Hüseyin YILMAZ

Hüseyin YILMAZ

Allah, darbecilerden razı olsun mu, diyelim?

Bediüzzaman’ın kabri nerede? (1)

Zihnimde acıtan bir yara gibi yaşayan, zaman zaman da ifadesine çalıştığım bir mevzu var: Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretlerinin mechûl kabri. Hâdiseyi biliyorsunuz. 23 Mart 1960’da vefat ettiği Urfa’da Halilurrahman Dergâhı’na defnediliyor. Yaklaşık yüz gün sonra da bir gece vakti dergâhtaki kabrini parçalayan şeref, haysiyet ve insanlıktan mahrum, köpek desen köpeğin güceneceği darbeciler, mübarek naaşı askerî uçakla bir meçhule naklediliyor! Aradan geçen elli sekiz yıla rağmen aynı mechûliyet devam ediyor.

Nur talebelerine sorarsanız, bu mechûliyet Üstad’ın vasiyetinin neticesidir. Binaenaleyh kabri gizli kalmalı. Bu hükme esas teşkil eden ve Üstad’ın mezar vasiyeti olarak bilinen metin Emirdağ Lâhikası’nda yer alıyor. Önce metni birlikte görelim:

“Üstadımız izzet-i ilmiyeyi muhafaza için eski zamandan beri en büyük reislere tezellül etmedi. Hem halkların hediyesini kabul etmiyordu. Şimdi ise Üstadımız hem zaif olduğu halde, ehl-i ilme bir mahzuru olmayan hediyeyi ise hastalıkla alamıyor. Hattâ biz hizmetkârlarından dahi en küçük birşeyi mukabelesiz yiyemiyor. Yese hasta oluyor. Bu hâleti, hiçbir şeye âlet olmayan Risale-i Nur'daki âzamî ihlâsın muhafazası için, bir hastalık suretini aldı ve hastalıkla bu kaidesini bozmaktan men ediliyor itikadındayız. Hattâ Risale-i Nur'un her tarafta neşir ve intişarının büyük bir bayramı münasebetiyle ehl-i ilme lâzım olan musafaha ve sohbet etmekten ve bu mübarek bayramda da en has talebeleri ve kardeşleriyle musafaha ve sohbetten ve ona bakmaktan da şiddetle sıkılıp âzamî ihlâsın muhafazası için bir hastalık hâleti alarak men edildiği ona ihtar edildi. Hattâ bizler gördük ki, bu mübarek bayramda şiddetli hastalığı için talebelerine dedi: "Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü, dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor."

“Biz de Üstadımızdan sorduk:

"Kabri ziyarete gelenler Fatiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men ediyorsunuz?"

“Cevaben Üstadımız dedi ki:

"Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki firavunların dünyevî şan ve şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi, enaniyet ve benlik, verdiği gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları, mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismiyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile, eski zamandaki lillâh için ziyarete mukabil, ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ve şerefine ziyade ehemmiyet verir. Öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur'daki âzamî ihlâsı kırmamak için ve o ihlâsın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garpta, hem kim olursa olsun, okudukları Fatihalar o ruha gider.

"Dünyada beni sohbetten men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle, beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle men etmeye mecbur edecek" dedi.

Hizmetinde bulunan talebeleri”

Metni ikiye ayırmakta fayda var: Birincisi kabrin gizliliği talebi, ikincisi niçin gizli kalması gerektiğinin izahı.

"Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum.” İfâde gayet sarih. Tartışma götürmeyecek kadar da net ve sade.

Vasiyetin muhatabının darbeciler değil, yakın talebeleri olduğu, sanırım isbat gerektirmiyor. Ne var ki, Üstadlarının kendilerine vasiyetle yüklediği bu mükellefiyeti talebeleri hiçbir şekilde üstlenmiyorlar. Defin esnasında neredeyse firesiz olarak Urfa’da bir araya gelen talebelerinin yukarıdaki satırlardan haberlerinin olmaması mümkün değil, zirâ metnin râvisi onlar. Buna rağmen o gün Bediüzzaman ve talebelerine dost olan DP iktidarından Üstadın kabrinin gizli olması gerektiği talebiyle bir müracaatları olmuyor. Kendi aralarında bunu konuşup teşebbüste bulunduklarına dair de bir kayıt yok; hattâ böyle bir niyet taşıdıklarının da bir tezahürüne rastlanmıyor.

O zaman ya talebeleri Üstadın vasiyetini kaale almıyorlar, ya da bu metnin bir vasiyet olmadığı inancındalar. İkinci ihtimali lehlerinde görürüm, zirâ birincisi çok daha elim olur. Kanaatim o ki, bu metnin ifası zarurî bir vasiyet olduğu inancı talebelerinde hâkim olsaydı, hiçbiri itiraz etmese de korku bilmeyen, tavizden, idare-i maslahattan habersiz yaşayan, askeriyenin yanı başında açtığı dershanede o günlerin Diyarbakır şartlarında bine yakın insana dersler yapan Mehmed Kayalar susmaz, itiraz eder ortalığı ayağa kaldırırdı. Hukuk ve içtimaiyatın içinden gelen Bekir Berk için de yakın şeyler söylenebilir. Yazık ki, onların itiraz ettiğine dair de bir kayıd yok.

Denebilir ki, vefatın meydana getirdiği üzüntü, elem ve telaş ikliminde vasiyet unutulmuştur! Kabul edilebilir bir mazeret değil... lâkin diyelim ki, öyle. Peki sonraki günlerden itibaren naaşın darbeciler tarafından nakledileceği zamana kadar arada geçen yüz gün Nur talebeleri vasiyeti hiç mi hatırlamadılar? Hatırladılarsa, kendi elleriyle defnedip üstüne de mermer inşa ettikleri kabri darbecilere benzer bir gizlilik veya aleniyetle kırıp naaşı bir meçhule nakletmeyi hiç düşündüler mi? Bu sualin de cevabı kayıtlara geçmiş değil. Açıkçası, Nur talebelerinin vasiyetname sorumluluğu gibi bir meseleleri olmamış, aleniyetten rahatsızlık duymamış, gizlemek için çareler düşünmemişler.

Bu durumda Hz. Üstad’ın kabrinin niçin gizli olması gerektiğine dair söyledikleri de talebeleri açısından mutlak riayet gerektiren hükümler olmaktan çıkıyor. Kabir ziyaret adabının İslâmî olmayışı, kabrin mahfiliği için zarurî netice olabilir mi? Sanmıyorum... İslâmî olmayan çok şey ile iç içeyiz ve onları tahrib etmek aklımızın köşesinden geçmiyor. Aklın yolu bu inhirafları ıslah ve düzeltmektir. Nurculuk hareketinin varlık sebebi de bu ıslâhatı gerçekleştirmek değil mi? Madem düzeltemiyorum, o zaman vaz geçerim, kolaycılığı Bediüzzaman’a atfedilebilir mi? Yoksa metnin tevile kabiliyeti mi var? Bu sualin cevabı sonra gelecek.

Peki vasiyet olarak arkasına sığınılan metin karşımıza redd-i imkânsız bir vesika olarak ne zaman çıkıyor? Tuhaf gelecek ama Üstadlarının böyle bir vasiyetinin olduğunu talebeleri mübarek naaşı, alçakça, şerefsizce, ahlâksızca darbeciler tarafından çalınıp mechûle tevdi edildikten sonra hatırlamaya ve konuşmaya başlıyorlar. Öyle ya, Üstadları mezarının gizli kalacağını, kalması gerektiğini söylemiş; Kader-i İlâhî de bu hayırlı vazifeyi darbecilere yaptırıp Nur talebelerini büyük bir mesuliyet ve külfetten kurtarmıştı. Neredeyse, Allah darbecilerden razı olsun, demek gelmiyor mu içinizden?

Not: Devam edecek…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
15 Yorum