Ak ellerini öpemedim Aney!

Seni güz günlerinin yağmurlu havalarında tanıdım.

Önümüzde fil yavrusu gibi iki manda nadasa bırakılan toprakları sürmeye giderdik. Güçlüydün! Cesurdun! Issız dağlarda bir kadın başına çifti koşar akşama kadar toprağın altını üstüne getirirdin! Sabahın alaca karanlığında çıktığın evine, yatsı vakti yıldızlar ufuklara dökülürken geri dönerdin! Sık sık yağmur keserdi yolumuzu! Sığınacak bir karaltı arardın. Yüksek bir taşın ya da ihtiyar bir ağacın gövdesinin altında. Anne kuşun yavrusunu kanatlarının altında sakladığı gibi kucağına sımsıkı basardın! İri taneli yağmurlar kuzey rüzgarlarıyla kamçı gibi döğerdi göğsünü, üzerime kapanırdın o zaman! Arada bir dağı taşı titreten gök gürültüsü gelirdi. Yağmur karanlığının ardından. Yüksek sesle şehadet getirirdin o zaman “eşhedü en lâ ilâhe illallah…” iyice saklanırdım kucağına. Korkardım. İsterdim ki bir daha gök gürlesin! Bir daha gürlesin ben iyice saklanayım kucağına..! Bir daha duyayım o kalbin kadar sıcak şehadet kelimesini…” Yıllarca kanından canından verdiğin sütün gibi damarlarıma işlerdi bu ses, ruhumun ta derinliklerine..!

Seni Ağustos sıcaklarında ekin tarlalarında tanıdım

Yalnızdın! Evine döndüğünde ne yapılmış ekmeğin ne pişirilmiş aşın olurdu. Oysa ayakların yerde sürünerek geldiğini bilirdim. Hamur mayalardın. Ateş yakar, el emeğin göz nurun bulgur unundan pilav pişirirdin! Açlık sızıntılarım bittiği zaman ocak başında oturmamı isterdin. Ekmek pişirirken uyuyup kalmayasın diye!
Sabahın ilk ışıklarından önce yola düşerdin yine! “Sıcak basmasın” derdin. “Gün kızıncaya kadar ekmek yemek yok! Daha kaç dönüm yer var! Hepsi elde bitecek! yanımda otur bir tek tel kopar!”

Ben “acıktım!” diye tutturur ağlardım! Sen yine bana kıyamazdın! Oysa sen öğlenin kızgın sıcağında da işi bırakmazdın! Tepende kızgın güneş vardı, kara toprakta çıplak basılan ayakları yakacak bir sıcak vardı. Üzerine eğildiğin toprak fırın yalımı gibi gelirdi yüzüne. Al al olmuş yanaklarından sızan ter damlaları toprağa düşer düşmez kaybolurdu. Bir el çaldığın orağın sesi, bir de arada bir esen rüzgarla oynaşan başakların uğultusu doldururdu tarlayı.

Ne keder okunurdu yüzünde ne yorgunluk. Başakları çocuğun gibi severdin! Kaç defa okşar kaç defa öperdin onları! “Allahım! Allahım!” derken coşardın! “Bak oğul şu nimete! Bak oğul şu nimete!” der,  bazen coşkuyla ağlar, bazen boyunu tutan buğday destelerini kucaklardın. Bir tek tanesine kıyamazdın onların! “Gözün yerde hay mübarek!” diye hayıflanırdın! Kış boyunca soframıza konan göz nurun, alın terin, sevinçten çılgına dönen şükürlerindi.

Seni harman mevsiminin sonunda değirmen yollarında tanıdım

Biz bu gün top oynamaya gidecektik oysa! Ya da bahçelerde ceviz arayacaktık! Sen beni bırakmıyorsun! Ah elinden bir kaçabilsem! Akşam eve gelmeyecek olsam kaçacağım ama neyse!
Hep aynı şeyleri söylerdim ama yine sabahın erken saatlerinde yükler sarılmış, biz değirmen yoluna düşmüş olurduk. Ne kadar sevimsiz gelirdi bu saatler. Hele birde bizden önce birkaç yük buğday gelmişse yandığım gündü. Geceyi değirmende geçirmek kaçınılmaz olurdu. İstemeye istemeye katlandığım bu serüven bir süre sonra zevkli bir eğlenceye dönecekti oysa.

Bir süre dünyanın merkeziymiş gibi dönen değirmen taşı üzerinde ritim tutan tahta kolların sesini dinlerdim. Sonra birkaç adam boyu yükseltilmiş su arkının altından geçer,  çarkın kanatları arasından parça parça savrulan suları seyrederdim

Sonra en zevkli yeri gelirdi işin. Ormandan kuru meşe odunu toplardık beraberce. Asırlık değirmen ocağında kalın kalın ağaçlar yanar, kıpkızıl korlar bırakırdı geriye. Sen o sıra yine değirmen kadar yaşlı teknede, sıcacık taze undan hamur yoğururdun! Ellerinde topaç ettiğin hamur kalın yuvarlak bir pide halini alınca kızgın ocakta küle gömülürdü. Değirmen pidesi!  Taze, tuzsuz, sıcak!

Dünyanın en lezzetli yiyeceği bu pidelerdi. Bolca yapardın. Orada bulunan herkes yerdi. Yükünü yükleyip geri döndüğünde sana rastlayan yolcular, çobanlar, çiftçiler, köy yolunda önüne çıkan çocuklar! Hepsine birer parça verirdin. Uğurlu bilirdi herkes bunları! Şifa olur derlerdi.

Şimdi anlıyorum aney! Alın terin, el emeğin, göz nurundu her tanesi! Uykusuz gecelerin, seher vaktinde okuduğun kuranların, şükür için öptüğün başaklarındı onlar! Helal lokmaydı. Şefkatle şükre dönmüş aşktı Aney!

Sevgin dillere düşmüşken biricik oğlunu gurbete yollarken tanıdım seni

Koyun kuzu güttük seninle, ekin ektik, harman kaldırdık,  bostan suladık, ıssız gecelerde yola düştük, yaylalara azık taşıdık, bütün ömrünü kendine emanet edilmiş sürülerin peşinde geçiren babama!

Ama yıllar geçivermişti işte. Ben liseyi bitirmiştim artık. Uğursuz yıllardı o yıllar! Her gün üç beş civanın ölüm haberini verirdi radyo. Gencecik tazelere kıyardı karanlık eller! Anaydın sen ana yüreği nasıl yanar iyi bilirdin! İçin yanar ağlardın bu toprağın yiğitlerine!

Okullar açılmak üzereydi. Gitmeliydim! Ayrılmalıydık artık! “Gitme” dedin “oğul gitme Allah korusun olanları görmüyor musun? Bu ateşin içine girme. Yüreğimi yakma benim” dedin!

“Aney” dedim “aney!” “Derler ki ezan okunmasın, derler ki Kur’an sussun! Derler ki ırz namus payimal olsun! Ben gitmezsem o gitmezse bu vatan kimlere kalacak! Ezansız toprak vatan olur mu! Sen ezansın günleri bilirdin!” Can evinden vurmuştum seni. Göz yaşların kuruyuverdi birden! “Git” dedin, “git oğul haram lokma yeme! Git kimsenin ırzına yan gözle bakma! Vefasız çıkma!  Doğru yoldan ayrılma, sana helal süt verdim ben. Haram lokma düşmedi kursağına!”

İhtiyar köy arabası alıp gitti yavrunu! Sen ağıtlarınla baş başa kaldın akşamın karanlığında.

Artık bayramları beklerdim göz yaşların ilaç olsun diye!

Bilirdin Aney bilirdin! Bırak gel demedin hiç! Bilirdin dönemezdim! Bir duvara taş diye koymuşlardı! Burada biliyorlardı beni. Bırakıp dönemezdim Aney! Leylalar Mecnunların peşlerinde hudutları aşmışken! Söz atlıları Tuna nehrini ötelere geçmişken, ben en azından yerimde durmalıydım Aney! Taş yerinde ağırdır derdin hep!

Sen bana vefasızlığı öğretmemiştin. Adanmış hayatlara vefasızlık edemezdim ben. Ayrılamazdım peşlerinden

“Dikkat et! Görüşmek kıyamete kalmasın” dedin son kez sesini duyduğumda! Mahşer yolcusu olduğunu bilemedim Aney!
Bir daha geri dönemedim Aney!
Bir daha ak ellerini öpemedim !
Bir daha alın terinle yoğrulmuş helal lokmanı yiyemedim Aney
Bir daha seher vakti okuduğun kuranları dinleyemedim!
Bir daha gökler gürlerken sığınamadım kucağına!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum