Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Abdullah Cevdet’in bir sözü ve Fırıncı abinin hatırası…

Osmanlı Devleti 19. Yüzyılın sonuna doğru devleti ayakta tutan üç ayağın çatışmasını yaşıyordu. Mektep, medrese ve dergah üçlüsü birbirine yabancılaşmıştı. Üstad Bediüzzaman’ın Medresetüzzehra'sının şartlarından saydığı "fünun-u cedideyi, ulum-u medaris" ile mecz ve derc şart olmuştu. Çünkü aklın nuru fen ilimleri ise vicdanın nuru da din ilimleriydi. Talebe ancak bu ikisiyle kemal bulur ve gayesine yürürdü.

Devamlı dikkatimi çeker, Üstad hayal ettiği bu medresenin geliri yani onu ayakta tutacak varidatı soranlara da ilk cevabında "hamiyet ve gayret" demiştir. Sonrasında nur medreseleriyle vücut bulan bu üniversitenin bugün de ancak hamiyet ve gayetle maddi hayatını sürdürebileceğini müşahede etmekteyiz. Her bir anını değerlendiren büyük insan, iman hizmeti pişdarlığında onca sıkıntıyı ‘sabır içinde şükür’ ile karşılamış bir varis-i sünnet-i peygamber olduğunu bilfiil göstermiştir. Büyük Tarihçe’nin önsözünde iktisatçılığında anlatıldığı gibi o ‘fikir, zihin, istidat, kabiliyet, vakit, zaman, nefis, nefes’ gibi kıymetleri heder etmemiş insanın gönlüne ve gözüne ‘Dikkat!’ kelimesini nakşetmiştir.

Bu köşede benim bu ilk yazım olduğu için toparlamakta zorlanıp mevzuyu dağıtıyor olabilirim. Müsamaha ile karşılamanızı şimdiden istirham ediyorum ama meramımı yazının sonuna kadar anlatmış olurum herhalde. Aslında çoktan yazmak istiyordum ama elektronik ortama pek aşina olmadığım için bu yazıyı da yanımda olan oğlumun yardımı ile yazıyorum.

Üstad ‘fena bir tefehhüm, meş’um bir tevehhüm’ dediği medreselilerin mekteplilere küfre varacak suçlamalarına set çekmek istiyordu. Hatta fen ilimlerinin de okutulacağı Medresetüzzehra'nın adını da bunun için medrese olarak seçmişti. Bu sayede ehl-i medrese, bu isme ünsiyet edip ehl-i mekteple barışacaktı ve ehl-i tekkenin de medreseye ünsiyet etmesi mümkün olacaktı.

Üstad’ın kendisi bir medrese mahsulüydü. Ama asr-ı hazır fen ve felsefesini de talim etmiş, Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu ilan için harekete geçmişti. Onu İstanbul’a kadar getiren de hatta mabeyn ile çatıştıran da Kur’an’ı asrın icaplarına göre yeni izah ve metotlarla izah etmek ve İslam toplumunun karşılaşacağı hücumlara toplumu hazırlamak gayretiydi. 

Yeni izah tarzları bulmak, fen ve din ilimlerini birleştirerek kainat kitabına manay-ı harfi ile bakabilmek önemliydi. Zira Osmanlı’nın bu zayıf döneminde yol bulan bu Avrupa itirazlarını Eskişehir hayatı döneminde yazdığı Birinci Şua’nın on dördüncü ayetinin izahında ‘Harb-i Umumi vasıtasıyla, bin seneden beri Kur’an aleyhine teraküm eden Avrupa itirazları ve evhamları alem-i İslam içinde yol bulup yayıldılar’ şeklinde izah ediyordu. İşte bu itirazların yol bulup yayılmaya başladığı dönemde bizim aydınlarımızı da fen ve dinin muaraza ettiği kanaati sarmıştı. 

Üstad’ın Muhakemat’ın başında dediği ‘Feya lil’acep!... Köle efendisine, hizmetkar reisine ve velet pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslamiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulum-u hakikiyenin reis ve pederidir’ tespiti tersinden işliyordu. 1844 doğumlu 1912’ de ölen muharrir Ahmet Mithat bile bir zamanlar kapıldığı materyalizm hastalığından şifa bulunca yazdığı ‘Ben Neyim’ eserinde bu tersliğe ‘mugalatat-ı fenniye’ ismini takmıştı.

Buraya kadar anlattıklarım bir girişti. Ben konuyu Üstadın Eskişehir müdafasında ‘Avrupa itirazatına ve Doktor Abdullah Cevdet’in dinsizce hücumlarına…’ diye söz ettiği Abdullah Cevdet’in bir sözüne getirmek istiyorum. KTÜ’de Prof. Dr. Atila Doğan hocamız ‘Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm’ adlı çok değerli eserinde, A. Cevdet’in Avrupa filozoflarından ilhamen ‘Din avamın ilmidir, ilim havassın dinidir’ sözlerine yer vererek maalesef bu görüşün dönemin Jön Türkler arasında da revaç bulduğunu belirtir.

O dönemde A. Cevdet, Alman Büchner’in yazdığı ‘Madde ve Kuvvet’ eserini kısmen çevirir. Risale-i Nur, 12. ve 24. Mektup’ta, 13. ve 25. Lema’da mukni cevapların verildiği kötülük problemini epeyce işler ve görünüşte şer olan fakat neticeleri hayırlı olan bir takım olaylardan ve yaratılışlardan bahseder. Va esafa ki o dönemde medrese hocalarına sorulan bu tür sorular cevap bulamaz. Hatta hocalar sınıflardan çaresiz ve ağlayarak çıkarlar. Afak kararmış ve kararan afaklar bir nur beklemeye başlamıştır. Bu nur da çok geçmeden Risale-i Nur ile kendini göstermiş ve binlerce insan böylece Avrupa itirazlarına Kur’an’ın nuru ile cevap vermişlerdir.

Mehmet Fırıncı abinin Abdullah Cevdet ile ilgili önemli hatırasını ikinci yazımızda inşallah yazacağız…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum