Acıya dost olmak

“Şeylerin kendileri bizi üzmez. Bizi üzen, bu şeylerle ilgili düşüncelerimizdir.” der Epiktetus ve çektiğimiz bunca acıların kendimizden kaynaklandığına inanır.

Bizi çevreleyen her şey insanın huzurunu bozmak ve yok etmek için değildir elbette. Her şey bizim hizmetimiz için halkalanmış. Yaradan, cemal ve celalini yeryüzünde ve gökyüzünde, sergilediği bin bir türlü güzellik ve zenginliklerle göstermek için, bir büyük ubudiyetin sırrı aralanması için kâinatı insanın istifadesine vermiştir. Dünya ve içindekiler bize acı değil tam aksine olgunluğumuzun birer fırsatıdır. Bu açıdan baktığımızda, Epiktetus’un sözüne hak vermemek mümkün değil.

Biz ne isek dünya da odur. Nasıl karşılarsak acı da bize öyle “merhaba!” der. Sanki dünya ve bize hücum eden her şey bizim boyamızla boyanır; biz ne isek o olup çıkar. İnsan dünyanın değil sadece, kâinatın da merkezidir. Kâinatın her şeyini yönlendirme gücüne sahiptir. Her şeyi anlamlandıran da odur. Onları yerli yerinde kullanmasını beceren de, acıyı dönüştürmesini bilen de...

Çevremizden bize gelen ya acıdır ya da tatlı. Acı ve haz veren şeyler bu dünyada birbirini tamamlar; biri ötekisiz olmaz, biri varsa öteki de anlamlanmış olur. Ne denli uğraşılırsa uğraşılsın, ne denli kaçılırsa kaçılsın acı veren şeylerden kendimizi uzak tutamayız. Hatta bu uğraş içinde olanlara acılar daha çok hücum eder.

Öyleyse ne yapmalıyız? Yoksa acıya da mı davetiye çıkaralım? Onu çağırmamıza gerek yok. Geldiğinde “hoş geldin!” desek yeterlidir. Bunu diyebilmenin de yöntemleri var.

Acıların insan için son derece önemli olduğuna vurgu yapan Nobel Ödülü sahibi Dalay Lama, acıya karşı durmanın iki yolundan söz eder: Biri görmezden gelmektir ve diğeri doğrudan acıya bakıp içine girerek onu karşılamaktır. Daha ileri giderek “Acıdan kaçmayın, içine girin!” öğüdünde bulunarak, görmezden gelmememizi ve tam aksine acıyı yakından gözlemlememizi ister.

Acı insanlar için elbette yararlıdır. Belki de iyi bir öğretmendir. Birçok olumsuz duygularımızı hizaya getirir, onları aşırılıklardan korur, zorluklara karşı bağışıklık sistemimizi düzenler. Öylesine ki acıya hazır olan artık çevresindeki olup bitenlere karşı olan korkularını ortadan kaldırır. Korkuları kendinden uzaklaştıransa tam bir özgürdür.

Bunu elbette içindeki güçle yapar. Her insanın büyük zorlukların üstesinden gelecek bir “nokta-i istinad”ı vardır ve bir de fıtratı ile vicdanı. Bu üç şey güven kaynağını oluşturur; güçlü bir yaratıcıdan yani Allah’tan haber verir. Böyle bir dayanak sadece bir acının değil, birçok acılara karşı koyacak bir dayanma gücüyle hoşgörüyü yerleştirir insanda. “Nokta-i istinat” ayni zamanda güven duygumuzun da temelini oluşturur. Hayatın zorlayıcı şartlarını her zaman değiştirebileceğimiz bir güçtür bizde.

İnsan yıkıcı güçlerin yanında yararlı güçlerle de donatılmış. Bu güçler, onun dengede olmasını ve olaylara daha ılımlı davranmasını sağlar. Bunları yerli yerinde kullandığımızda üç tür bir davranış sergilemiş oluruz. Biri, kendimize daha yoğunlaşan bir dikkat geliştirmiş oluruz; diğeri başımıza gelenlere uyum sağlarız ve bir diğeri ise, çevremize sabır ve güvenle bakarız. Bunlar aynı zamanda dışa karşı olgun davranmayı belirleyen tutumlardır.

Acıyı en anlamlı bir şekilde dönüştürmeyi hayatında hiç taviz vermeden uygulayan ve verdiği ömür boyu mücahedesiyle bize tam bir ufuk açan elbette Bediüzzaman’dır. Asrın Adamı,  az mı çileler, sıkıntılar ve acılar çekmiştir? Az mı hapishanelerde ölümle burun buruna gelmiştir? Ama o, davasına bir adım daha yaklaştığı için hepsini unutmasını bilmiştir. Davasının sevdasıyla acıları mutluluğa dönüştürmesini becermiştir. Öylesine ki kendisine yapılanların hepsini ona reva görenlerin imanının kurtulması karşılığında affedeceğini de ilan etmiştir. Onu hapishanelerde tutsak almışlardır belki, ancak ruhunu, imanını ve düşüncelerini asla…

Acıyı dönüştürme becerisi, bizim sayısız becerilerimiz arasında önemli bir olgu. Allah’ı “nokta-i istinat” olarak kabul ettikten sonra, bu büyük gücün karşısında hangi şey bizi tökezletebilir ki! Sabrımız var, güven duygumuz var, dayanma gücümüz var, var var…

“Nokta-i istinat” bize olaylara ve acılara farklı davranmaya inandırdığı gibi olumlu bir şekilde yönlendirir de. Her şeyin geçici olduğuna ve ama geçiciliğin hemen sonunda sonsuz rahmetin bizi beklediğine ilişkin ümit verir.

Bazen hastalıklar ve acılar da bir şans olur insanlar için. Birçok büyük insanlar acıları iple çekmişler daha bilinçle ve daha duyarlılıkla kendilerine ulaşan şeylerin farkına varmak için. Yoksa rahatlık kalın bir gaflet olur da gökyüzündeki güneşin bile o sıcak ve ışıklı yüzünü göstermez.

Acı bir uyarıcıdır. Üstelik içinde bir muştuyu saklayan uyarıcı… Onu iyice görmek, onu yaşamak ve acılığında hazzı duymakla bunu fark edebiliriz. Acıya dost olmakla bunu anlarız.

Asrın Adamı Bediüzzaman bunu fark etmenin yöntemine bit misal vererek dikkat çeker: “Derece-i hararet gibi, her musibette de bir derece-i nimet vardır. Daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti görüp, Allah’a şükretmeli. Yoksa isti’zam/büyük görme ile üflense şişer, merak edilse ikileşir, kalpteki misali hakikate inkılap eder (İşarat).”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.