışır. Sanatla süslendiğinde ortaya daha karmaşa bir eser çıkar ve okuyucu süslerin gerisindeki mana ve hakikatlere kolayca ulaşamaz. Buysa hakikatin engelidir. Elbette ne Kur’an ne de Peygamberimiz, hakikate engel olan hiçbir şeye olumlu bakamaz. Bu bakımdan bir şiirden daha güzel olan ayetler yoğunlaştıkları katıksız hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayallerden çok yüksek oldukları için şiirden sayılmamışlardır.[12] O halde hayal mahsulü bir eserin o kadar kıymeti yoktur.

Bediüzzaman, şiire karşı olmamış ama kendisi şiir inşa etmek için de hiç uğraşmamıştır. Bu konuda kaderin hakkındaki hükmüne teslim olmuştur. Üstelik “Ona şiir öğretmedik.” ayeti de varken. Aynı zamanda şairlik sanatının kendisine nasip olmamasını bir ihsan olarak saymıştır. İçinden isteyip bir türlü buna yol bulamadığı şiir için “Şiir, çendan kıymettar, şirin bir vasıta-ı ifadedir. Fakat şiirde hayal hükmettiği için hakikate karışır, hakikatlerin suretini değiştirir.[13] diye de hem övmeden ve hem de o yola girmemesinin sebebini söylemeden edemez.

Şiirde olduğu gibi Bediüzzaman’ın yazıda da yeteneği yoktu. Kendisine en zor gelen işlerden biri kalemle yazmaktı. Nitekim talebelerinden biri kendi yazısıyla mektup yazmasını istemişti. Bediüzzaman, “Bir dudaksız adama, ‘Lâmbayı üfle, söndür’ demişler; o da ‘En zahmetli işi bana gösteriyorsunuz; yapmayacağım’ demiş, fıkrasını aktarmış.[14] Şiir ve yazı, Bediüzzaman’a en zor gelen uğraşlardan olmuş.

Şiirin güzel olan yanına da değinir Bediüzzaman. Şiirde hayal her zaman ağır basar. Albenili olmasının bir sebebi de bu hayal denen muammadır. Ama her hayalde “Çiznok gibi bir dane-i hakikat bulunmak şattır” diyerek, hayalin bir nohut tanesi kadar bile olsa hakikatten nasibi olması gerektiğini söyler. Şiiri güzel gösteren özelliğine şu özlü sözüyle değinir: “Şiiri güzel gösteren, içindeki hayalin hakikate bir derece müşabehetidir.[15]

Bediüzzaman şiirde değil belki düz yazıda altı bin sayfayı aşmış Risale-i Nur Külliyatıyla Edebiyat alanında da bir çığır açtığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Risale-i Nur’da ele aldığı zor konularda bile son derece kıvrak, etkili bir dil ve orijinal bir üslup kullanmıştır. Okuyucularının milyonları bulmasının bu özelliğinin payı büyüktür. Aynı anda yediden yetmişe dinleyici kitlesinin büyük haz alması da ilginçtir.    

 

 

[1] Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, Lemaat, erisale.com

[2] Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, Lemaat (İfade-i Meram) erisale.com

[3] Molla Ağa ez-zebarî tarafından kaleme alınan dört yüz beyitlik Siseban Vadisi Kasidesi isimli kasidedir.

[4] A.e.

[5] A.e.

[6] Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, 17. Yedinci Sözün İkinci Makamı, eriale.com

[7] Bu şiirin tamamı 32. Söz’ün, 1. Mevkıf’ın Küçük Bir Zeyli’ndedir.

[8] Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, 4. Mektup, erisale.com

[9] Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, 28. Mektup, 4. Risale olan 4. Mesele, 2.Nokta. erisale.com

[10] Kur’an, Hud: 113

[11] Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, 24. Mektup, 4.Remiz, erisale.com

[12] Nursî, Bediüzzaman Said, Mesnevi-i Nuriye, Zerre, erisale.com

[13] Nursî, Bediüzzaman Said, Barla Lahikası, 258. Mektup, erisale.com

[14] A.e.

[15] Nursî, Bediüzzaman Said, Muhakemat, İkinci Mesele, erisale.com 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.