Adıyaman Yolu Bir Yaman Yol – 2

Adıyaman uçağını kaçırıp da bir müddet “göçtü kervan kaldım dağlar başında tek başıma” diye terennüm edip, biraz da “senin bir mübarek kafileye iltihak etmeye liyakatın yok” gibilerden kendime işkence ettikten sonra biletimi aktarmalı bir uçuşa tebdil ettim. Önce İstanbul’ a ve oradan ada Urfa’ya uçacaktım. Tabi bu arada kendimi “acaba Adıyaman uçakları beni neden almıyor ki” diye bir sorgulamadan geçirmeyi de ihmal etmedim. Sadece geç kaldım o kadar deyip geçivermek hiç alışkanlığım değildi. Bunun arkasında hükmeden bir başka mana olmalıydı.

Kalkmasın az bir zaman kala koşa koşa bindiğim İstanbul uçağında ihlas konusunu çalışmaya koyulmuş iken yanımdaki koltuğun sahibi olan hanım geldi ve kalkıp ona yol verdim. Son derece nazik bir ifade ile “müsaade eder misiniz” diyen yol arkadaşıma “elbette” diyerek gülümsedim ve kalkıp koridora çıkarak yol verdim. Tam oturmuştuk ki “kemerim altınızda kalmış” dedi. Hafifçe kalkarak almasına fırsat verdim. Aramızda bir küçük espri konusu oldu bu. Ne ise.

İlk karşılaşmamızdan da anlamıştım ki çalışmama ara vereceğim. Zira İstanbul’a kadar kesintisiz sürecek olan sohbetimiz başlamıştı bile. Ne tevafuk ki o da biletini son anda almış ve bir hastası için İstanbul’a gidiyormuş.

Bu arada İstanbul uçağındaki insan profili ile Adıyaman uçağındaki insan profilini de sosyolog ve psikologların ciddi bir araştırma konusu yapmaları gerektiğini düşünüyorum. Elbette hepsi için geçerli olmaz ama seyirciye oynayan, insanlar arasında son derece kibar ve medeni görünen ve yalnızken iman zaafiyeti nedeni ile onulmaz bir varoluşsal bunalıma giren insanlar ile bulunduğu her oramda olduğu gibi olan harbi, hasbi, olmak ile görünmek arasındaki farkın ne olduğunu bilmeyen çünkü olduğu gibi görünen insanların profilini incelemek lazım. Yıllarca kendisine burun kıvrılan insanlardan insanlık talim etmeye ihtiyacımız var doğrusu. Bu da bir gerçek ki o burun kıvıranlar fena halde burunlarını bir duvara toslamışlar ve tosluyorlar. İnsanın fıtrîliğine tahammül edemeyip de onu bir “salon beyefendisi” kalıbına koymak isteyenler ellerinde içi boş kalıplar ile kalakaldılar. Evet, bu analizleri sosyolog ve psikolog arkadaşlarıma havale edip yol arkadaşımla olan sohbetimizden az bahsedeyim.

Açıkça söylemek isterim ki bu sohbet hakkındaki analizlerim bitmedi ve devam ediyor. Başka başka açılardan değerlendirmeye tabi tutuyorum bu sohbetimizi.

Evvela; hayata dair görüşlerimiz ve varlık algımız birbirinden çok uzak olmasına rağmen hiç aralıksız Ankara’dan İstanbul’a uçuş boyunca konuşabilmiş olmanın olumlu olduğunu düşünüyorum. İkimiz de insandık ve bu toprakların insanı idik değil mi?

Elbette sohbetimiz bu toprakların insanları üzerinde işleyen etkin güçlerin semerelerini karşılaştırma fırsatı da veriyordu. Aslında biz ikimiz iki ayrı fabrikanın ürünü gibiydik. Üzerinde düşündükçe anlıyorum ki esasen bu iki insan profili üzerinden de çok rahat hem romanlar hem de psikanaliz kitapları yazılabilir. Doğrusu bu kadar derinlere gideceğini bilememiştim bu küçük sohbetin analizlerinin. Bu karşılaştırmayı yapmamız gerekir. Kemalist ideoloji ile Risale-i Nur’un yetiştirdiği insanların bir mukayesesi. Hedefleri, yaşam tarzları yapıp ettikleri, beklentileri… ila ahir.

Risale-i Nur’un gücüne bakın ki ben de ilkokuldan itibaren bu yolculuk için yol arkadaşım olan hanımla aynı eğitimleri alıp aynı aşılamalara maruz kalmama rağmen ve bütün maddi kuvvet Cumhuriyet kuruldu kurulalı onlarda olmasına rağmen ve çok uzun müddet Risaleler hep perde altında iş görmelerine rağmen ve gerek siyasi ve gerekse şahsi pek çok darbelere rağmen Anadolu insanını zulmetten nura çıkartmayı başarmış. Gerçekten fevkalade ve harikulade.

Evet bu analizleri bir başka çalışmaya ya da uzmanlarına havale ediyorum. Hakikaten Risale-i Nur ve Kemalizm hakkında ciddi bir araştırma yapılsa ve böylece dost düşman da daha belirgin olsa iyi olmaz mı?

Bunu da ekleyim ki bir kez daha dedim: “yaşa Üstadım varol! Ne güzel bir yol tutmuşsun ki o kadar tazyike rağmen bana kadar nurlu elin uzanmış. Eğer o zalim ve gaddarlara kuvvetle karşılık versen ya da müsbet hareket değil de başka bir yol izlesen ne olurdu halimiz? Kim bizi alıkoyabilirdi dünyanın kucağına atlamaktan? Zalime zağarlık etmekten hangi kuvvet bizi men edecekti?” Elbette Üstadım bana iktiranı hatırlatacak idi ben ona bunu dediğimde. Evet, Kastamonu Lahikasının düsturlarıdır işte fevkalade ve harikulade bir tesire ve kuvvete sebeb olan. Maddi hiçbir güç ellerinde yok iken, matbaa bile yok iken her türlü maddi gücü elinde tutan zalimlerin işkenceleri altında nurları intişar ettiren işte Kastamonu Lahikasının düsturları idi. Yaşasın Kastamonu Lahikası…yaşasın ihlas…

Ve bugün de ancak onun düsturlarını baş tacı eden mümince ve selametle yaşayabilir.

Bunları ve daha nicelerini bana düşündüren sohbetimizin vuku bulduğu uçak yolculuğu sona erip de İstanbul’a indiğimde Urfa uçağımın kalkmasına iki buçuk saat vardı. Elbette İstanbul en evvela Ebu Eyyüb el- Ensarî[i] demek idi. Ve onun dizi dibindeki Zübeyiz Gündüzalp ve Tahirî Mutlu demekti. Bu ikisi arasında ise Fatih Sultan Mehmed Han ile başlayan bir mübarek silsile daha vardı elbette. Onları mekanlarına giderek ziyaret edecek kadar vaktim yoktu ama yine de İstanbul’da idim işte. O havayı soluyordum. Ve Adıyaman’a gitmeden evvel bu iki mübarek şehri ziyaret etmeyi en azından havasını solumayı çok manidar bulmuştum. İstanbul uzun bir zaman hilafetin merkezi olmuştu ve İslam Aleminin kalbi Kabe-i Muazzama ve Medine-i Münevvere ve Mescid-i Aksa ile beraber burada atıyordu. Bütün dünyadaki Müslümanların danışabileceği ve temsilcisi olan bir halife… biz görmedik, ne güzel bir şeydir. Şükür ki Risale-i Nur Hazret-i Hasan’ın hilafetinin devamı anlamında. Bütün dünya Müslümanlarının danışabileceği ve yardım görebileceği bir kaynak. Elini uzatan her kesin talebince beslenebileceği ve eli boş dönmeyeceği bir nur menbaı.

İstanbul’da bir zaman tekkeler ve medreseler ve mektebler vardı. Ve şimdi Risale-i Nur var. Medresenin ilmini, tekkenin feyzini ve mektebin bilimini birleştiriyor. Hatta biz bir de buna askeriyenin disiplinini ilave ederdik. Şimdi bunu biraz sorgulamıyor değilim doğrusu. Ne ise

Pek de teamüllere uygun kaçmasa da yazıda bir kopukluğu göze alarak İstanbul’da hava alanında yazdığım parçayı buraya aynen alarak oradan devam etmek istiyorum:

İstanbul’un en şerefli misafiri ve İstanbul’a şeref veren kişi Ebu Eyyüb el- Ensarî Hazretleridir. Ensarın güzel hasletleri saymakla bitmez. Kardeşini öncelemenin, kendi ihtiyacı var iken elindekini kendine alıkoymak değil de kardeşine vermenin şerefini taşımaktır Ensar olmak. Aç çocuklarını uyutup da onların yemeğini Allah Resulünün misafirine yedirmektir Ensar olmak. Hakkında senakarane ayet nazil olmaktır Ensar olmak. Allah tarafından övülmek yani.

İşte o zatlardan biri ve Allah Resulü Aleyhissalatü Vesselam’ı evinde ağırlamak şerefine nail olan Ebu Eyyüb el Ensarî hazretleridir.

İstanbul’un sahibidir o. Ta o zamanda ve hasta ve yaşlı bir halde İstanbul’a adeta ölmek için gelmiştir.

Ensar’ın ahlakıdır bizi diriltecek olan ahlak. Kardeşimi kendimden evvel düşünmek, kardeşimi kendimden önce tutmak her daim. Evet; kardeşim ölmesin, yerine ben ölürüm diyebilmek ferahlığını yaşamak. Yeter ki o selamette kalsın ben her türlü zahmeti seve seve çekerim diyebilmenin şefkat enginliğinde vicdanen rahat etmektir. Ona gelecek musibet bana gelsin diye dua dua yalvarmaktır Ensar ahlakı.

“Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şakirane iftihar etmektir”. Evet Bediüzzaman Ensar ahlakını kalblere ekiyor akıllara ekiyor ve vicdanlar harekete geliyor: “biz değil böyle cüz’i hukukumuzu lüzum olsa ruhumuzu birbirimize feda etmeyi Risale-i Nur bize ders vermiştir”. Evet Risale-i Nur, zevkli ve şevkli bir ihrama girmektir. İncinse de incitmemektir. Nasıl ki ihramda iken kendi bedeninize de zarar veremezsiniz. Bir kılınızı bile koparamazsınız ve anlarsınız ki “ben benim değilmişim, bedenimdeki bir tüycük bile bana ait değilmiş. Evet, hac nasıl ki Allah’a aidiyetin şuurunu talim ediyor ise Risale-i Nur da bu şuura mütealliktir. “ben bana ait değilim” demek ile vücudunu mucidine feda etmek iştiyakını kazanmaktır. Yoku yok edip varlığa ermenin talimidir.

Evet, Risale-i Nur bize Ensar ahlakını getirmiştir. Bize kardeşi önceleme ve onun hakkını ve hukukunu kendi hak ve hukukumuzdan ayrı görmemeyi öğretmiştir. Bir vücudun azaları gibi olmayı ve nefis ve enaniyetten tecerrüd etmeyi öğretir. Ben zahmet kısmını çekerim yeter ki sen Rahmete mazhar ol anlayışını getirmiştir.

Bugün müminler olarak buna çok ihtiyacımız var. Bizim kendimiz ya da belirli bir grup için olan menfaati önceleyerek mutlu olmamız mümkün değildir. Ancak bütün müminler için faydası olan bizim için de faydalı olabilir. Selametimiz kardeşimizin selametinde ve rahatımız kardeşimizin rahatında gizlidir. Kendimizi rahat ettirmek ya da kendi mensub olduğumuz grubun menfaatini öncelemek bizi gittikçe mutsuz edecek olandır.

Ancak bütün müminlerin faydasına olan bizim de faydamızadır. İşte Risale-i Nur iman ve Kur’an hizmeti şeklinde hizmeti ifadelendirmek ile bütün müminleri bir çatı altında toplamıştır. Her kim ki “benim kitabım Kur’andır” der işte onun malıdır Risale-i Nur ve Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi düşmanı sadece şeytan-ı racimdir. Cinni şeytanlardan ders alan insi şeytanlar haricinde de insanlar arasında düşmanı yoktur. Risale-i Nur’un düşmanlara karşı mukabelesi ise sulhkarane muameledir. Mukabele-i bilmisil etmemektir. Taarruza bile uğrasa muaraza etmemektir.

Asr-ı Saadet modelinin bu güne uyarlanmış şeklidir. Bu günde Kur’an’ın ve sünnetin nasıl yaşanacağını bize gösterendir. Hamd olsun ki bizler bu kadar tahribata ve taaruza maruz kalmış olmakla beraber harika bir tamirci Allah bize lütfen ve keremen göndermiş. Haza  min fadli Rabbi.

Elbette bu zamanın aşılamaları altında bizim Risale-i Nur ile bize geleni anlamak ve yaşamak noktasında sıkıntılarımız vardır. Her şeyden önce bizim özümüzde ve geleneğimizde olmayan pek çok şey içimize girmiş ve maalesef genç nesillerimizde hükmünü icra etmektedir. Ve bunların bir kısmı insanlık noktasında faydalı olsa da büyük çoğunluğu Kur’an ahlakı ile taban tabana zıttır. Genelde enaniyetleri şişiren ve dünya metaına fazla önem veren ve kendi menfaati için başkalarının hukukunu hiçe sayabilen bir anlayış hakimdir. Malumdur ki Avrupa Medeniyeti beş esas üzerine kurulmuştur. Bunlar:

  1. Dayanak noktası kuvvettir
  2. Hedefi menfaattir
  3. Hayattaki kanunu cidaldir
  4. Kavimler arası irtibatta esas aldığı milliyetçiliktir
  5. Gayesi hevaya hizmet, hevesi uyandırmak, arzuları tatmin etmektir

Bu esaslar menfi esaslardır ve neticeleri de menfidir.

İşte bu esasların şenleri de yukarıdaki sıraya muvafık olarak bunlardır:

  1. Tecavüz ve saldırmak (kuvvetin şe’ni)
  2. Düşmanlık ve başkalara zahmet vermek
  3. Çarpışmak
  4. Başkasını yutmak ile beslenmek(menfi milliyetçiliğin şe’ni)
  5. İnsanların ahlaken hayvanlaşması yani; manevi mesh

İslam medeniyeti ise müsbet esaslar üzerine kurulmuştur. Avrupa Medeniyetinin üzerine kurulu olduğu her bir menfi esasa mukabil bir müsbet esası vardır. Alanlarına göre bu esaslar ve neticeleri bu şekildedir:

  1. Nokta-i istinadı haktır
  2. Gayesi fazilet ve rızay-ı İlahidir
  3. Hayatta düsturu yardımlaşmadır, teavündür
  4. Cemaatleri irtibatlandıran unsuriyet ve milliyet değil rabıta-i dinî ve vatanî ve sınıfîdir.
  5. Gayesi; nefsin heveslerine sed çekip ruhu âli gayelere teşvik ve ulvî hissiyatı tatmindir. İnsanı, kemalât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir.

İşte bu müsbet esasların yaşanılır kılınması Risale-i Nur’un dairesine girmek ile mümkündür. Tamamen müsbet olan üzerinden hareket etmek ve menfiliğe kapı açmamak ve yol bile vermemek esastır. Bu da ancak ihlas zemininde sağlanabilir.

Evet, hava limanında bu satırları yazdıktan sonra Urfa’ya uçtum. Bu sefer yol arkadaşım bana benzeyen biri idi ve onun kendi yol arkadaşı olduğundan çok da sohbet etmedik ve ben çalışmaya devam ettim. İhlas… ne derin ve ne sırlı ve izini sürdükçe derinlere kaçan bir hakikat.

Urfa’dan Adıyaman’a gidişim de ayrı bir macera idi ve Adıyaman başlı başına bir başka alem. Ve beni misafir eden talebe kardeşler ile olan paylaşımlarımız da dolu dolu ve istifadeli idi. İnşallah onları da bir dahaki yazıda paylaşmak dileğiyle…


[i] Vaktiyle İstanbul’da ziyaret etmek bahtiyarlığına eriştiğim Sahabe Efendilerimizden bazılarının adlarını da burada zikretmek isterim. Ola ki İstanbul’da bulunanlar ya da gezmeye gidenler de ziyaret ederler. Bir kısmı tamamen yanımızda bulunan ıstıraplı bir annenin göz yaşlarının kerameti ile bize gezdirilmiş idi tahmin ediyorum çünkü İstanbul’da yaşayanların çoğu da onların varlığını bilmiyorlardı ve biz de yollarını bilmiyorduk. İşte Ebu Eyyüb el- Ensarî’nin arkadaşları: Hz. Ebu Said el-Hudrî, Hz. Hüşeyrî, Hz. Amr ibn-ül As, Hz. Süfyan ibn-i Uyeyne, Hz. Cafer, Hz. Cabir, Hz. Gafir, Hz. Hacetî radiyallahu anhüm acmain. Elbette burada adını yazmadığım başkaları da var. Hassaten Ebu Said el- Hudrî hazretlerinin kabri mübareki çok bilnen bir yerde olmamasından çoklar bilmiyorlar.     

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum