12 Mart, 18 Mart ve Mehmet Akif

Mehmet Akif, Mart ayının içinde özel bir bahistir. 12 Mart’ta İstiklal Marşı yazılmış. 18 Mart Çanakkale savaşları sırasında da o bir milletin kaderi olan savaşı Çanakkale Şehitleri isimli şiirinde anlatmıştır.  Mart ayı baharın kendini gösterdiği aydır, adeta tarihimizde de Mart ayı bir milletin İkinci Meşrutiyetten cumhuriyetin ilan edilmesi ve bağımsızlığını kazanması ile biten zor yılların da hikayesini içine alır. Bu trajik hikayenin şairi yazarı Mehmet Akif’tir, o bir milletin hüznü ile istiklalinin sembolünü anlatmıştır, kader ona sanki de güzel günler göstermemiştir ama “muhakkak zorlukla beraber kolaylık vardır” hükmünce Akif büyük işler başarmış.

Sırat-ı Müstakim klişesiyle anadoluyu dolaşmış  millete milli mücadele ruhu aşılamış ve milletin istiklale olan  aşkını ve din ile istiklal arasındaki büyük bağları  istiklal Marşı’nda ortaya koymuştur. Burada dinin temeli olan namaz ile ezan arasında bağlantı kurmuş, din nasıl namaz ile direk kazanıyorsa o büyük zorunluğun ilanı da ezandır, ezan islamın bütün müeyyidelerini ve temalarını içinde toplayan bir metindir, dinin sembolü olduğu gibi istiklalin de sembolüdür. Akif bu mutluluğu yaşamış ve bu marşı yazmış, hatta hatta milletin ümmeti Muhammedin ruhu o şiirde ortaya konmuştur. Hak ile istiklal arasında bağlantı kurmuş hakka taptığı sürece bu millet istiklalini koruyacaktır demiştir, ama ne zamanki hakka tapmanın yerini medeniyet fantezileri ve ahlaksızlıklar alırsa o zaman istiklal tehlikededir. İstiklal  Marşı ilan edilir ama istiklal bir yaşama tarzına sadakat ile devam eder.
1873- 27 Aralık 1936. Annesi Buhara’dan Anadolu’ya göç eden bir ailedendir. Babası Arnavutluk’un İpek Kasabası ahalisinden Nurettin Ağa’nın oğlu Temiz Tahir Efendi’dir. Babası için ümmi olan babasından bir şey öğrenmediğini “ne kazanmışsa kendi kazanmış kendi” der.  Balkan Harbi sırasında vatanının Osmanlı’dan kopma gayretine karşı

Üç beyinsiz kafanın derdine  üç milyon halk
Bak nasıl doğranıyor ? Kalk baba kabrinden kalk
Diriler koşmadı imdadına sen bari yetis
Arnavutluk yanıyor, hem bu sefer pek müdhiş

Dört yaşında başlar ve iki yıl mahalle mektebine gider. Fatih Merkez Rüştiye’sinde okur. Mülkiye idasisinden mezun olur. Babası 1887 de ölür. Aynı yıl Sarigüzel’deki evleri yanar. Halkalı Mülkiye Baytar  mektebine yatılı girer, oradan birincilikle mezun olur. Babası için “ Benim hem babam, hem l hocamdır, ne biliyorsam kendinden öğrendim” der.

Sekiz yaşında kadardım babam gelir bu gece 
Sizinle camie gitsek çocuklar erkence
Giderseniz gelin amma namazda uslu durum
Meramınız yaramazlıksa işte ev oturun
Deyip alırdı benimle  birlikte kardeşimi 
Girince camie haliyle koyverir peşimi
Dalar giderdi ben artık kalınca azade 
Ne aşıkane koşardım hazırlar üstünde

Akif Arapça, Farsca öğrenir. Hıfza çalışır, Muallim Naci’den etkilenir.  Onun  Tevhid şiirini İstanbul Üniversitesinde ders verirken açıklar. Baytar İbrahim Bey’den Fransızca öğrenir. “Benim sebeb-i hayatım  odur “ der. Sefiller, Hernani, Jack, Tais, Graziella  ve Ruso’nun İtiraflar’ını okur.

İlk şiiri Kur’an’a Hitap ismini taşır. Acem edebiyatından Sadi, Hafız ve Farhettin-i Razi’yi okur ve etkilenir. O hem batıyı hem doğuyu iyi bilir ve gençlere de bunu tavsiye eder.

İlk eseri Safahat l 1909-1911

Sırat-ı Müstakim’de çıkan şiirleridir bunlar. Bunlar içtimai, tarihi ve kendi hayatından alınma hikayelerdir. Meşhurları Kufe, Mahalle Kahvesi ve Meyhane’dir. Hayatından alınan hikayelerden Fa Camii önemlidir.  Hasta Halkalı Ziraat Mektebindeki bir hatıradan  doğmuştur. Bebek, Seyfi  Baba da bunlardandır. Koca Karı İle Ömer şiiri meşhur bir tarihi şiirdir. Safahat büyük ilgi görmüş bir eserdir.

Şiir yanında İslam birliği mefkuresi için çalışır. Bayezıt ve Süleymaniye Camiilerinde vaazlar verir. 2 Safahat Süleymaniye Kürsüsünde ismini taşır. Abdürreşit İbrahim Efendi isimli bir şahsın İslam ve Türk dünyası izlenimlerinden oluşur, geri kalmışlığı, gayretsizliği örneklerle eleştiren bir eserdir.Akif telkinlerinde Camii seçmiştir. Hugo’nun kiliseyi seçtiği gibi. Proust da aynı şeyi yapar, şimdi Eco Postmodernist yine Gülün Adı romanında kliseden hareket eder. 3 Safahat Hakkın Sesleri’dir. Ayetlerin tefsirinden ibarettir, manzum bir tefsirdir. 4 Safahat Fatih Kürsüsünde’dir.  Çalışmakla ilgili ayeti  yorumlar.

Bekayı hak tanıyan, sayi bir  vazife bilir
Çalış çalış ki  beka say olursa hak edilir
Kamer çalışmadadır, gökle yer çalışmadadır
Güneş çalışmada, seyyareler çalışmadadır
Didinmeden geri durmaz nücum-ı gisudar
Bütün alın teridir durmayıp yağan envar!
Yabancı sanmayınız  seyredip de ecramı …
Bir eski ailedir gökyüzünde aramı
Şu var ki merkezi ta asumanda olsa bile
Gelip gelip bizi besler  kemal-i minnetle
Fakat bu aile hiç benzemez bizimkilere ;
Bozuşmamış  onun efradı belki bir kere
Lisan-ı hal-i tabiat lisanıdır onlara da
Bir ihtisas teatisidir dönen arada

5 Safahat Hatıralar’dır. El Uksurda, Berlin Hatıraları, Necid Çöllerinden Medine’ye şiirleri bu bölümde yer alır.
İstanbul’un işgali sonrası 19 Ekim 1920’de Kastamonu’ya gider. Nasrullah Camii’nde verdiği vaazlarda halkı birliğe  çağırır. Bu vaaz Diyarbakır Ulu Camii’nde okunur.”milletler, topla,  tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyarelerle  yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar  çözülerek, herkes  kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatine, kendi menfaatini temin etmek kaygusuna düştüğü zaman yıkılır."

Ey cemaat yesi, meskeneti, ihtirası, tefrikayı büsbütün atarak, azme, mücahadeye, vahdete sarılalım. Cenab-ı Kibriya Hak yolunda  mücahade için  meydana atılan  azim ve iman sahipleriyle  beraberdir.
Yunan istilası topraklarımızı ele geçirince Bülbül şiirini yazar, Bursa’nın işgalini anlatır. Şiirde bu yurdu Selahattin-i Eybubilerin ve Fatih’lerin yurdu olarak yorumlar.

