Bediüzzaman niye sinemaya gitmiş anladım

Bediüzzaman niye sinemaya gitmiş anladım

Bunu, Bediüzzaman'dan okuduğumda, O'nun niçin, sessiz sinema döneminde film izlemeye gittiğini anlamıştım

Risale Haber-Haber Merkezi

Bediüzzaman Said Nursi'nin sinemaya gitmesi, hayatının sinemaya aktarılması medyanın gündeminden düşmüyor. Yazar Sadık Yalsızuçanlar'ın konuyla ilgili yazısı:

Dünyanın orta yeri sinema

Şair, 'İstanbul'un orta yeri sinema' diyor(du). Madem İstanbul, dünyanın orta yeridir, o halde dünyanın da orta yeri sinemadır.
Dünya sinemadır, sinemayla daha kolay yaşanır ve çekilir bir hale gelebilir.
Dünyayı anlamanın en kullanışlı ve kolay yollarından biridir.
Bir bilge, 'dünyanın geçen kısmı hayal, kalan kısmı hülyadır' der.
Madem sinema bir rüya sanatıdır ve dünya yaşamı bir rüyadır, o halde sinema hayati bir sanattır.
Varoluşsal bir dildir, varlığa ilişkin sorulacak sorular için elverişli bir alandır.

Sinema tabii ki biraz eğlencedir, kısmen demokrattır (para yatırılacak, seyirci beğenecek ve yeni filmler için para verecek) üstelik eşitlikçi demokrasinin bir sanatıdır -herkes bakmasını (görmesini miydi yoksa?) bilir-, ama sinema daha çok bir rüya içinde rüyadır, bu gerçeğin dilidir.
Dünya yaşamı, bir oyun, bir oyalanma, daha çok mal ve evlat edinmekten ibarettir.
Bunu bize en dürüst biçimde anlatan, iki saat bir salona ve karanlığa hapsolarak, beyazperdede seyrettiğimiz hikayelerdir.

Bizim ilkel sinemamız olan Karagöz bu hakikatten doğmuştur.
Zıll-ı hayal (gölge oyunu), yaşamın bir 'oyun' oluşundan gelir.
Bu, hem hayatın fazla ciddiye alınmayacak kadar kararsız (devamsız) oluşundan kinayedir, hem de, varlığımızın O'na bağlı oluşundan bir nişanedir.

Bizim sırrımız, Mesnevi'dedir.
O halde dönüp arada Mesnevi'ye de bakmamız ve onun neden 'şikayet'i, 'hikayet'e öncelediği üzerinde düşünmemiz gerekebilir.
İnsan aslında şikayet etmektedir, dünyaya inmekle, aşağılık alemlerin en aşağısı olan arza nüzul etmekle ilgilidir şikayeti. O halde hikaye bahanedir, mesele şikayettedir.
Yani bir derdi dile getirir konuşan, görüntüleyen, yazan, söyleyen her insan.

Sinema, dünyanın imgesidir.
Shakespeare, daima haklıdır: Dünya bir oyun sahnesidir. İnsanlar oyunculardır. Yönetmen, ‘tanrısal oynatıcı'dır. Metin, kaderdir. Replikler, sözlerimiz ve eylemlerimizdir.
Tiyatro ve sinema, Aristoteles'in o Prometheci dram anlayışını çoktan çöplüğe atmıştır.
Her şeyin bizim elimizde olduğu yanılgısı, hiçbirşeyin elimizde olmadığı kadar sahtedir.
Bizler yaşam içinde çoğu zaman güçsüz, ölüm karşısında çaresiziz.
Bundandır ki, yaşamı daha kolay kılmak ve ölüme karşı da hazır hale gelmez üzere öykü yazar film çekeriz.
Bu çaresizliğin ağırlığından kaçmak/kurtulmak için yaşamı daha eğlenceli ve bir perdeden iki saatte izlenebilir, tümüyle görünebilir kılmaya çalışırız.

Dünya alabildiğine sıkıcı ve boğucudur.
Bu, hem, ruhbilimiyle uğraşanların 'yaşama hastalığı' dediği, Baudelaire'in 'spleen' diye adlandırdığı, İbn Arabi'nin, kesintisiz mutluluk anlamında 'huzur' diye bambaşka bir yerden, farklı bir ifadeye sardığı ruh durumu, hem de, dünyanın tekdüze ve yaşamın tekrarlanan niteliğini dile getirir.
Bizim öykümüz sadece şikayet değil, o şikayetin diğer fanilere hikaye edilmesidir aynı zamanda.

Nesimi, 'cümle mana bir nokta/peki bu tekrar neden?' diye sorarken, şikayetin formu olan hikayet'ten de usanmış gözüküyor.
Burnundan kıl aldırmayan Tarkovski bile sinemanın (tabi teknolojik ön takısını koymak şartıyla) bir 'sanat' olduğunu söylemişti.

Her film, yazanın ve yapanın çaresi ve çaresizliğidir.
Bu yüzden yönetmen sayısınca dil ve biçim vardır.
Her film yapıcısı bize, dünyanın o değişmeyen doğasını, bir oyun ve eğlence oluşunu yeniden söyler. Kendi ülkesinin toplumsal sorunlarından, kişisel meselelerinden,
fantezilerinden... Neden söz ederse etsin, aslında hep o kozmik oyunun içinde küçük bir oynatıcı olarak, kendisini tanrılaştırmaktadır.
Bakın ben insanlar yaratıyorum, yaşam öyküleri yazıyorum, kaderler belirliyorum, dünyalar kuruyorum, şehirler, sokaklar, platolar inşa ediyorum, bakın benim yarattığım bu insanların yazgısı benim elimde, istersem onları öldürür, dilersem diri kılarım, aşka düşürür, yakarım, birleştirir mutlu kılar, ayırır mutsuz ederim...' Nedir bu tanrılaşma oyunu?

Sinema, bu bakımdan en sıcak, tüm diğer sanatları içinde toplayan kapsamlı ve son derece zengin diliyle, kozmik doğasıyla bu gerçeğin tecellisinde arslan payını kapar.
Bir ırmakta iki kez yıkanılmaz. Her şey değişir. Kainat her an yeniden yaratılır. Yok olur ve var edilir. Her şey 'ol' emriyle bir anda, zamanın olmadığı bir yerde olup biter. Biz, tıpkı, yirmidört karenin bir saniyede ardı ardına okunmasıyla kapıldığımız illüzyona, dünya yaşamında da kapılır ve şeyleri sabitken, sürekli ve kararlı zannederiz.

Sinema ahlakçı ya da değildir, toplumcu, bireyci, ticari vs.dir veya değildir, bunlar daima 'tali' sorulardır. Aslolan, her yeni filmin, bir, başka filmlere mali kaynak teşkil edip etmediği,
iki, yeni bir şey söyleyip söylemediğidir. Bu iki niteliği zayıfsa, o filmden hayır gelmez.
Gerçi güneşin altında yeni bir şey yoktur. Yani her şey başta söylenmiştir, biz, birer tekrarcı ve papağanız. Yani, yeni bir şey söylediğini sanan herkes, bu yeniliğin kaçınılmaz olduğundan çok da haberdar değildir.

Bize, sinemanın bir rüya sanatı olduğunu en çok Kurosawa'nın Düşler'i anlatır.
Sonra Kieslowski'nin Ölüm Üzerine ve Aşk Üzerine Film'leri.
Ve diğerleri, onlarca, yüzlerce yönetmen, bize, sinemanın bir rüya, rüyanınsa bir İlahi sinema olduğunu söyler.
Bunu, Bediüzzaman'dan okuduğumda, O'nun niçin, sessiz sinema döneminde film izlemeye gittiğini anlamıştım.

Dünyayı bir oyun sahnesi olarak görebilmek için vizyoner olmak zorunlu değildir gerçi ama, en güzel, en uzun ömürlü filmleri de hep vizyoner yönetmenler çekmiştir.
Onların filmlerinin seyrinden çıkarken, hep bu yaşamın ve dünyanın bir köprü olduğunu, oraya yerleşilemeyeceğini, gelip geçileceğini hissederek, gönlümüzde o sızıyla, damağımızda bütün bir yaşamı iki saat içinde görebilmiş olmanın hazzının uçuculuğuyla, o hüzünle çıkarız.
Sinema iyi ki var. Yönetmenler iyi ki filmler çekiyorlar.

www.sadikyalsizucanlar.net