Abdullah YILMAZ

Abdullah YILMAZ

Anamın Şeyhi

Birkaç gün önce anamın şeyhinin vefat haberini aldım. Bu haber beni çocukluk yıllarıma götürdü. O yıllardan hayalimde yer etmiş manzaralardan biri; anamın her doğan yeni çocuğunu, ilk haftası dolar dolmaz, şeyhine götürüp duasını almasıydı. O ulvi seremoni yıllar boyu çeşitli vesilelerle tekrar edip durdu; evlilik, çocuk, işe girme, tarla anlaşmazlıkları, kan davaları, vb. her meselede ona danışılır, onun tavsiyeleri doğrultusunda hareket edilirdi.

Yaşça biraz büyüyüp, pozitivist ve rasyonalist eğitim çarkının dişlileri arasında öğütülmeye başladığım yıllarda, annemle şeyhi ve tasavvuf hakkında ateşli tartışmalara giriştiğimi ve kadıncağızın taklidi salâbetini yıkma çabalarımı hatırladıkça kendime çok kızarım. O kadıncağız, her tartışmada; “Yapma oğul, böyle konuşma oğul, bak çarpılırsın!” diye yalvarır, ben ise arenada rakibine insafsızca kılıç sallayan bir gladyatör misali, onu ve şeyhini kıyasıya eleştirirdim. Allah’a şükür ki modern zamanların kriterlerine göre “cahil(!)” olan anam benim laflarımdan hiç etkilenmez, bildiği gibi hareket etmeye devam ederdi.

Yıllar sonra Bediüzzaman’ın şarka dair (1); “Arapça ve Türkçeyi tam bilmeyen, mürşitleri ve âlimleri perişan olan, her milletten ziyade başlarına elim hadiseler gelen şark vilayetleri” değerlendirmelerini okuduğumda, o coğrafyanın içinden çıktığım halde, meseleye bu zaviyeden bakmadığımı fark ettim.

Bugün Anadolu’nun doğu ve güneydoğusunda yaşayan insanların bir kısmı menfi milliyetçilik cereyanına kapılmış, o coğrafyada -somut örnekleri son zamanlarda medyaya yansıyan- ahlaki bir dejenerasyon yaşanıyor ve Cahiliye adetlerinden kan davası hala devam ediyorsa, bunun en mühim bir sebebi, Bediüzzaman’ın yukarıda isabetle belirttiği gibi, o coğrafyanın mürşitlerinin ve âlimlerinin Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yanlış stratejiler sonucu Batı’ya sürgün gönderilmeleri ya da toplumdan izole edilmeleridir. Zira o mürşit ve âlimler, gemileri denizde dengede tutan direkler misali, Şarki Anadolu’yu asırlarca İslam dairesi ve Osmanlı idaresi dâhilinde tutan manevi dinamiklerdi.(2) 

Yukarıda bahsi geçen “güzel insanların güzel atlara binip gitmesiyle” Şark insanını irşad edecek, ona rehberlik yapacak, iyiyi, güzeli ve doğruyu anlatacak manevi dinamikler görülmez ve bilinmez olmaya başlayınca, zamanla, o coğrafyada fenalıktan sıkılmayan, işlediği seyyiatla iftihar eden, zulmü ile telezzüz eden, en rezil günahları sıkılmayarak aşikâr bir surette işleyen bir güruh(3)  türemeye başladı.

Ulaşım ve iletişim teknolojilerinde son yüzyılda yaşanan baş döndürücü gelişmelerin koca dünyayı global bir köy mesabesine getirmesi ve gök kubbe altındaki hiçbir şeyin artık gizli kalamaz hale gelmesiyle, bugün artık Anadolu’nun en ücra köşesindeki bir olaydan birkaç saat içinde bütün ülkenin haberdar olmasıyla yukarıda bahsi geçen güruhun sebep olduğu ciğersuz ve vicdan kanatıcı haberler gündemimizi meşgul eder oldu.

Bediüzzaman’a göre; peygamberlerin ekserisinin şarkta ve felsefe ehlinin mühim bir kısmının garpta gelmesi kaderin bir işaretidir ki; şarkı ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değildir.(4)   Yine Bediüzzaman’a göre; özelde şark genelde ise Anadolu insanının din ile bağlarının koparılmaması gerekir. Zira ahmakçasına, körü körüne ve despotça uygulamalarla din ile bağları koparılan nesiller, toplum hayatı için öldürücü birer zehir hükmüne geçecek ve böyle itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idaresi ve onlar içinde asayişin temini, binler dindar insanın idaresinden daha müşkül olacaktır.(5)   Bu yüzden Asya'da hüküm süren yönetimler dindar olmasalar da din lehine çalışanlara ilişmemeli, belki teşvik etmelidirler .(6)

Bediüzzaman 1940’larda yazdığı bir mektubunda (7); 1910’larda Osmanlı toplumunda İttihatçıların ön ayak olduğu, toplumsal ahlak ile dini ve milli hasletlerin yeni nesillere aktarılmasında gösterilen lakaytlık ve laubaliliğin daha 1940’larda din, ahlak ve namus olgularına kayıtsız bir nesil yetişmesine yol açtığını belirtmektedir. Bu mektubun devamında, temel manevi değerlerin gelecek nesillere aktarılmasında lakaytlık ve laubaliliğin devam etmesi halinde 50 yıl sonra (2000’lerde), bin sene boyunca bütün ruh-u canıyla İslam’ın bayraktarlığını yapmış ve bu uğurda emsalsiz kahramanlıklar göstermiş Anadolu insanının parlak mazisini dehşetli biçimde lekeleyecek, belki mahvedecek -yüzde doksanı nefs-i emmareye tâbi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevk edebilecek- bir yeni neslin yetişebileceği uyarısında bulunmaktadır. Hülasa, bugün sosyal yaşamda karşılaştığımız tuhaf, iğrenç ve ürkütücü hadiselerin temelinde 100 yıllık bir ihmal yatmaktadır.

Buraya kadarki değerlendirmeleri okuyan bazı okuyucular; “Bu yaşananlar Modernizmin sonuçlarıdır, Batı da 200 yıl boyunca bu krizleri yaşadı, hâlâ da yaşıyor” diyebilirler. Neredeyse yarım asırdır yaşadığımız dejenerasyonun “Modernizm, Muasırlaşma ve Medenileşme”nin sonuçları olduğunu ben de kabul ediyorum. Ancak, Bediüzzaman’ın yerinde tespitleriyle ;(8) bu medeniyet habis bir medeniyettir -ki biz ondan yalnız zarar gördük/görmekteyiz. Bu medeniyet, kötülükleri iyiliklerine galebe eden sefih, mütemerrid, gaddar ve manen vahşi bir medeniyettir. Bu medeniyet, beşerin yüzde seksenini meşakkate ve şekavete atmış, onunu sanal bir saadete çıkarmış, diğer onunu ise ortada bırakmıştır.

İnsanlığa rahmet olarak gönderilen Kur'an ise, ancak umumun, en azından çoğunluğun saadetini sağlayan bir medeniyeti kabul eder. Bu yüzden, bu “tek dişi kalmış, mimsiz medeniyet”, insanlığın intibaha gelmesiyle yıkılmaya mahkûmdur. Burada esas mes’ele; “bu habis medeniyete alternatif olacak dört başı mamur bir medeniyet projemizin olup olmadığıdır. “Gerçekten, insanlık âlemine sunabileceğimiz böyle bir medeniyet projemiz var mı?

DİPNOTLAR:
1-Sikke-i Tasdik-i Gaybi, İstanbul: Envar Neşriyat, s. 108.
2-Asırlar boyunca İslam dünyasının birlik ve beraberliğinin temeli olan İslam kardeşliğinin yayılmasının ve gelişmesinin en birinci, tesirli ve hararetli vasıtası, son asırlarda içlerinde yaşanan bazı su-i istimallere rağmen, tasavvuf olmuştur. (Mektubat, İstanbul: Envar Neşriyat, s. 445)
3-Mektubat, s. 277.
4-Mesnevi-i Nuriye, İstanbul: Envar Neşriyat, s. 100.
5-Lem’alar, İstanbul: Envar Neşriyat, ss. 122-123.
6-Şualar, İstanbul: Envar Neşriyat, s. 376.
7-Emirdağ Lahikası-I, İstanbul: Envar Neşriyat, ss. 21-22.
8-Sünuhat, İstanbul: Envar Neşriyat, ss. 44-46.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum