Allah, îmân edenlerin dostudur

Allah, îmân edenlerin dostudur

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Bakara Sûresi 256-257. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor

256-Dîn(e girme)de zorlama yoktur; (*) îman küfürden şübhesiz iyice ayrılmıştır. Artık kim tâğûtu (Allah’ın yerine tuttukları herşeyi) inkâr edip Allah’a îmân ederse, böylece şübhesiz kopmayan çok sağlam kulpa tutunmuştur! Allah ise, Semî‘ (hakkıyla işiten)dir, Alîm (herşeyi bilen)dir.

257-Allah, îmân edenlerin dostudur, onları zulümâttan (küfür karanlıklarından) nûra (îmâna) çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları ise tâğuttur (Allah’ın yerine tuttukları şeylerdir), onları nûrdan zulümâta çıkarırlar.(**) İşte onlar ateş ehlidirler. Onlar orada ebedî olarak kalıcıdırlar.

(*) Bir İslâm memleketinde yaşayan müşrik, îmân etmek veya cizye vermek husûsunda seçim hakkına sâhibdir. Böyle bir kimseye İslâm’ı kabûl etmek için zorlama yapılamaz. Ancak mü’min olan kimseler dinden çıktıkları takdirde, ahidlerini bozduklarından dolayı tevbe etmezlerse cezâlandırılırlar. (Elmalılı, c. 2, 863)

(**)“Enâniyetine i‘timâd eden (benliğine güvenen), zulmet-i gaflete (gaflet karanlığına) düşen, dalâlet (küfür) karanlığına mübtelâ olan adam, (...) ceb feneri hükmünde nâkıs (noksan) ve dalâlet-âlûd (dalâlete bulaşmış) ma‘lûmât ile zamân-ı mâzîyi (geçmiş zamânı), bir mezâr-ı ekber (büyük bir mezar) sûretinde ve adem-âlûd bir zulümât (yoklukla karışık bir karanlık) içinde görüyor. İstikbâli, gāyet fırtınalı ve tesâdüfe bağlı bir vahşetgâh (vahşet yeri) gösterir. Hem her birisi, bir Hakîm-i Rahîm’in (sonsuz hikmet ve merhamet sâhibinin) birer me’mûr-ı musahharı (itâatkâr me’mûru) olan hâdisât (hâdiseleri) ve mevcûdâtı (varlıkları), muzır (zararlı) birer canavar hükmünde bildirir. وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا اَوْلِياَؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النَّورِ اِلَي الظُّلُمَاتِ [İnkâr edenlerin dostları ise tâğuttur (Allah’ın yerine tuttukları şeylerdir), onları nûrdan zulümâta çıkarırlar] hükmüne mazhar eder.
Eğer hidâyet-i İlâhiye yetişse, îman kalbine girse, nefsin fir‘avuniyeti kırılsa, Kitâbullâh’ı (Kur’ân’ı) dinlese, (...) o vakit birden kâinât bir gündüz rengini alır, nûr-ı İlâhî ile dolar. Âlem اَلّٰلهُ نُورُ السَّمٰواتِ وَالْاَرْضِ[Allah, göklerin ve yerin nûrudur] âyetini okur. O vakit zamân-ı mâzî, bir mezâr-ı ekber değil, belki her bir asrı bir nebînin (peygamberin) veya evliyânın taht-ı riyâsetinde (reisliğinde) vazîfe-i ubûdiyeti (ibâdet vazîfesini) îfâ eden ervâh-ı sâfiye (tertemiz ruhlar) cemâatlerinin vazîfe-i hayatlarını bitirmekle اَلّٰلهُ اَكْبَرْ diyerek makāmât-ı âliyeye (yüce makamlara) uçmalarını ve müstakbel (gelecek) tarafına geçmelerini kalb gözü ile görür. Sol tarafına bakar ki, dağlar-misâl bazı inkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye (kabir âlemi ve âhirette olacak büyük hâdiselerin) arkalarında Cennetin bağlarındaki saâdet saraylarında kurulmuş bir ziyâfet-i Rahmâniyeyi (Rahmân olan Allah’ın ziyâfetini) o nûr-ı îmân ile uzaktan uzağa fark eder. (...) Hattâ mevti (ölümü), hayât-ı ebediyenin mukaddemesi (başlangıcı) ve kabri, saâdet-i ebediyenin kapısı görüyor.” (Sözler, 23. Söz, 103-104)