Metin KARABAŞOĞLU

Metin KARABAŞOĞLU

102 numaralı mektup

Bediüzzaman Said Nursî’nin mektuplaşmalarını içeren ‘lâhikalar’ın sonuncusunu, Emirdağ Lâhikası’nın ikinci cildi oluşturur. Vefatından önce onun talebelerine verdiği son ders ile nihayet bulan bu lâhikada 1950 ile 1960 arasında yazılmış mektuplar yer almaktadır ve onlardan biri bizzat Bediüzzaman tarafından doğrudan başbakan Adnan Menderes’e yazılmıştır. Gerçi bu ciltteki mektuplar arasında Bediüzzaman adına talebeleri tarafından Menderes’e yazılan mektuplar da olduğu gibi, bizzat veya onun adına resmî makamlara ve zevata yazılmış başkaca mektuplar da vardır. Ama bizzat Bediüzzaman’ın doğrudan Adnan Menderes’e yazdığı tek mektup, ilgili cildin tertip sırasına göre 102 numaralı mektuptur.

Her ne kadar Bediüzzaman ‘gayet kısa birkaç esas’tan söz edeceğini belirtse de, diğerlerine göre, uzunca bir mektuptur bu. Daha mektubun en başında, esasen ‘siyasetle alâkasız olduğu’nu bir kez daha vurgulayan Said Nursî, ezanla ilgili yasağın kaldırılması başta olmak üzere tek parti döneminde başlamış bulunan dine yönelik birçok yanlış uygulamayı iktidarı döneminde kaldırması hasebiyle Adnan Menderes’i de bir kez daha ‘bir İslâm kahramanı’ olarak tanımlar; ve İslâm kahramanı olarak gördüğü onun gibi bir isimle aslında ‘bir sohbet etmek’ istediğini, ancak hal ve vaziyeti buna müsaade etmediği için o sohbetin yerine geçmek üzere bu mektubu yazmakta olduğunu belirtir. Demek ki, mektubun içeriğini, eğer aralarında bir sohbet vâki olacak olsa Bediüzzaman’ın Menderes’e söylemek istediği şeyler teşkil etmektedir..

Bediüzzaman’ın bu noktada “gayet kısa birkaç esas”tan söz edeceğini ifade etmesine karşılık mektubun hacmi, bu esasların aslında çok daha geniş ve detaylı bir şekilde konuşulmayı hak ettiği imasını içerir. Onun söylemek istediği bu ‘birkaç esas,’ kendi ifadesiyle mektubun devamından açıkça anlaşılacağı üzere, ‘İslâmiyetin pek çok kanun-u esasîsi’nin üçünden ibarettir.

Peki, nedir Bediüzzaman’ın Menderes’e muhakkak hatırlatmak istediği o üç kurucu, esas, olmazsa olmaz ilke?

Birincisi, Kur’ân’da beş ayrı sûrede tekraren zikrederek teyid ettiği, ‘suç ve cezanın şahsîliği’ ilkesidir. Yani: “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz.” Kur’ân beş ayrı sûrede “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” buyurarak (*1), bu ilkeyi tekrar tekrar bize hatırlatmaktadır.

Anlaşılan o ki, eğer aralarında bir görüşme vuku bulacak olsa, Bediüzzaman’ın başbakan Adnan Menderes’e söylemek istediği birinci husus, budur. Zira, onun beliğ bir şekilde sen dilini kullanmadan bir durum tesbiti olarak ortaya koyduğu üzere,

“Halbuki, şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip, birtek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır.”

Sonrasında, o günün şartlarında İran’da CIA destekli olduğu daha sonra ortaya çıkan bir darbeyle meşru şekilde seçilmiş başbakan Musaddık’ın devrilmesi, Mısır’da ise İhvan-ı Müslimîn’in hatalı desteğiyle Hür Subaylar tarafından gerçekleştirilen ihtilâl dolayısıyla bu iki ülkede yaşananlara atıfta bulunarak, bir benzerinin, hem de çok daha şiddetli bir surette bu ülkede yaşanması riskine karşı uyarıda bulunur Bediüzzaman. (Yazık ki, onun bu endişesi 27 Mayıs darbesiyle teyid olunmuş olacak ve bu ihtilâl Adnan Menderes’in de hayatına mal olacaktır.) Bu ülkede böyle büyük bir belânın ortaya çıkmaması için, hükûmetin sorumlulukla davranması, adalet noktasında ziyadesiyle hassas davranması, siyasî bir sonuç almak hesabıyla suçun ve cezanın şahsîliği ilkesini çiğneyen tutum ve uygulamalardan uzak durulması gerekmektedir. Yani, Menderes’e ve hükûmetine düşen sorumluluk, kısa vadede sağlayacağı siyasî yarara bakarak toplum içinde ayrıştırıcı kimlik siyasetine ve adalet ilkesini de zedeleyici genelleyici tutumlara yönelmekten uzak durmasıdır. Bilakis, “…uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, mâsumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.”

Bediüzzaman’ın ifadesiyle ‘adalet-i mahzâ,’ yani eksiksiz, katışıksız, tam ve saf adalet dersini ve emrini veren bu âyet, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da toplum hayatı ve siyaset sözkonusu olduğunda en çok dikkat çektiği âyetlerin belki de birincisidir. Mektubat’ta, “Onbeşinci Mektup”ta dikkat çektiği üzere, Hz. Ali’nin sahabiler arasında ortaya çıkan ilk fitne hengâmında haklı içtihadını dayandırdığı âyet budur ve bu âyetin verdiği ders ve emir açısından bakıldığında, adalet ilkesini paranteze almak bir mü’min için imkânsızdır.

Bediüzzaman’ın yine Emirdağ Lâhikası’nda başka birçok mektupta da farklı açılardan vurguladığı üzere, hiçbir sebep, hiçbir gerekçe, bu âyetin emrini paranteze almanın mazereti olamaz. Suç ve cezanın şahsiliğini esasa bağlayan, birinin hatasıyla onun eşi, çoluk çocuğu, akrabası, milletdası, partidaşı olan başka insanları da suçlama ve cezalandırma kapsamına alan herhangi bir tutum, ‘vatanın selâmeti,’ ‘kamu yararı,’ ‘devletin bekası’ gibi gerekçelerle dahi meşrulaştırılamaz.

Dahası, güvenlik endişesi üzerinden haklardan vazgeçme ve adaleti paranteze almanın iler tutar bir tarafı da yoktur. Çünkü ülke içinde güvenlik ve asayişin temini de, adaletin paranteze alınmasından değil, bilakis temin ve tesis edilmesinden geçmektedir. Nitekim Bediüzzaman, 102 numaralı mektubun devamında buna da işaret ederek Adnan Menderes’e şöyle diyecektir:

“Hem, emniyetin ve âsâyişin temel taşı yine bu kanun-u esâsîden geliyor.
Meselâ, bir hanede veya bir gemide bir mâsum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve âsâyiş düstur-u esasîsi ile, o mâsumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım—tâ ki mâsum çıkıncaya kadar.

İşte bu kanun-u esasî-i Kur’ânî hükmünce âsâyiş ve emniyet-i dahiliyeye ilişmek, on câni yüzünden doksan mâsumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlâhînin celbine vesile olur. Madem Cenâb-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî dindarların başa geçmesine yol açmış, Kur’ân-ı Hakîmin bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.”

Ölçü, budur. Bir evde veya gemide bir masum ve on cani bulunsa, aslolan masumun hukukunu korumaktır. ‘On cani bir masum’la ilgili olarak hüküm bu iken, ‘on cani yüzünden doksan masumu’ tehlikeye atan ve hele ki cezalandıran bir tutum, kabul edilemez. Böyle bir tutum, gazab-ı ilâhîyi celbeder. Dolayısıyla, hükûmet, kendisine yönelik saldırı, tehdit ve tazyiklere karşı kendisini korumak ve sağlama almak istiyorsa yapacağı şey adaletsizlik yapmak, birinin hatasının cezasını başkalarına yaymak değildir; bilakis, Kur’ân’ın bu adalet ilkesini kendisine dayanak ve siper yapmaktır. Hz. Ömer’in dediği gibi, “Adalet mülkün esasıdır.” Mülkün devamı isteniyorsa, âdil olunmalıdır.

1950’li yılların şartlarında Adnan Menderes gibi bir başbakana öncelikli olarak Kur’ân’ın ders verdiği ve emrettiği adalet-i mahzâ ilkesini bu şekilde hatırlattıktan sonra, Hz. Peygamber’in bir hadisine atıfla, sözü ‘İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasîsi’ne getirir Bediüzzaman. “Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir” (*2) hadisinin de ders verdiği üzere, elde edilen iktidar ve sahip olunan makamlar, millete hizmet içindir; tahakküm veya rant için değil. Hükûmetin bu iktidarı ve imkânları kendisi veya bürokrasi için millete tahakküm veya maddî-manevî rant devşirme için bir araca dönüştürmemesi gerekir:

“…Memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil... Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne bir tahakküm ve mütekebbirane bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. Ve hukuk-u ibâd da zîr ü zeber olur.”

Bahsin devamında Bediüzzaman’ın ‘hukukullah’a dair atfı, ayrıca önemlidir. “Hukuk-u ibâd, hukukullah hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin. Belki nefsanî haksızlıklara vesile olur” demektedir Bediüzzaman. Bu ifadeyle kuralı güçlünün koyduğu beşerî bir işleyişle hak ve hukukun gereğince temin edilemeyeceğini, bilakis nefsanî haksızlıklara müsait bir zemin oluşacağını; hak ve hukukun gereğince tesisinin güçlü-zayıf herkesi bağlayan ‘hukukullah’a riayetten geçtiğini vurgular. Diğer taraftan, ‘hukukullah’ın fıkıhtaki tarifine baktığımızda görürüz ki, ‘Allah hakkı’ içeren bir meselede kullar affetse ve razı gelse bile cürmü işleyenin ceza sorumluluğu düşmemektedir. Dolayısıyla, eldeki güç ve imkânlar hükûmet ve bürokrasi tarafından tahakküm için ve birtakım rant oluşumları için kullanılmamalıdır ki, Allah indinde her hal ve şartta sorumlu duruma düşülmesin…

Devamında, bürokratik ağırlığı üzerinden zulmetmeye meyilli bir cereyan ile kavmiyetçi tutumuyla “birinin hatasıyla başkasını mesul tutmaya” meyilli diğer bir cereyanın bu noktada satıh gerisinde hareket halinde olduğuna dair sezgisini dile getirir Bediüzzaman. Meselâ 6-7 Eylül 1955 olaylarını, bu olaylardaki muharrik unsurları, derin bağlantıları, satıhta kimlerin nasıl harekete geçtiğini, işlenen cinayet ve yapılan zulümleri, hükûmetin bu noktadaki basiretsizliğini, bunun ülke içinde ve uluslararası düzlemde yol açtığı sonuçları dikkate alınca, sadece bu tek olay üzerinden dahi bu meselenin önemi anlaşılır.

İki ayrı zulmanî damardan işleyerek adalet ilkesini çiğnemeye yatkın iki cereyanın içerdiği ve işlettiği bu adaletsizlik potansiyeline karşı ziyade dikkat gerektirdiğini ilave paragraflarla daha da açarak hatırlattıktan sonra, bu ikinci esasın nihayetinde Bediüzzaman’ın kullandığı ifadeler de gayet manidardır:

“Cenâb-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikati kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz.”

İfade, dikkate değer. “Cenâb-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye dua ediyoruz,” değil; bu şekilde “dua etmeye karar vereceğiz.” Ne zaman, hangi şartla? “Yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikati kabul etmenize mukabil.” Yani, desteğimiz ve duamız, kayıtsız, sınırsız ve şartsız değildir. Bilakis, şarta bağlıdır. Sizin için, başarınız için dua edebilmemiz için, sizin de İslâm’ın adalet ilkesini çiğnememeniz ve hizmet için elinize verilen gücü tahakküm için kullandırmamanız gerekmektedir!

Sonrasında, eğer aralarında bir sohbet vâki olsa Adnan Menderes’e muhakkak söylemek istediği ‘İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyeye dair’ üçüncü ‘bir kanun-u esasîsi’ olarak, “Mü’minin mü’mine bağlılığı, parçaları birbirini kurşunla tutan bina gibidir” (*3) hadisini hatırlatır Bediüzzaman. Bu hadisin bir gereği, “hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı, dahildeki adâveti unutmak ve tam tesanüd etmektir.” Ve bu hadis ve gerektirdiği tutum en başta yürütmenin başındaki kişi olarak Menderes’e hatırlatıldığına göre, bu noktadaki en birinci sorumluluk iktidara düşmektedir. İç siyasette sonuç almak adına dahilde düşmanlığı körükleyen bir tutum, bilakis varsa bile düşmanlığı unutmak ve tam dayanışma gerekmektedir. Bu cümlenin devamında Bediüzzaman’ın ‘siyasetten istiaze’sine sebebiyet veren olaya da atıfla söyledikleri, çok ama çok dikkat çekicidir:

“Hattâ en bedevî tâifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dahildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def oluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfuruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dahildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lânet edecek gibi hâdisâtlar görünüyor. Hattâ, bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği; ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle senâ ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi, otuz beş seneden beri siyaseti terkettim.”

İşte Bediüzzaman’ın oy verdiği, destek ifade ettiği Adnan Menderes’e yazdığı tek mektupta söyledikleri…

Bu uyarılar da bir ‘destek’ midir; yoksa, bu uyarıları bir ‘düşmanlık’ ve ‘karşıtlık’ olarak mı değerlendirmek gerekir?

Eğer bu uyarılar da bir destek ise, bugün daha da şedit benzer tablolar karşısında yapılan uyarıların başka türlü yorumlanması nasıl açıklanabilir?

Hele ki, Bediüzzaman Said Nursî, bizzat yazdığı bu tek mektupta doğrudan Adnan Menderes’e ‘adalet-i mahzâ’ ilkesini ısrarla, tekraren teyid ve te’kid ile hatırlattığı halde, içinde bulunduğumuz şu zaman ve zeminde bazı Nurcular oy verdiği siyaseti ve siyasetçiyi savunma adına, ‘adalet-i mahzâ’ ilkesinin hatırlatılmasına karşı neden ve nasıl ‘alerjik tepki’ geliştirebilmiştir?

Hem, Bediüzzaman’ın oy verdiği Menderes’e bu uyarıları yapmasına mukabil, bugün siyasette de onun yolunu takip ettiğini söyleyen Nur talebelerinden hangisi, oy verdiği siyasetçiye aynı uyarıları yapmıştır, yapabilmiştir? Yapanlar olduğunda, onlara ne söylenmiştir ve söylenmektedir?

102 numaralı mektup, Bediüzzaman’ın müstakim hayatını ve o hayatın vazgeçilmezi adalet ve uhuvvet ilkesini bir kez daha parlak bir şekilde gözlerimize gösterirken, bana kalırsa, bize de ayna tutuyor.

Bakalım, bizi bugün kim ve ne yönlendiriyor: Risale-i Nur mu, ‘propaganda-i siyaset’ mi? Adalet ve hakkâniyet mi, siyasetçilik ve tarafgirlik mi? Bediüzzaman gibi oyla destek verdiğimiz siyasete uyararak ve uyması gereken temel ilkeleri hatırlatarak da destek verir durumda mıyız; yoksa zihnimize ve duygularımıza siyaset yön verdiği için bu ilkeleri biz de mi unutmuşa ve terketmişe benziyoruz?

Ayna Emirdağ Lâhikası’nda: 102 numaralı mektup.

Kırmadan bakmalı, sonra da halimize çekidüzen vermeliyiz, vesselâm…

1. Bk. En’âm, 6:164; İsrâ, 17:15; Fâtır, 35:18; Zümer, 39:7; ayrıca bk. Necm, 53:38.
2. Bk. el-Mağribî, Câmiu’ş-Şeml, 1:450, Hadis no: 1668; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463.
3. Buharî, Salât 88, Edeb 36, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65; Tirmizî, Birr 18; Nesâî, Zekât 67; Müsned, 4:405, 409.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
9 Yorum