Zübeyir abi Babacan boykotunu destekledi

Zübeyir abi Babacan boykotunu destekledi

Emekli bürokrat Ahmet Ekrem Bedük, Zübeyir Gündüzalp’in Hatice Babacan olayındaki tavrını anlattı

Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber

 

Emekli bürokrat Ahmet Ekrem Bedük kimdir?

 

20 Nisan 1946 tarihinde Siirt Eruh’ta doğdu. İlkokulu doğduğu köyde, ortaokul ve liseyi Siirt’te okudu. 1970 yılında İlahiyat Fakültesinden mezun oldu ve aynı yıl Diyanet İşleri Başkanlığına girdi. 1974’te askere gitti. Askerlik dönüşü Diyanet göreve başlatmayınca Milli Eğitim Bakanlığında öğretmenliğe başladı. Din ve Ahlak Kültürü derslerine giren Bedük aynı zamanda Müdür Yardımcılığı görevini de yürüttü. Daha sonra Milli Eğitim Bakanlığında birçok idari görevlerde bulunan ve birçok yeniliklere de imza atan Bedük, bu yıl yaş haddinden emekli oldu.

 

RİSALE-İ NUR İLE KUR’AN OKUMAYA  BAŞLADIM

 

Risale-i Nurları nasıl tanıdınız?

 

Lise yıllarında Gaziantep'te askerlik yapmakta olan bir ağabeyle tanıştım. İlk Risale-i Nur dersini Vakıflar Yurdunda talebeyken bu ağabeyden dinledim. Bunun üzerine ruh halimde büyük bir değişim yaşadım. Bazı yaramaz hallerimden vazgeçtim. Kur'an okumaya başladım. Namazlarımı aksatmamaya özen gösterdim. Ve böylece İlahiyat Fakültesine gitmeye karar verdim. Kendi dünyamda İlahiyat Fakültesi hocalarının ve öğrencilerinin çok dindar olduklarını düşünüyordum. Fakat fakülteye başlayınca durumun hiç de öyle olmadığını gördüm. İçlerinde sol görüşü savunan, namaz bile kılmayan bir çok hoca ve talebenin olduğunu fark edince şok oldum. Özellikle Dinler Tarihi hocamız vardı. Ateist olma ihtimali çok kuvvetli... Profesördü ama Dinler Tarihini tamamen İslamın dışında anlatıyordu. Ayrıca Dekandı. Ve ona karşı çıktığımız zaman şiddetle kendi fikirlerini savunuyor, kabul etmiyordu. Hiç namazla, niyazla alakası olmayan bir zattı. Bu nedenle ilk hafta “Ne yapmalıyım?” diye düşünmeye başladım. Önce bırakıp gitmeyi düşündüm fakat sonra kalıp mücadele etmeye karar verdim. Nitekim 1966 yılında fakültemize Hatice Babacan, -Ali Babacan’ın halası oluyor- geldi. Bu hanım hem ODTÜ'yü, hem İlahiyatı çok yüksek bir puanla kazanmış olmasına rağmen İlahiyat Fakültesini tercih etmiş. Başı örtülüydü... Eteği çok uzun değildi, yani tam tesettür anlamında olmasa da, nihayetinde kapalı bir giyimi vardı. “Vay efendim bu fakülteye nasıl böyle baş örtülü bir kız gelir?” diye yaygaraya başladılar.

 

NUR TALEBELERİ OLARAK TESETTÜR İÇİN NE NE YAPABİLİRİZ DİYE SORMAYA BAŞLADIK

 

İlahiyattaki kız talebeler nasıl giyiniyordu peki?

 

beduk3.jpgHepsinin başı açıktı... Mini eteklisi de vardı. Şapkalı olanı da vardı. Çeşit çeşit ama hepsi açık kızlardı. Fakat Hatice Babacan’ın fakülteye başörtülü gelmesi hadise oldu. O günkü dekan aşırı tepki göstererek kızı okuldan attırdı. Onu savunan Mustafa Demirsöz adında bir arkadaş vardı. Onu da attılar. Bunun üzerine biz, kendi aramızda toplandık. Bilhassa Nur talebeleri olarak, “Bu iş nasıl olacak, tesettürlü okumak isteyenlerle ilgili biz ne yapabiliriz?” diye sormaya başladık. Aklımıza Üstad'ın o zaman Eskişehir mahkemesinde yaptığı müdafaa geldi. Orada, “Tesettür meselesi hanımlar için farz-ı ayndır” diyor. Ve “Tesettür ayetini 1300 senedir alimler bu şekilde tefsir etmiş. Beni bununla mahkum etmek, bütün bu tefsirleri mahkum etmek demektir. Bu nedenle bana iki sene hapis değil ya müebbed hapis, ya idam, ya da beraat verin” diye gerekçesini açıklıyor.

 

Bu müdafaayı okuduktan sonra dedim ki, “Madem Üstad tesettür için kesin konuşuyor. Madem bu Kur'anın farzıdır, hanımlar için önce iman, sonra namaz, sonra tesettür gelir.” Bunun üzerine okula gittik. Özellikle başörtüsüne karşı çıkan profesöre gittik. Hocaya, “Anayasada, yönetmelerde, genelgelerde, kanunlarda tesettürle ilgili herhangi bir hüküm yok. Siz neye göre bu kızcağızı okuldan atıyorsunuz?” dedik. Çünkü herhangi bir kanun yok. Hadi daha sonraları tesettürle ilgili bazı yönetmelikler falan çıktı ama o zamanki mevzuatta hiç bir şey yok. Biz “bayanın üniversitede kıyafeti nasıl olacak” diye mevzuatta hiç bir belirleme yok dedik. Hoca bunun üzerine, “Siz teamülleri yıkıyorsunuz. Bu, teamüllere aykırı...” dedi. Yahu teamül mevzuat değil ki. Teamüle aykırı diye siz bir kimse hakkında işlem yapamazsınız. Bunu hocaya da söyledik. “Hayır” dedi. “Bu teamüllere aykırıdır. Bunun sonu başka şeydir” diye diretti. Biz de, “Sizin en büyük cezanız nedir? Yani devletin en büyük cezası ölüm. Biz ölümden korkmuyoruz. Gerekli mücadelemizi vereceğiz” dedik.

 

ÜSTADIN MÜDAFAASINDAN HAREKETLE, “BUNLAR SİYASİ MESELE DEĞİL” DİYORDUK

 

Orada bulunan diğer arkadaşlar da tek tek “Ben de korkmuyorum, ben de korkmuyorum” diye haykırdılar. Bunun üzerine karar aldık. Bu konuyu boykot edeceğiz. Arkadaşın yargılanması ve fakültenin tutumuna karşı... Fakülte içerisinde de büyük bir baskı vardı. Yani üç arkadaş bir araya gelip, konuşamıyordu. Talebeler birbirlerine bir şeyler anlatmaktan çekiniyorlardı. Fakat bazı talebelerle biz bir araya geldik. “Burası Fakültedir. Burada akademik çalışmalar yapılıyor. Burada böyle bir baskı olamaz” dedik. O zamanki İslam Tarihi Hocamız bayandı. Derste tesettürle ilgili veya İslam’da gelişen bazı konuları açıyor, sorular soruyor, biz de cevaplıyorduk.

 

Bir gün dedi ki, “Cevap vermeyeceksiniz. Dinleyeceksiniz.” Ben de, “Burası Fakülte, ilkokul değil yani... Akademik münakaşalar elbette olacak, siz de kabul edeceksiniz. Hem her derste konuların dışına çıkıyorsunuz, hem de münakaşa kabul etmiyorsunuz. Dersin dışına çıktığınız zaman, biz de size cevap vereceğiz” dedim kendisine. O da bu konuda bizi profesöre şikayet etmişti. Netice de boykot kararı aldık. İsmail Kahraman o zaman bu konuya sahip çıktı. Ve boykot böylece fakültede başladı. Boykota ilk başladığımızda kaç kişi olacağımızı tahmin edemiyorduk. Çünkü baskı vardı talebeler üzerinde. Bir baktık ki okulda 450 talebe var, 400 tanesi bizim yanımızda... Müthiş bir birlik ve beraberlik oldu. Ve o talebelerin hepsi aynı şekilde tavırlarını ortaya koydular. Zaten o dönem Türkiye'de bir kaç tane üniversite vardı. Ankara'da da bir ODTÜ var, bir de Ankara Üniversitesi...

 

Rektör geldi yanımıza. Dedi ki, “Çocuklar boykotu kaldırın. Söz veriyorum arkadaşlarınızı sınıfa alacağım.” “Söz mü?” dedik. “Söz” dedi. Biz toplandık. Ne de olsa koskoca rektör ayağımıza gelmiş. Söz vermiş. “Boykotu kaldıralım” dedik. Bazı arkadaşlar “Ya, bu adam bize oyun oynayabilir” dediler. Boykot komitesi beş kişiydi. Bir çoğumuz “Adam yalan söyleyecek değil ya?” dedi. Fakat daha sonra o arkadaşların haklı olduğu ortaya çıktı. O zaman üniversite senatosu dekanlardan oluşuyordu. O arkadaşların okuldan tamamen atılması veya kabul edilmesi senato tarafından onaylanıyordu. Neticede hakikaten senato o arkadaşların okuldan atılmasını kabul etmiş. Tabi biz de boykotu kaldırmış olduk. O sırada fakülte de kapanmıştı. Bu nedenle boykot yapmanın da bir anlamı kalmıyordu.

 

ZÜBEYİR GÜNDÜZALP BAŞÖRTÜ BOYKOTUNA DESTEK VERDİ

 

huyut_beduk.jpgFakat aklımıza nerden geldiyse gidip fakülteyi işgal etmeye karar verdik. Ve fakülteyi işgal ettik. Çevik kuvvet geldi. Biz iki guruba ayrıldık. Bir gurup kapının önünde, bir gurup karşısında durduk. 15 defa İstiklal Marşını okuduk. Tabi çevik kuvvet ne yapacağını şaşırdı. İçimizde bazı ihtilaflar olmuştu. Bazıları “Bu siyasi bir meseledir, neden karışıyorsunuz?” diye soruyordu. Biz de Üstadın müdafaasından hareketle, “Bunlar siyasi mesele değil” diyorduk. O sırada Zübeyir ağabeyin Ankara’daki ihtilaftan haberi olmuş. Tabi o arkadaşlar iyi niyetli konuşuyorlar ama ilk defa böyle bir meseleyle karşılaştıkları için ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Bazı talebeler ölüm orucu tutuyordu. Yine onlar için de, “Bu bizim mesleğimize uygun değil” diyenler oluyordu.

 

Fakat Rahmetli Zübeyir ağabey bir otobüs dolusu talebeyi alıp İstanbul'dan, Ankara'ya getirdi. Bunların içinde Necmeddin Şahiner vardı. İsmail Yazıcı vardı. Bize destek vermeye gelmişlerdi. Zübeyir ağabey bizi 27 numaralı dershaneye çağırdı. Üç kişi gittik. “Kardeşlerim, sizi tebrik ediyorum” dedi. Üstadın Eskişehir'deki müdafaasından bahsederek, “Bu konu aynen sizin dediğiniz gibidir. Haklısınız. Moralinizi yüksek tutun. Taviz vermeyin. Arkadaşlarınızı da kitap okuyup bilgilendirin. Kuru bir boykot olmasın” dedi.

 

“İslam'da Kadın” İsimli kitaptan on bin liralık sattık. Kitabevlerinden alıp, yüzde 60 indirimle talebelere veriyorduk. Üç-dört günde müthiş satış oldu. Demek ki talebeler de bu konuda açtılar. Hepsi bu kitabı okudu. Ve o zaman bir tek talebenin başı örtülüyken, fakülteden otuz-kırk tane bayan talebe başını örttü. Bir kişiye razı olmadılar. Otuzdan fazla kız başını örttü.

 

ZÜBEYİR AĞABEYİN SÖZLERİNİ BAYRAM YÜKSEL AĞABEYE SORDUM

 

Sonunda bir şey yapamadı yönetim. Çünkü herkes başı örtülü geliyordu okula.

 

Tabi Zübeyir ağabey bize o zaman Eskişehir müdafaasını hatırlattı. Bir de dedi, “Bakın Afyon hapishanesinde bir isyan çıktı. Çok güçlü, kuvvetli mahkumlar bile gardiyanlara yalvarıyorlardı. Aman bize bir şey yapmayın diye. Üstadın zayıf bir talebesi geldi. Gardiyanlar onu falakaya yatırdılar. O talebe, ‘Yaşasın zalimler için Cehennem, vur, vur!’ dedi. Onların eziyetlerine karşılık ruhunu ezdirmedi. Cesedi ezildi, fakat ruhu ezilmedi. İşte sizin de cesediniz ezilecek ama ruhunuzu ezdirmeyeceksiniz” diye çok güzel bir konuşma yaptı. Onun yanından ayrılınca biz kuş gibi hafiflemiştik. O sırada Muzaffer Deligöz ağabey vardı. O da ilahiyatta talebeydi. Üstadı bizzat görmüş biriydi. O sırada İhlas ve uhuvvet gibi gazeteleri çıkarıyordu. İçtimai hayatla ilgili çok tecrübeleri olduğundan, bize yol gösterdi.

 

Ben Zübeyir ağabeyin yanından ayrıldıktan sonra Bayram Yüksel ağabeye sordum. “Üstadın zayıf bir talebesini zorla falakaya yatırmışlar. O talebe ‘Yaşasın zalimler için Cehennem. Vuuur!’ demiş. Kimdir bu zayıf talebe?” dedim. Bayram ağabey, “Anlatılan zayıf talebe Zübeyir ağabeyin kendisidir” dedi. Ben de, “Öyle anlatmadı, başka bir talebe gibi anlattı” dedim. “Zübeyir ağabey, daima kendi yaptıklarını diğer talebelere mal ederek anlatır” dedi.

 

Hani İhlas Risalesindeki “Tefani” sırrıyla, kendi yaptığı şeyler için, “Bunu ben yaptım” demez. “Bayram ağabey yaptı, Sungur ağabey yaptı”der. Ama yapılan bir hatayı da sahiplenir. “Ben yaptım” der. Güzellikleri, hayırları tefani sırrıyla diğer talebelere verirken, yapılan hataları kendisi üstlenir. Bu nedenle böyle anlatmış size” dedi. Tabi o zaman daha büyük bir hayranlık oluştu bende Zübeyir ağabeye karşı.

 

TESETTÜR RİSALESİNİ OKUYAN KIZ TALEBELER BAŞINI ÖRTMEYE BAŞLADI

 

O sırada Allah rahmet eylesin, Zeynep Münteha Polat'ın babası Erzurum CHP İl Başkanlığı yapan biriydi. Kızının Risale okuduğunu, tesettüre girdiğini görünce, “Ya bu halleri bırakırsın, ya da sana para göndermem, seni himaye etmem” demiş. Çünkü Münteha hanım açık bir bayandı. Fakat kitapları okuyunca en çok o girdi tesettüre. Ve bir çok kızın da tesettüre girmesine vesile oldu. Babasının tehdidine karşılık, “Göndermezsen gönderme, ben bu yoldan vazgeçmeyeceğim” dedi. Çok güzel bir evde kalırken, çok zor şartları olan bir eve taşındı.

 

Bayağı sıkıntılar yaşadı o dönem. Bizlerin de maddi imkanı yoktu. Sıkıntılar çekildi. Ama dediğim gibi, bir kişiye razı olmayan fakültede otuzdan fazla kız başını örttü bu olaylar sayesinde. Ardından diğer fakültelerde de aynı şey olmuş. Kitabı okuyan, Risaleleri okuyan, tesettür bahsini okuyan kız talebeler başını örtmeye başladı. Bir bakıyorsun açık bir bayan gelip fakülte önünde duruyor. “Ne yapıyorsunuz burada?” diye sorunca, “Bu fakülteden başı kapalı bir öğrenci atılmış. Bunu boykot ediyorum” diyor. Yani kendisi açık olsa da, “Başörtülü kişinin en doğal hakkıdır okumak” diye düşünüyor.

 

BİZİM DAVAMIZA DA BEKİR BERK AĞABEY SAHİP ÇIKTI

 

Fakülte senatosu bizim aleyhimizeydi. O sıra dört hoca doçentliği kazanmış, fakat onlara ders vermiyorlardı. Profesör Hamdi Ragıp Ata diye birisi fakülteye dekan olarak atanmıştı. Felsefeci ama dindar biriydi. Konya Demokrat Parti milletvekilliği de yapmış. İlmi ehliyeti de olan bir zattı. O zaman doktora yapmak çok zordu. O dekan hemen o hocaları derse başlattı. Yönetim kuruluna girdi. Böylece durum lehimize sonuçlandı. Durum lehimize bitince biz de rahat bir nefes aldık. Kimse artık tesettürlü arkadaşlara karışmadı. O sırada 20 kişiyi daha listeye almışlardı. Onları da açığa alacaklardı. Fakat bizim olay müspet sonuçlanınca onları açığa alamadılar. Sadece mahkemeye vermişler. Mahkemede de savcı bu arkadaşlar hakkında ceza talebinde bulundu. İşte hocalara şöyle şöyle yapmışlar gibi konuştu. Birkaç dekanı mahkemeye getirdiler. Hakim sordu, “Bu çocuklar size ne yaptı?” diye. Onlar da, “Bize bir şey yapmadılar” deyince biz 20 kişi beraat ettik. Yani beraat ettiğimiz bir davada ikinci kez beraat almış olduk.

 

Bizim davamıza da o zaman Allah rahmet etsin Bekir Berk ağabey baktı, sahip çıktı. Buradan da İsmail Alptekin sahiplendi. O zaman çok genç bir avukattı. Biz ceza almadan kurtulmuş olduk.

 

Neticede biz boykotumuzda başarılı olduk. O dönemde başka boykotlar da yapılmıştı. Onlar pek başarılı olamadılar. Ama biz başarılı olduk Elhamdülillah. Yönetim değişti, dekan değişti. Ve hakikaten ilmi hüviyeti olan, İslami ilimlerde başarılı olan kişiler orada söz sahibi oldular. Çünkü daha evvel hiç bir ilmi hüviyeti olmayan insanlar gelmiş orada hoca olmuşlardı. Dinler Tarihi hocası var, yüksek lisansını da Dinler Tarihi üzerine yapmış. Dinler Tarihi dersini o hocaya vermiyorlar. Sosyoloji hocası Dinler Tarihi dersine giriyor. Boykottan sonraki dönemde artık işin ehli olan zatlar derse girmeye başladı. Yıllardır mağdur edilmiş hocalar, mağduriyetlerini giderdiler böylece. O nedenle hocalarımızın bize karşı ayrı bir muhabbeti vardı.

 

ZÜBEYİR AĞABEYİN DERS YAPMA TARZINI İNCELEDİM

 

Zübeyir ağabeyden bahsetmişken, onunla ilgili başka hatıralarınız var mı?

 

beduk1.jpgO dönemde bir kaç defa İstanbul'a gittiğimde görüştüm onunla. Son sınıfta bir dersten sınıfta kaldım ki, iki sene daha bu hizmetin içinde olayım. Zübeyir ağabeyin yanına gittiğimde bu nedenle beni takdir etti. Tefsir hocam “Bunu mezun edeyim” demişti. Ama ben imtihana girmedim. Daha sonra mezun oldum. Diyanette göreve başladım. Zübeyir ağabeyin ders yapma tarzını inceledim. Dersi okurken kelimelerin anlamını verirdi. Özellikle bilinmediğini düşündüğü kelimeleri söyler, tane tane okur giderdi. Okurken bize şöyle dedi, “Risale-i Nur okurken hep yüzünüz kitapta olmasın. Arada bir başınızı kaldırıp ders yaptığınız cemaate bakın.” Dikkat ettim. O da öyle yapıyordu. Cümleyi bitirirken başını kaldırıp cemaate hitap ediyordu. Çünkü o tarzdaki okuma milletin dikkatini çekiyordu. Ders daha canlı bir hal alıyordu. Daha çok tesir ediyordu. O tavsiyelerini hatırlıyorum. Bir de tavsiyeyle kalmayıp, fiilen de gösteriyordu. Yeni gelen talebeler bile dersini anlıyordu. 

 

16 AY SONRA 12 MART MUHTIRASI GELDİ

 

Fakülte bittikten sonra neler yaptınız?

 

Zaten Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan burs alıyordum. Fakülte bitince beni Çankırı Müftü Muavinliğine verdiler. Orada göreve başladım. Ankara'da Diyanet'in çocuklara yönelik çıkardığı bir gazete ve Diyanet Çocuk dergisi vardı. Dört ayrı ilden muavinleri ben de dahil, buraya toplayıp bir büro kurdular. Gazete ve dergi bürosu koydular adını. Benim gazete çıkarmaya hevesim vardı zaten. Böylece biz gazete ve dergiyi çıkarmaya başladık. On beş günlük, çocuklara yönelik bir gazeteydi. Bir de dini bir dergi vardı. Hocalardan yazılar alıp oralarda neşrederdik. Güzel baskılar çıkarıyorduk. 16 ay sonra 12 Mart muhtırası geldi. Hükümet değişti. Diyanet İşlerinden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Özgüneş’ti o dönem. 16 aylık gazete ve dergimizi incelemiş. “Ya bunlar hiç siyasete bulaşmamışlar” demiş. Hakikaten hiç siyasi şeyler neşretmezdik. Beğenmemiş neşriyatımızı. O nedenle dağıttı bizim gurubu. Ben de askere gittim.

 

Asker dönüşünde Diyanet tekrar bana görev vermedi. Bir lisede öğretmen olarak başladım. Başladığım ilk gün, “Programı değiştiremeyiz, haftaya sizi yerleştirirlerse derse başlarsınız” dediler. O sırada boş duruyordum. Müdür muavini de devamsızlıkları işliyordu deftere, “Ben boşum, verin ben yapayım” dedim. “Olur” dedi. Hemen fişleri işleyip verdim, “Öğrenciler bile yapmıyorlar bunu. Sen yaptın. Mutlaka burada müdür muavini olmalısın” dedi. Ama ben daha stajerim. Hakikaten bir müdür muavini ayrıldı. Böylece 6 sınıfı bana verdiler. Müdür muavini oldum. Sonra Müdür Başyardımcısı ayrıldı. Onun yerine geçtim. 29 saat de derse giriyordum. 29 ayrı sınıf... Düşünün her birinin 3 yazılısı bir sözlüsü var. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersine giriyordum. Daha sonra 78 dönemi geldi. O sırada bütün programları ben ayarlıyordum. Müdür ayrıldı okuldan. Öğretmenlerin çoğu benden memnun kaldı. Israrla “Sen müdür ol” dediler. Bakanlığa gidip anlatmışlar beni. Bu vasıtayla müdürlüğe atandım.

 

“SEN OKULDA ÇOCUKLARA MESCİD YAPMIŞSIN” SUÇLAMASI

 

Dört ayın sonunda hükümet değişti. Ecevit hükümeti Ankara'daki bütün okul müdürlerini görevden aldı. Bir tek ben kaldım. Benim kalmamın nedeni de o günkü Milli Eğitim bakanının hanımı bizim okulda coğrafya öğretmeniydi. Ben hiç ayrım yapmazdım. Onun programını da ben hazırlıyordum. Hatta bana geldi, “annem çok hasta Bursa'da kalıyor. Programımı düzenleyin ara sıra gidip geleyim” dedi. “Hay hay” dedim. Salı, çarşamba ve perşembeye verdim derslerini. Pazartesi ve cumayı boşalttım. Dört günü boş kalmıştı. Üç gün derse girdikten sonra kalan günlerde annesine gidip geliyordu. Eşi o sırada Milli Eğitim Bakanı olunca, “Burası benim okulum. Ben Müdürümden memnunum. Onu görevden almayın” dedi. Hakikaten dört ay almadılar. Fakat sonra kararname geldi. Bir ortaokula gönderildim.

 

Ben de hiç itiraz etmedim. Ama beni görevden aldıktan sonra hakkımda soruşturma açtılar. Soruşturmanın sebebi de, çocuklar içinde namaz kılanlar vardı. Onlar için bodrumda namaz kılınacak yer ayırmıştım. İşte, “Aman efendim, sen okulda çocuklara mescid yapmışsın” dediler. O zamanki bakan bu konuyu genelgeleştirmişti, “Çocuklardan ibadet etmek isteyenlere gereken kolaylık gösterilecek” diye. Ben o genelgeye uyarak çocuklara yer ayırmıştım. Müfettişlere de söyledim bunu. Fakat müfettişler yine de bunu bir suç unsuru olarak gösterdiler. Netice de ortaokula giderken Necdet Tur'un hanımı Ferhunde hanım yani o coğrafya öğretmeni buraya kimse karışmayacak demesine rağmen beni görevden aldılar. Haberi olmamış. Sonradan haber gönderdiler, “Nereye isterse oraya verelim” diye. “Hiç bir yere gelmiyorum. İstemiyorum” dedim. Ortaokulda göreve başladım.

 

Gittiğim okulda üç devre eğitim vardı. İlkokullar sabahçı, öğlenci diye ayrılmış. Saat üçten sonra da ortaokullar eğitim alıyordu. Üçten sonra görev yapıyordum. Tabi o okulun öğrencileri mahalle olarak solcu olarak biliniyordu. Bazen sataşmalar oldu talebelerden falan. Fakat buna rağmen rahat görev yaptım. Belki de öğretmenliğin en güzel günlerini orada geçirdim. Çünkü okulun hemen yanında bir cami vardı. Tabi çocuklara namazı öğretirken sadece sözle öğretemiyorsunuz. Veli toplantısı yapılırken velilere, “Sizin evlatlarınız sizin cenaze namazınız kılınırken, böyle dışarıdan seyretsinler mi istersiniz, yoksa kılsınlar mı istersiniz?” diye sordum. “Tabi kılsınlar, mahrum olmasınlar isteriz” dediler. “Öyleyse ben cumartesi, pazar öğlen ve ikindi namazlarında Hacı Bayram Veli'ye gideceğim. Orada cenaze namazı kılınıyor. Siz de çocuklarınızı gönderin, orada onlara öğreteyim” dedim. Hakikaten mahallenin en menfi bilinen insanları bile çocuklarını gönderdiler camiye. Bu arada okulun içindeki mescide de götürüyordum çocukları. Namazı fiilen gösteriyordum.

 

Orada siyasi hiç bir şey olmadığı için, bazen solcu diye bilinen aileler de gönderiyordu çocuklarını. “Olsun, namazı öğrensinler” diyorlardı. Tabi bu namazı fiilen öğretme işlerini hep ders dışında, program dışında yapıyordum. Bir öğlen cami önüne geldim, baktım ki, oranın solcu gençleri kendi aralarında böyle hararetle konuşuyorlar. Dedim ki, “Herhalde bunlar bana namaz kıldırıyorum diye laf atacaklar.” Yürüdüm gittim camiye. Baktım bir şey demediler. Hatta bazıları bana selam bile verdi. Camiye girince imama sordum, “Bu gençler dışarıda hararetli hararetli ne konuşuyorlar. Ben sandım ki okuldan getirdiğim öğrenciler için bize hesap soracaklar.” İmam, “Hocam, bunlar slogancı gençler. Duvar kavgası yapıyorlar. Şu duvara sen yazacaksın, bu duvara ben yazacağım diye.” Böyle bir okulda görev yaptım yani...

 

Daha sonra 1980 Ocak ayında hükümet değişti. 12 Eylül'de gene görevime devam ettim. Epeyce şikayet edenler oldu. O günkü bizim bakanlığa gelen müsteşar yardımcısına, “Bu adam çalışıyor. Bizim bundan bir şikayetimiz yok” dediler. Beni görevden almadılar. Daha sonra ANAP dönemi geldi. Vehbi Dinçerler bakan oldu. O tavsiye etmiş. Beni yanına müşavir olarak aldı. Çok çalışkan ve dürüst bir insandı. Yanına gelen kimselerden daha güzel anlatırdı konuyu. Birçok projelerde yer aldı.

 

KENAN EVREN’LE DARWİNİZM TARTIŞMASI

 

Onun döneminde Darwinizmle ilgili bir mesele de olmuş. O mesele nedir?

 

beduk2.jpgİbni Sina hastanesinde o günün Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in de katıldığı bir çalışma olmuş. Vehbi Bey de katılmış. Tam olarak hatırlayamıyorum ama orada ekranda hücrenin bölünmesi, çoğalmasıyla alakalı bazı görüntüler gösterilmiş. Bunların kendi kendine oluştuğu anlatılıyormuş. Vehbi Bey Cumhurbaşkanına sormuş, “Sayın başkanım siz bu gibi şeylerin kendi kendine oluşmasına inanıyor musunuz?” diye. Aralarında Darwinizm ile ilgili bazı diyaloglar geçmiş. Turgut Özal o zaman başbakan. Sonra Darwinzmi okullarda ispat edilmiş bir ilim gibi anlatmaya başlıyorlar. Halbuki bu ispatlanmış bir şey değil, sadece bir teoriden ibarettir. Bir nazariyedir. Filana göre “İnsan maymundan türemiştir” demektir. “Niye?” “İşte benzerliği var” falan filan...

 

Bunun üzerine Vehbi Bey “Ben bir ilmi heyet toplayacağım” dedi. “Bu bir teoridir. Bunun gibi teorilerin hepsini okuyacağız” dedi. O dönemde Adem Tatlı hocanın Amerika’da yayınlanmış “Yaratılış Teorisi” adlı bir kitabını da getirip gösterdiler. Başka eserleri de inceledi. Ve hakikaten biyolog ve profesörlerden müteşekkil bir heyet toplandı. Bakanlıktan bizler de katıldık. Orada “Darwinizm bir nazariyedir, teoridir. İspat edilmemiş. Ama bu teoriyi okutursunuz. Ama Yaratılış Teorisi de var. Başka teoriler de var diyeceksiniz. Ama Darwinizm'in ispat edilmediğini sadece düşünceden ibaret olduğunu da anlatacaksınız” denildi. Ve programda değişiklik yapıldı. Derslerin içine Yaratılış Teorisi de konuldu. Orada müthiş itirazlar oldu. Ama nazariyedir de denilmemiş, ispatlanamamış da... Darwinden sonra bir çok kişi bu düşünceyi çürütmüş.

 

Ben o dönemde bir broşürde okumuştum. Darwin demiş ki, “Fiziki benzerlik dolayısıyla maymun insana dönüşmüş.” Orada ona cevap vermişler. Sonra hücre bilimi gelişti. Hücre incelemelerine göre insan hücresine en yakın hayvan hücresi domuzda görülmüş. Maymun hücresi değil. O zaman insan domuzdan mı geldi? Hayır. Bir de ara türlerin olması lazım. Bir anda bu hale gelmedi ya? Gibi şeyler. Bunların hepsi programa dahil edildi. Gerçekten çok güzel ilmi bir çalışma oldu. İdeolojik, zorla dayatılan düşüncelerle dolu olan bir çalışma değil, ilmi bir çalışma... Buyurun nazariyeyi ispat edin. Öyle ispat etmeden zorla baskıyla kabul etmek yok.

 

Bu arada Necdet Bey zamanında bira alkollü içki olarak kabul edilmiyordu. Hâlbuki okulların yakınında satılıyor ve çocuklar da buna alışmaya başlıyordu. O dönemde fakir bir çocuk vardı. Gece kahvehanede garsonluk yapıyor, gündüz de okula geliyor. Sınıf başkanı aynı zamanda… Çok sevdiğimiz bir çocuktu. Derken baktım okul müdürü bunu dövüyor. Araya girdim, “Bu çok terbiyeli bir çocuk. Sınıfın mümessili... Sen bunu nasıl döversin?” dedim. “İçki içiyor” dedi. “İçmez. Öyle bir talebe değil” dedim. Araya girip ayırdım çocuğu. Ama baktım hakikaten çocuğun ağzı içki kokuyor. Şaşırdım. Böyle terbiyeli bir çocuk nasıl içer diye düşündüm. Kenara çekip, “Yavrum sen içki içer miydin?” dedim. “Hocam içmezdim ama büfede bira satılıyor. Bira içki değil diye içtim” dedi ve hakikaten çocuk itiraf etti. Orada fiilen yaşadığım bir şey oldu bu. Bira içen kişi sarhoş oluyor. Bazısı bir şişeyle sarhoş oluyor, bazısı iki şişeyle... Neticede çocukları alkole alıştırıyor. Birayla başlayan rakıya gidiyor, şaraba gidiyor... 

 

Bunun üzerine Vehbi Bey, “Bira alkollü içkidir. Dolayısıyla alkol ruhsatlı yerlerde satılır. Okul yakınlarında satılamaz” diye bu konuda bir çalışma başlattı. Ve bira alkollü içkiler arasına alındı ve sadece ruhsatlı yerlerde satılmaya başladı. Biracılar demiş ki, “Bu kanun olmasaydı, bizi kimse yıkamazdı.” Çünkü müthiş bir satışa başlamışlardı. Ortaokul ve lise talebeleri birayı meşrubat gibi içiyorlardı. Bu nedenle öğrenciler arasında epeyce hadiseler de yaşandı. Ama bence o dönemde yapılan en önemli çalışmalardan biridir bu. Dolayısıyla gençlerin birçoğu o alkol belasından kurtuldular. Tabi Vehbi Bey bunu yaparken, dayatmayla yapmadı. Önce birayı inceletti. Laboratuarlarda içindeki alkol miktarı tespit edildi. Bunu içen bir çocuğun sarhoş olacağı ispatlandı. Dolayısıyla bu çalışmasında çok başarılı oldu.

