Asker öğrenciler, öğrenci askerler ve eğitimimizin “milli” sorunu

Asker öğrenciler, öğrenci askerler ve eğitimimizin “milli” sorunu

Bizler, okullardaki mecburî din eğitimini veyahut tesettürle derslere girip girilemeyeceğini tartışaduralım, yanıbaşımızda bir sorun (ve fakat daha tehlikeli bir sorun) alabildiğine büyüyor. İlkokul sıralarından başlayıp üniversite koridorlarına, ta anfilere kadar yayılıyor. Kimse de onun varlığını, ya fark etmiyor veya fark ettikleri halde gelebilecek tepkilerden çekindikleri için ilişmeye cesaret edemiyorlar. Çünkü bu problem, garip bir şekilde, toplumun artık kutsallaştırdığı bir değere dayanıyor. Ve ona dayandığı için de, o noktada çözüme dair adımlar atmak (oya müptela olanlar için) giderek imkânsızlaşıyor.

Gerçi haklarını yemeyelim, sistemin ve toplumun bu milliyetçi ve devletçi baskılarına rağmen sıradışı söylemler geliştirmeye cesaret edebilen aydınlarımız da var. Mesela Metin Karabaşoğlu, Ahmet Yıldız gibi insanlar, yıllardır bu problemin Nur talebeleri içindeki yanlış yansımalarına karşı uyarılarda bulunmaya çalışıyorlar. Kitaplarında, makalelerinde, konferanslarında aynı sabitfikirliliğin sorgulamasını yaparak; belki içinden geldikleri ekolün kadim ustalarının bile eleştirilerine göğüs geriyorlar, germeye mecbur oluyorlar.

Yine aynı eleştiriyi, daha toplumsal bir bazda yapan Mehmet Altan, Serdar Kaya gibi aydınlar da benzeri soğuk tavırlarla karşı karşıya kalmaktan kendilerini kurtaramıyorlar. Söyledikleri her ne kadar doğru olsa da, delillere dayansa da, bu insanlar; bilinenden ötede şeyler söyledileri için “garip” karşılanmaktan kurtulamıyorlar. Hatta bazıları tarafından, ne hazindir ki, “Vatanını ve milletini yeterince sevmemekle” suçlanabiliyorlar.

Evet, Türkiye’de böyle aciplikler de yaşanıyor. İnsanlar birbirlerinin kalplerini muhataplarından dahi iyi biliyor(!) ve yargılıyorlar(!) Sanki yarıp bakmışlar gibi sözlerinden emin oluyorlar.

Bugün, bu yazıda milli eğitimimizin en büyük sorunsalı olduğunu düşündüğüm “milli” yapısını masaya yatırmak istiyorum. Onun hakkında konuşmak ve onu eleştirmek arzu ediyorum. Zira bazı başka detaylar üzerinde alabildiğine yoğunlanmış tartışmalar esnasında, hiçkimse, milli eğitimin bu denli milliyetçi ve Serdar Kaya’nın (Endoktrinasyon ve Toplum Mühendisliği) kitabında dile getirdiği gibi “tek tipçi” yapısı hakkında eleştiriler üretebilmeyi başaramıyor.

Mevcut siyasi düzenin elemanları da, bu meselenin toplum nezdinde sahte bir kudsiyet kazanması nedeniyle, oy kaybetme korkusundan belki de, somut adımlar atmaya cüret edemiyorlar. Yeni yeni okullar ve öğretmenler kazanmakla övünen devlet, okuttuğu ders kitaplarındaki cümlelerde değişiklik yapmakta aynı başarıyı sergileyemiyor. Müfredatta büyük devrimler gerçekleştiremiyor. Çünkü her ne kadar yükselişi esnasında bu sistemin zorluklarını çekmiş olsalar da, başa geldikleri anda, kendilerini sistemin içinde bir parça sayıyorlar ve ona yapılan saldırıları, kendilerine yapılmış gibi addediyorlar.

Daha ilkokul sıralarındayken beden eğitimi derslerinde uygun adım yürümek, her sabah andımızı ve İstiklal Marşımızı askeriyenin tabur düzeninde okumak, öğretmenin karşısında hazırolda durmak, defterine not aldığı kalemin rengine ve hatta önlüğün cebinde duran mendilin şekline kadar her şeyi birilerinin bir yerlerde belirlemesiyle sorgulayamadan yapmak, mevcut milli eğitim düzeninin değişmezi haline geliyor. Öyle ki, bir öğrenci, her ne kadar öğretmeninden ve ders kitabından farklı düşünse de, bunu sınav kağıdına yazınca, bırakın zayıf almayı, disipline gitme tehlikesini bile göze alması gerekiyor. Öğretmeniyle müfredat üzerine konuşamıyor, bilgilerin gerekliliğini ve doğruluğunu sınayamıyor. Kendisine ne dayatılırsa, onu öğrenmek mecburiyetinde kalıyor ve cesur adımlar atılmazsa da hep kalacak gibi…

Akademik bilginin şiarı tarafsızlıkken, okullarımızda verilen eğitim her meseleyi “Türklük” açısından ele almak, Türkleri haklı çıkarmak ve kaybedilmiş savaşları bile “aslında kazanılmış” göstermek üzerine şekilleniyor. 1. Dünya Savaşı’nı Almanya ile beraber kaybeden Osmanlı’nın hâlâ ders kitaplarımızda “Almanya kaybedince biz de yenilmiş sayıldık” denilerek öğrencilere aktarılması gibi… Hâlbuki tüm tarihçiler bilir ki, en az Almanya kadar o savaşta biz de yenildik. Peki, neden bunu bir türlü Almanya kadar kabul edemedik?

Yine Metin Karabaşoğlu’nun sorgulaması içinde, o büyük Çanakkale destanının ardından söylettiğimiz “Çanakkale geçilmez” sözünü, sadece birkaç yıl sonra İngiliz donanmasının aynı sulardan geçerek İstanbul’a demirlemesiyle kendimiz yalanlamış olmadık mı? Peki, neden hâlâ aynı savaşın hatıralarını okurken “Çanakkale geçilmez dedirttik” diyerek övünebiliyoruz? Orada şehit olan kahramanlarımız, acaba Sarıkamış’ta donarak can veren kahramanlarımızdan daha mı az mağdur durumdalardı? Zira birkaç yıl sonra zaten geçilecek olan boğazı, o yıl geçirmemek için yüz binlercesi şehit olmuşlardı. Fakat Sarıkamış için cesur eleştiriler yapan sistemimiz, Çanakkale savaşını sorgulamada aynı cesareti gösteremedi.

Örnekler çoğaltılabilir, ama netice değişmez.

Eğitim sistemimizin sorgulanması ve somut adımlarla yenilenmesi gereken birçok öğesi var. Fakat ne yazık ki, bizim onlara atfettiğimiz sahte kutsiyet ve kayıtsız, şartsız doğruluk nedeniyle bunları bir türlü düzeltemiyoruz. Eleştiriyi dahi, en insaflı olanını bile, kabul edemiyoruz. Bu yüzden de bu bozuk mutfağın ürünleri de ilerleyen nesillere bozuk şekilde aksediyor. Tıpkı bozuk genetik bir miras gibi…

Toplumun gidişatına dur diyecek, onu insanî (ve İslamî) normlara taşıyabilecek özgür zihinler de ortaya, yine aynı nedenlerle çıkamıyor.

Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat’ında bahsettiği (ve muhtemelen Müküslü Hamza Efendi’yi kastettiği) meçhul talebeyi hatırlayalım. Kürt milliyetçiliği fikrine kapılan bu talebesi için Bediüzzaman nasıl bir tabir kullanıyordu? Bu sapmasının İstanbul’da aldığı eğitimin aksülameli olduğunu söylemiyor muydu? İşte bu bozuk ve endoktire eğitim sistemi devam ettikçe, benzer arızalar, daha başka boyutlarda yaşanmaya devam edecektir.

Eğitim sisteminin bu tek tipçi yapısı, elbette bu baskın tipin cenderesinden çıkmak isteyenleri başka yollara itecektir. Bunun çözümü sadece siyasette değil, öncelikle eğitim sisteminin ıslahındadır. Okul ve öğretmen sayısını arttırmak gibi faydalı işlerin yanında sistemin öğrenciye daha fazla fikir üretebilme hürriyeti verdiği başka bir düzene geçiş, inanıyorum, gelecek adına bize daha büyük düşünmeyi de öğretecektir. Böylesine prangalar içinde insan yetiştirmek çok güçtür. Ve belki Bediüzzaman’ın eğitimde sorulu/cevaplı bir metoda geçilmesi gerektiğini önemle ifade etmesi de, bu tek tipçi yaklaşımların kırılması içindir.

Sizce artık yeni adımlar atmanın zamanı değil mi?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum