Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri

Herhalde lehte ve aleyhte isminden en fazla söz edilenlerden biri de Bediüzzaman Said Nursi Hazretleridir. Fakat en çok da aleyhte olmuştur bu sözler. Hatta Risale-i Nur'u tanıyan ve okuyanlar arasında bir araştırma yapılsa, birçoğunun aleyhteki konuşmalardan ve yazılanlardan iz sürerek onu ve eserlerini tanıdıklarını da söyleyebiliriz.

Kendim mesela daha öğretmen okulu ilk sınıfında namaza başladıktan sonra, ilgi çekmeye başlamış ve inançsız bir kısım arkadaşların sorularına muhatap olmuştum. Haberimin dahi olmadığı okulun yanındaki nur medresesine gidip sorularıma cevap alabileceğimi de düşünmüş olacaklar ki "Kendine (haşa) peygamber diyen Said Nursi diye biri var, sakın onun eserlerini okuma" diye de tembih etmişlerdi. Bunca sene geçti, aynı çirkin ve şeytanı dahi utandıracak bu tip iftiraları hem de ilim erbabı olarak kendilerini takdim eden birtakımlarının da devam ettirmesi gösteriyor ki Bediüzzaman hazretlerinin aleyhinde olanlar, onun bir kitabını dahi okumamışlar. Okusalar, Hazret-i Peygamberi (asm) tarihte olmamış güzellikte anlatan ve her kitabının hemen hemen her satırından Peygamberimiz (asm) aşkı akacak şekilde onu tavsif eden bir zat için, böyle şen'i bir iftirayı atabilirler miydi? 

Adam utanmadan "Said Nursi, reenkarnasyoncudur" diye yazdı yahu. Başka bir gafil de evrimciliğini Said Nursi'ye dayandırdı. Başka birtakım nadanlar da "Said Nursi, Çanakkale'de bizimle savaşan Hristiyanları cennete sokuyor" diye utanmadan yazıyor ve anlatıyor. "Hangi kitapta  anlatıyor" dedim. Adres gösterdiği yeri okudum. Bunun neresinden böyle bir şey çıkarıyorsun deyince de bir hocamız öyle söylemişti, demesin mi? Ve minel garaib.

Başka bir şaşkın yazar ve bakanlık bile yapmış kişi, müsvedde bir yazısında: "Said Nursi Doğudaki talebelerine evlenin, Batıdaki talebelerine evlenmeyin demiş. Böylece Kürt devleti hedeflemiş" diye yazmıştı. Telefon açıp sözünün kaynağını sorduğumda "Bir profesör arkadaşımdan duydum" demişti. Şu bağnazlığa bakar mısın? İnsan bir sözünü sağlam ve yazılı bir kaynağa bağlamaz mı arkadaş?

Aslında bu yazıyı bunları anlatmak için değil, Üstadı birkaç yönüyle anlatmak için yazmaya niyet etmiştim. Giriş böyle oldu. Geçenlerde Antalya'da oturan ve bu siteden yazılarımızı da takip ettiği anlaşılan bir kardeş, bana çok farklı bir sitemini iletti. "Abi, güzel de Said Nursi ismi o kadar basit bir isim mi ki onu yazdığında sonuna (ra) demiyor ya da hazret sıfatını kullanmıyorsun? Bu cimriliğinizin sebebi nedir?" Aynı sitemi, daha sonra arayan Said Özadalı abi de bana iletince, bu konuda yazmak önemli bir hâle geldi. Mahçup oldum. Üstadın ismini yazdığımda, gerçekten çoğu zaman öyle yazmıyorum doğru. Elbette bu kasıttan değil. İhmal ya da yazıyı kısa tutmak isteyişimdendir. Yoksa yazdıklarımız ve anlattıklarımızdan, onu ve eserlerini çıkardığımızda kuru bir çöpten başka hiçbir şey kalmaz. 

Bunu vesile ederek, yine Said Nursi Hazretlerinin bence birkaç cihetini anlayabildiğim ve ifade kabiliyetimizce anlatmaya çalışayım o zaman. 

Evvela, Hazret-i Bediüzzaman, tecdid ruhunu diriltmiştir. Asra, bir şevk ve gayret mührü vurmuş, yeni bir soluk getirmiştir. "Din-i mübin-i İslam yok edilemez" hakikatini ispatlamıştır. Küfrün, zındıkanın şevkini bitirmiş, fiyakasını bozmuş, ateşini söndürmüş, kasıla kasıla yürüyüşüne çelme takmıştır. 

Saniyen, sünnet-i seniyyenin, hayatın, gerçek medeniliğin, Kur'an'ın ve huzurun ruhu, hayatı ve adresi olduğunu bilfiil göstermiş ve ispat etmiştir. Asr-ı Saadet sayfaları ve kitaplarında bazen "Bir İslam mücahidi zulme ve mütegaliplere boyun eğmemiş" diye okuruz. İçimizden de "Böyle mücahitler, zamanımızda da olur mu ya da var mıdır?" diye geçirdiğimiz olur. İşte Hazret-i Bediüzzaman günümüzde Asr-ı  Saadeti diriltmiş, o nur asrını bu asrın kafasına geçirmiş ve hiçbir şartta ve hayatının hiçbir döneminde zındıkaya boyun eğmemiştir. Bu hâliyle ehl-i imana bir heyecan vermiş ve asrın yüz akı olarak hüsn-ü misal olmuştur. 

Onun özellikle seslendiği sınıf gençlerdir. Yanındaki talebeleri genç olduğu gibi, zındıkanın hedefine aldığı gençleri, takva kalkanı ve tahkiki iman ve Kur'an kal'asında muhafaza altına alma cehdi içinde olmuştur.

İnsan, hangi makam ve mertebeye yükselirse yükselsin, sonunda onu bekleyen kabri, yalnız bekleyecek ve oraya tek başına girecektir. insan eğer dünyevî oyuncaklar, uyuşturucu ve benzeri şeylerle aklını oyalamadıktan sonra, kabre girmek ve ondan sonrasındaki keyfiyetini tam aydınlatmadan tam ve halis bir huzur bulamaz. İşte Said Nursi Hazretleri, Kur'an ve sünnetin sayesinde, ölüm ve sonrasının keyfiyetini evir çevir yapmış, hatta hastalığı sevdirdiği gibi kabri de ölümü de sevdirmiş, en taze ve özgün ifade ve misallerle aklı ikna etmiş, aklın önünü aydınlatmıştır.

Rabian, yeni dönem dinî hizmetlerin başlayıp kök salmasında onun ihlâsı, ferağati, istiğnası, cesareti, müsbet hareket metodu, dirayeti ve hukukî savunmaları öncü ve hatta hareket numunesi olmuştur. Hepsinden önemlisi, hem tekvinî şeriatın hem de İslam'ın bünyesindeki istidadın gereği istikbalde en yüksek gür sadanın ve hakimiyetin İslamın olacağının ispatını yaparak müjdesini de vermiş olmasıdır. Bunun arkasında, onun İslam'ın ilk çıkış şartlarını da bilerek, emr-i İlâhî dairesinde vazifesini bihakkın yerine getirip gerisini Allah'a bırakan Hazret-i Peygamber Aleyhisselam'ı rehber almasının olduğu muhakkaktır.

Said Nursi Hazretleri tam bir Kur'an ve Peygamber talebesidir. Onun eline Kur'an ve sünnetten başka bir şey verememişler, onları da elinden alamamışlardır. Bu iki rehberin tezahürü ve tecessümü olan ehl-i sünnet akidesi, onun biricik ve el üstünde tuttuğu umumi caddedir. Bu, ihmal ve gözardı edilmemesi gereken mühim bir husustur. Ancak bunun böyle olduğunu, onun külliyatını derin ve dikkatli okuyunca daha iyi görür ve anlarız.

Bazen bir risaleyi okurken, aklımdan "yahu Üstad hazretleri sadece bu risaleyi bile telif etseydi yeterdi" dediklerim olur. Bunu bazen derslerde dile getirdiğimde, arkadaşlardan "Ya Habib hocam, onu yazsaydı bile yeterdi dediklerini saydık, neredeyse tüm risaleler için söylemişsin" şeklinde takıldıklarını da hatırlıyorum. Demek her birinin kendi makamında liyakati, birinciliği ve vazgeçilmezliği var. Onun sırayla mutlakiyet, meşrutiyet, cumhuriyet ve çok partili cumhuriyet dönemlerindeki hayatı da hep aynı, birbirinden ayrılmayacak birincilikte Kur'an davasının farklı tonlarda ve kulvarlarda terennümü hizmeti ile geçmiştir. Onun daima sevdası, rüyası, davası, gayesi, hayali hep aynı "Kur'an yeryüzünde cemaatsiz kalmasın" gayretidir. Âcizane hep birinci olan bu risalelerin arasında hem bu İslâm cemiyetinin teşkiline, ittihat ve muhabbetin, ihlas ve cesaretin teminine medar olmaları hem de bunlara getirdiği tanım ve tarifleri ile ispat ve izahları yönleriyle Uhuvvet ve İhlas Risalelerinin yeri bambaşkadır. Onun tecdid ve hizmetini orijinal yapan, belki de hizmetinin esaslarını ortaya koyan İhlas Risaleleridir ki bir büyük müfessir ve allâme bile bu risalelerin birçok konudaki tereddütlerini izâle ettiğini ifade etmiştir.

Risale-i Nur'larda epeyce yer tutan ve özellikle felsefeyi de epeyce meşgul eden "İnsan nedir?" mevzusudur. Üstad insanı geçmişi, geleceği, psikolojisi, sosyolojisi, saadeti, şekaveti, duygu ve cihazları, arzu ve kabiliyetleri, maddesi, manası, ilmi ve cehaleti, ibadet ve duası, emanet ve hilâfeti, acz ve fakrı, yaratılış sebebi ve camiyeti, ahlak ve terbiyesi, muhasebe ve tefekkürü, marifet ve tekâmülü, cihat ve sebatı, kemâlat ve ilticası, muhabbet ve adaleti gibi sayısız yönleriyle evir çevir ele alıp anlatmıştır. Ehli bilir ki bizim burada anlatmaya çalıştığımız, onun cihadı ve davası, eser ve hayatını yansıtması bakımından, denizden bir katre güneş ışığından bir süzme bile olamaz. Kelâmlarımızda bir güzellik varsa, o da güzeli anlattığımızın kelimelere yansıması ve tezahüründendir. Onun hakkı, ona ve davasına, hizmetine, ihlasına ve daha parlak ayna ve layık olacak talebelere sahip olmaktır. Fakat bizi teselli eden belki de tarihte olmayacak bir tarzda kitabiliği öne çıkararak talebeliğin şartı olarak saydığı "Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin." İlânına en azından niyeten de olsa bir nebzecik mazhar olma talep ve niyazıdır. 

Evet dostlar, Üstad, zalimlere boyun eğmemiş ve bunca şöhretine rağmen sessizce vefat etmiş. Fakat onun vefatı, hizmetinin inkişaf ve filizlenmesine medar bir tohum gibi olmuş. Hizmetkârlarından Sungur abinin, Üstadın son anlarını soran bir radyoya verdiği "Kardeşim, Üstadın daha son anları gelmedi ki daha Rusya ve Amerika Müslüman olmadı ki" cevabından ve ayrıca bizzat kendisinin "Şimdi anlıyorum ki eskiden beri benim liyakatim olmadığı halde bana verilen Bediüzzaman lâkabı, benim değildi. Belki Risale-i Nur'un mânevî bir ismi idi. Şimdi o isim sahibine Risale-i Nur'a iade edilmiş" beyanından da anlaşılıyor ki bizlere düşen, onun davasına, davasının ilanı olan nurlara sarılarak, iman ve Kur'ân hakikatlerini ayna olarak temsil ve tebliğde ilerlemektir. 

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
8 Yorum