 

ÖĞRETMENLERİN BÜYÜK ÇOĞUNLUĞUNUN DİNE OLAN EĞİLİMLERİ ARTTI

 

Daha sonra hangi görevlerde bulundunuz?

 

Ben zaten personel daire başkanıydım. O göreve devam ettim. Avni Akyol gelince beni oradan alıp Hizmet İçi Daire Başkanlığına verdi. Orada da Allah’a şükür güzel görevlerde, hizmetlerde bulunduk. Özellikle ilkokuldaki beden eğitimi öğretmenleri için 3 haftalık kabiliyet eğitimi başlattık. Din kültürü ve resim konusundaydı bu eğitimler. Çünkü o derslere girebiliyordu öğretmenler. “Madem derse giriyor, formasyon alsın” dedik. Ve ilkokul öğretmenlerine senede ondan fazla bu konuda kurs açtık. Bu kursa katılan öğretmenlerin büyük çoğunluğu, yüzde yüze yakını diyebilirim ki dine olan eğilimleri arttı. Ve hakikaten anladılar ki din eğitimi konusunda çok bilgisizler. Bunu öğrenmeleri gerekiyor. Okudular, araştırdılar, incelediler, çok iyi yetiştiler. Bilhassa hanım öğretmenler 3 haftanın sonunda geliyordu. Durumları çok değişmiş. Yani ilkokul öğretmenlerinde bir çocuk saflığı oluyordu. Bu nedenle din dersinden çok rahat etkileniyorlardı. Hemen dini hakikatleri öğrenmeye başlıyorlardı.

 

Fakat daha sonra yine Ecevit dönemi geldi. Gelir gelmez yaptıkları ilk iş bu kursları kaldırmak oldu. Ve biz de görevden alındık. Hâlbuki amacımız o öğretmenlerin girdikleri farklı derslerde de bilgi sahibi olmalarını sağlamaktı. “Yok, öğrenmeden girsinler derslere. Din dersinde abur cubur konuşsun veya başka şeyler konuşsun” dediler. Maalesef yaptıkları bu hareket dine de, ilme de, hakikate de hiç uymadı. “Bilmeden girsin” düşüncesindeydiler. Yirmi sene orada daire başkanlığı yaptığım sürede güzel kurslar açtık. Bir de Osmanlı'dan kalma klasik sanatları orada ihya ettik. Ebru kursları, hat kursları açtık. O kurslarda çok iyi hattat öğretmenler yetişti. İyi Hattat profesörleri vermiştik başlarına. O hat kurslarına başlayan öğretmenlerde şöyle bir güzellik gördüm. Gece oniki, birlere kadar çalışıyorlardı. Diğer kurslarda bu yoktu. Ama Hat sanatının ayrı bir özelliği vardı. Arkadaşlara demiştim, “Dikkat ediyor musunuz? Diğer kurslarda öğretmenler birbirlerini kırabiliyor, ama hat sanatıyla uğraşan hocalarda herhangi bir incitme, incinme yok. Sanki hat ayrı bir halim selimlik katıyor onlara. Ahlaken yumuşuyorlar. Birbirlerine daha hoşgörülü oluyorlar.” Bunu fiilen müşahede ettim. Demek Hat sanatı insanı edep yönünde yetiştiriyor. Fakat maalesef yine benim görevden alınmamla beraber o kurslar da kapatıldı.

 

Hâlbuki Hat sanatı önceki nesillerden gelen sanatı yaşatıyordu. Mesela yurtdışında bir Hıristiyan baktım ki Hat sanatını öğrenmiş. Müslüman olmamasına rağmen, hat kursuna katılmış, yarışmalara girmiş. Hatta bu yarışmalarda mansiyon alan Hıristiyan hattatlar var. Ama bizim ülkemizde yaşayan, devam eden bu sanata o dönemde engel oldular. Tüm bunların ardından beş yıl daha müşavirlik yaptım. 2003 yılında Talim terbiye kurulu üyeliğine atandım. 15 üye içinde din dersi üyesi sadece bendim. Orada 1968'den beri süregelen ders programlarını yeniden şekillendirdik. Hüseyin Çelik Bey döneminde o ve Talim Terbiye Kurul başkanıyla beraber yeni bir anlayış getirdik. O anlayış da şu, “İnşacı veya yapılandırmacı bir anlayış...” Yani çocuğa doğrudan doğruya bilgiyi aktarma değil de, çocuğu bilgiye götürme... Çocuğun bilgiye ulaşmasını sağlamak… Güzel bir anlayıştı. Önce yadırgandı ama sonra baktım ki hakikaten İslam’da da bunun örnekleri var. Mesela ben nasıl ki çocuklara namazı fiilen gösteriyorsam, yapılandırmacı anlayış da bu... Her dersi çocuğa bilerek, görerek, yaparak öğretme... Yani ezbercilikten kurtarma, İslam’a da uygun bir eğitim anlayışı bu... Hatta kendilerine, “Ben programcı değilim. Bilmiyorum. Ama ben bunu öğretmenken uyguladım.” Hemen aklıma Hz. Hasan ve Hüseyin'in yaşlı bir adama abdesti öğretme biçimleri geldi. Dolayısıyla o program anlayışı İslami derslerin öğretilmesine de uygun bir davranış...

 

Böylece tüm programlar değişti. Din kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerine ait programlar da değişti. Çok köklü ve büyük değişiklikler oldu. Ben de bu çalışmaların içinde rol aldım. Daha sonra bu yıl 65 yaşını doldurunca emekli oldum.

 

İSLAMİYET’E DE UYGUN OLAN MEŞVERET KONUSUNA ÖNEM VERMELİLER

 

Uzun bir bürokrasi hayatınız olmuş. Bürokrat olmak isteyenlere ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?

 

Eğitim ve öğretim içinde bulunduğum için tavsiyem şu olabilir. Bir defa görev yerlerini önce tanısınlar. Görevleriyle ilgili mevzuatı çok iyi öğrensinler ki hata yapılmasın. Ama bunun yanında “Ben herşeyi biliyorum” iddiasında da olmamak gerekiyor. Mesela ben getirildiğim bazı görevleri hiç bilmiyordum. Göreve getirilince öğrenmeye çalıştım. Birdenbire karanlık bir odaya girerseniz, hiçbir şey görmezsiniz. Bir süre orada bulununca yavaş yavaş ortalık aydınlanmaya başlar eşyaları seçecek kadar görmeye başlarsınız. Bürokrasi de öyle... Önce mevzuatı öğrenmeli, etrafı iyice tanımalı ki nasıl davranmak gerektiğini bilsinler. Bilmediğini de kabul etmek lazım. “Bilmiyorum ama öğreneceğim” diye kendilerine telkin etmeliler.

 

Bir de İslamiyet’e de uygun olan meşveret konusuna önem vermeliler. Bir yere gittikleri zaman orada bulunan bütün arkadaşların görüşü alınmalı. Şahsen ben öyle yapıyordum. Daire başkanı olduğum dönemlerde yaptığım toplantılara hizmetliler dâhil herkesi davet ediyordum. Gündem tayin ediyorduk. Herkes görüş bildiriyordu. Dairenin aksayan yönleri neler? Niçin aksıyoruz? Hangi hataları yapıyoruz? Hizmetliler de görüş bildiriyordu. Nitekim bazen bakıyorduk bir hizmetli hiç birimizin görmediği bir hatayı tespit etmiş.

 

Bir de bazı Nur talebelerinden bürokrat olanların hizmetten uzaklaştığı yönünde bir görüş mevcut. Buna katılıyor musunuz?

 

Yani aslında hizmetten uzaklaşmamaları gerek. Okuduklarımızı hayata geçirmemiz lazım. Yoksa okuduklarımız kitapta kaldıktan sonra bir anlamı yok.

 

Çok mu zaman alıyor. Yani uzaklaşmanın sebebi ne olabilir?

 

Yok. Çok da zaman almaz. Aksine bence o sosyal hayat içinde okuduklarımızı uygulayacak çok fırsatlar elimize geçiyor. Zaten onu göstermek gerekiyor. Nasıl? İşi doğru, dürüst, düzgün yaparak... Dürüst çalışanları takdir ederek, aldığımız dersleri önce lisan-ı kal ile okuyup, sonra lisanı hal ile göstermek gerekiyor. Mesela benim 12 Eylül’de başımdan şöyle bir hadise geçti. Şube müdürüyüm. Personele bakıyorum. 12 Eylül’ün ertesi günü. Bir felsefe hocasının verilmemesi gereken bir yere verilmesi emrediliyor. Oraya giderse ortalığı karıştıracak. Evraklarını getirdi. Ben koydum bir kenara. Bu beni şikâyet etti. Baktım bir çavuş, üç dört tane de asker silahlarıyla odama geldiler, “Bunun kararnamesini imzalamamışsınız.” “Evet” dedim. “Genel Müdürle konuşup gereğini yaptım. Bazı mahsurları var” dedim. Çavuş hemen üsteğmene telefon açtı. O zaman karakollar bakıyordu bu meselelere. “Hemen al, getir” dedi herhalde ki beni alıp götürdüler. Tam gidiyoruz bir arkadaşım şube müdürü köşede beni gördü. Öğrenci işlerine bakıyordu. Bir kağıt uzattı, “Bu bana yanlış gelmiş herhalde” dedi. Kâğıdı açtım. Hatay Sıkıyönetim Komutanı göndermiş. Hatay’daki öğretmenlerden Samandağlı olanları Samandağına vermeyin. Bunlar ideolojik çalışma yapıyorlar” diyor. Benim de engel olmaya çalıştığım hoca da Samandağlı... Ve o da Samandağı'na gitmek istiyordu. Zaten buradaki okullarda da sürekli problem olmuş. Dersin dışında ideolojik şeyler konuşuyor. Öğrencileri yönlendirmeye çalışıyor. O yazıyı alınca rahatlıkla gittim götürdükleri yere.

 

Tabi silahların gölgesinde götürülürken herkes bize bakıyordu. Gittik. Üsteğmen, “Sen kendini ne sanıyorsun. Bu 12 Eylül... Sen nasıl böyle yaparsın?” dedi. Ben de yazıyı uzattım kendisine. Alıp okudu. “E bu 12 Eylül öncesi bir yazı” dedi. “Ben bilmem. O komutan hala orada. Bu yazının da tekzibi gelmedi. Yazı hala geçerlidir. O sebeple kararımızı ona göre verdik” dedim. Bir şey diyemedi o zaman. Tekrar geri geldim. Yoksa eğer öyle bir şey olsa bizi sıkıyönetim savcısına gönderecek falan. Benim başımda müdür mavini bir bayan vardı. Hakikaten çok hanımefendi birisiydi. Eşi Genelkurmayda albay... Onun da zoruna gitmiş. Kendi şube müdürünü askerler silahla götürüyor. Canı sıkıldı. “Bana sormadan nasıl götürüyorlar?” dedi. Ve ertesi gün o üsteğmen oradan alındı.

 

www.RisaleHaber.com