1920’de İstiklal Marşı’nın yazılması için müsabaka açılır. Hakimiyet-i Milliye gazetesinde bir ilan ile şairler marş yazmaya davet edilir ve 500 lira mükafat verileceği kaydedilir.

İstiklâl Marşı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Milli marşıdır. Marşın sözlerini Mehmet Akif Ersoy yazmış, bestesini Zeki Üngör yapmıştır. 

Türk Kurtuluş Savaşı'nın en çetin döneminde, bir millî marşa duyulan gereksinmeyi göz önüne alan Milli Eğitim Bakanlığı, 1921yılında bunun için bir şiir yarışması düzenledi. Yarışmaya 724 şiir gönderildi. Kazanacak şiire para ödülü konduğu için başlangıçta Mehmet Akif katılmak istemedi. Ama millî eğitim bakanı Hamdullah Suphi'nin (Tanriöver) ısrarı üzerine, ödülsüz olmak şartıyla o da şiirini gönderdi. 

Yapılan seçim sonunda, Mehmet Akif'in 20 Şubat 1921'de yazdığı "Kahraman Ordumuza" sungusunu taşıyan şiiri  1 Mart 1921 Meclis’de okundu. 12 Mart 1921 günü büyük çoğunlukla TBMM'nce İstiklâl Marşı kabul edildi. Aynı yıl bir de beste yarışması açıldı, ama kesin bir sonuç alınamadı. Bunun üzerine Millî Eğitim Bakanlığı'nca Ali Rıfat Çağatay’ın (1867–1935) bestesi uygun görülerek okullara duyuruldu. 1924'ten 1930'a kadar marş bu beste ile çalındı. O yıl bunun yerini, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası şefi Zeki Üngör'ün 1922'de hazırladığı bugünkü beste aldı. 

Mehmet Akif Ersoy, İstiklâl Marşı'nda, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılacağına olan inancını, Türk askerinin yürekliliğine ve özverisine güvenini, Türk ulusunun bağımsızlığa, hakka, yurduna ve dinine bağlılığını dile getirir. Şiirin bütünü, dörtlükler halinde yazılmış kırk bir dizedir. Sonuncu bölük beş dize.

İstiklal Marşı 

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; 
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. 
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; 
O benimdir, o benim milletimindir ancak. 

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl! 
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl? 
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl... 
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl! 

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. 
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! 
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım. 
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. 

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar, 
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddım var. 
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, 
“Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar? 

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın. 
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. 
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın... 
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın. 

Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı: 
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. 
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: 
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı. 

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? 
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda! 
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda, 
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda. 

Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli: 
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli. 
Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli- 
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli. 

O zaman vecd ile bin secde eder-varsa-taşım, 
Her cerihamdan, ilâhî, boşanıp kanlı yaşım, 
Fışkırır ruh-ı mücerret gibi yerden naşım; 
O zaman yükselerek arşa değer belki başım. 

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl! 
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl. 
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl: 
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl

Çanakkale Şehitlerine

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? 
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi. 
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- 
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. 
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! 
Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı' 
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, 
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi! 
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, 
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer. 
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında, 
Avusturalya'yla beraber bakıyorsun: Kanada! 
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk: 
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. 
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... 
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ! 
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil, 
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil, 
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına; 
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına. 
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz... 
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz. 
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb, 
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb. 

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; 
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı; 
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; 
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. 
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, 
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam. 
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; 
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer... 
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, 
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak. 
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller, 
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller. 
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, 
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre. 
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... 
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! 
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; 
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman? 
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? 
Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkâm. 

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler, 
Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer; 
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedi serhaddi; 
'O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi. 
Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek: 
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek. 
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... 
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, 
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, 
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! 
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! 
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. 
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi... 
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. 
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın? 
'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın. 
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb... 
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb. 
'Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına; 
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; 
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle, 
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; 
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, 
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan; 
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına, 
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, 
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; 
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem; 
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... 
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. 
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini, 
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i, 
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran... 
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, 
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; 
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın; 
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât, 
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... 
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, 
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.