Bediüzzaman: Bize bir ders-i ibret vermiş olan Japonlar

Bediüzzaman: Bize bir ders-i ibret vermiş olan Japonlar

Sun'î ne kadar mükemmel olursa, tabii yerini tutmaz

(Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ adlı eserinden bölümler.)

MAKALE - 8

Kürd Teavün ve terakki Gazetesi, 27 Kânunuevvel 1324 / 09 Ocak 1909 Sayı: 6. Nüshası Sayfa 43-44

İLMİYE !

İfade-i Meram:

Şimdiki Şark'ta medeniyetin müessisi ve bize bir ders-i ibret vermiş olan Japonların medeniyet-i cismaniyelerine hayat vermek için, taharri-i din ederek bazı sualler sormuşlar idi. Ve ben de kendim gibi bir cevap vermiş idim. Ben bu cevabın kuvvetini tecrübe için, (ki bu mazî ve istikbal ortasında açılan büyük selli dere ve uçurum üzerinden atlıyacak mı? yoksa sair zaif ve kuvvetsiz ve hakikatsiz ve ihtiyarlanmış olan adât ve efkâr gibi mâzî tarafında mı kalacak? bilmek için;) bu cevabı şimdiki efkâr-ı umumiyeye peşkeş ve hediye ediyorum.

Ve rağbet-i umumiyeyi celb ile bizim gibi nevresidenin sa'yine neşât vermek için bir hizmet niyetindeyim. Şu bintül-fikri ve zâde-i tabiat ve semere-i fuad, şimdiki daire-i vâsia-i hürriyetle mütenasib geniş ve haşmetli efkâr-ı umumiyenin rağbetine yakışacak -uslûb cihetiyle- bir şey değil ise de, lakin dört cihetiyle antika olduğundan ve antikalık, guluvv-u kıymetin yerini tutmakla; itibar-ı umumiyenin rağbetine istihkakı ümid ediyorum.

Birinci antikalık ciheti:

Dağ meyvesidir. Zîrâ Kürdistan dağlarında şu zamanda sudur eden sözler kurun-u ûla sözlerini andırıyor. Güya biz kurun-u ûladan bu tarafa hareket etmemişiz. Çünkü hürriyyet-i mutlakalarımızı şimdiye kadar olan medeniyet-i zelilane ve nâmeşru' ve sefihaneye feda etmek reva görmedik.

İkincisi:

Tabiiliktir. Yani benim tabiatıma muvafıktır. Zîrâ, benim gibi bir bedevînin fikri fıtrat-ı asliyeye daha yakın olduğundan, muhakemesi de tabiî ve hadis-ül ahddır. Sun'î ne kadar mükemmel olursa, tabii yerini tutmaz. Hem de kelam, tabii gibi olduğundan; mütekellimin mizac-ı hissiyatını andırır.. ve okunduğu vakit, madenî benim gibi bir Kürd olduğunu nazar-ı hayale karşı tecessüm ettirir ve zihinde maneviyatın resmini doğru nakşeder.

Üçüncüsü:

Üslub-u garibimdir ki, sür'at ve kesret ve ülfet ile sathile-nen ezhanı dikkate imale eder. Zîrâ, garib olan ahlâk ve hissiyatımla mütenasib olan elbisem; maâniler dahi istihsan ederek, elbisem gibi bir üslub-ü beyanı giydirmek benden istediler. Ben de hatırlarını kırmadım. Amma alaturka terziliği iyi bilmiyorum.

Dördüncüsü:

Bu cevap gençtir, ihtiyardır. Bedevîdir, medenîdir. Hürr-ü mutlakdır, hürr-ü mukayyeddir. Yaşı dahi hürriyetten iki mah daha yaşlıdır. Güya altı ay zarfında elli sene, belki daha çok tayy-i zaman ederek yaşamış. Zîrâ veladeti vaktinde tercüman-ı efkâr olan gazeteyi, şimdi bir gazete ile muvazene olsa, mabeynlerinden asırlar geçmiş zan olunacak. Hem de bedavetteki hürriyyet-i mutlakanın ve medeniyetteki hürriyyet-i mahdudenin izdivacından tevellüd etmiş.. Güya: Dîk-i arş, mârifet-i Sâniden tarik-i ilham ile sadasını işitmiş bir dîküs-sabah gibi bu inkıkâb-ı azîmin sabah-ı infilakına ezhan-ı naimeyi sayahıyla ikaz ediyordu.

Bu cevabın mebde' ve meadı, yani mevzu' ve gayenin celaleti; ve sailin ehemmiyeti sair kusurları setredeceğini ümit ediyorum. Bintül fikrin cihazı üslub-u garibdir.. Ve mehr-i muacceli de dikkattir... Ve hem de birinci tecrübe, birinci inşa, birinci te'lif olduğundan noksanı ve iğlakı tabiidir. Hem de uzun cümlelerle söylemişim, tâ ki hakikatin sureti parçalanmasın.. Ve hakikatin etrafında daire çekmekle mahsur bırakmaktır. Eğer tutmadım, elinize vermedim; siz dikkatinizle tutunuz.

Zaman-ı salifte, şuara divanlarından hüsnünü; bir çok ulema, dibace-i te'liflerinden "Hulefa-i Raşidinin mesleğinden olmayan" bir şahs-ı hakime mehasin-i milleti gasben ona vermek.. Ve ondan neş'et ettiği gibi ıtra'lı medihle istibdada kuvvet vermişlerdi.. Ve mesavî-i istibdadı dahi nâ kabil-i def' gördüklerinden, zaman ve feleği hedef ederek şikayât ve itirazâtın oklarını -daima manâsı tesiriyle malum ve lafzı mechul olan- istibdada atarlardı. Meşrutiyet-i şer'iye altında olan adalet-i mahz ancak Eflatun-u ilahînin mehasin-i hakikiye-i medeniyetin misal-i müşahhası göstermek istediği Medine-i Fazılasında ihtimal verebilirlerdi.

Ben isem, o def'i muhal gördükleri istibdadı yıkmakla ve muhal-i âdî gördükleri medine-i fazılanın esasını atmakla meşgul olan bir ehl-i asrın efradı olduğumdan, o âdete muhalefet ettim.

Birinci suali maal-cevab icmalen müddea gibi vaz' ediyorum. Sonraki tafsilat o müddeayı müntic قضَايَا قِيَاسُهَا مَعَهَا gibidir. Şöyle ki;

Demişler: "Vücud-u Sânia delil-i vazıh nedir?"

Cevap: Delil-i nuranî ve hayat-ı ateşîn ve âlemin aynı olan Muhammed (A.S.M.) ve kalb-i hidayetin lisanı ki Muhammed (A.S.M.) in lisanıdır.

وَالَّذ۪ى نَظَرَهُ النَّقَّادَ اَدَقُّ مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ عَلَيْهِ ، وَمَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنٰى مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ عَلَى النَّاسِ

Meali: Nurefşan nazarına karşı hayal, hakikatı setredemez; Hak olan mesleği tesvilata, tedlisata muhtaç değildir. Bu kelam iki fırka-ı dallenin reddine işarettir. Şimdi bed' edeceğim cevaba... (Maba'di var)

Said-i Kürdî