Yazarlığımı Risale-i Nur’a borçluyum

Yazarlığımı Risale-i Nur’a borçluyum

Kitapları yüz binlere ulaşan, ‘Kendini Arayan Adam, Düzceli Mehmet’ gibi tanınmış kitapların yazarı Halit Ertuğrul, RisaleHaber'e konuştu

 

Röportaj: Cemil Yüzer – RisaleHaber

Fotoğraflar: Fatih Uz

Halit Ertuğrul kimdir?

Eğitimci-Yazar Dr. Halit Ertuğrul, Adıyaman’ın Besni ilçesinin Şambayat Nahiyesinde dünyaya geldi. İlkokulu doğduğu yerde, Ortaokul ve Öğretmen okulunu da Kırşehir’de okudu.

Niğde Eğitim Enstitüsü ve Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümünü bitirdi. Cumhuriyet Üniversitesi, Kamu Yönetimi, Yönetim Bilimleri Bölümü’nde Yüksek Lisans; Sakarya Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü’nde de Doktora yaptı.

Yurdun çeşitli yerlerinde ilkokul öğretmenliği, okul müdürlüğü, Millî Eğitim Şube Müdürlüğü ve Millî Eğitim Müdürlüğü görevlerinde bulundu. Millî Eğitim Bakanlığı merkez teşkilâtında, Kurul Uzmanı ve Bakan Danışmanı olarak çalıştı. Akademik çalışmalarını tamamlayan Ertuğrul, çeşitli üniversitelerde yöneticilik ve öğretim üyeliği yaptı.

Evli ve iki çocuk babasıdır.


Sizin yazarlığınızın yanında bir de eğitimci kimliğiniz var. Bize eğitim hayatınızdan bahseder misiniz?

Rabbim’e en büyük şükrümdür benim, bana ilkokul öğretmenliği gibi bir meslekle bu güzel hizmete başlamamı nasip etti. Sebebi de şu: ilkokul öğretmenliğinin eğitimde çok özel bir yeri vardır. Bütün meseleyi temelinde kavrayabilme, çocukların saf-temiz dünyasını, çocuk psikolojisini anlayabilme, köylünün ve kasabalının içinde bulunabilme gibi çok temel bir meslek çünkü. Sonra kısmet oldu, ilkokul öğretmenliğinden sonra okul müdürlüğü, Milli Eğitim Müdürlüğü, Bakan Danışmanlığı gibi; eğitimin her kademesi nasip oldu. Bizim acizane eğitimciliğimiz böyle bir dal olarak kalmadı. Yani eğitim dendiğinde akla gelen her kademe nasip oldu. Bir de üniversitedeki alanımız da gençlik ve aile konuları olduğundan dolayı ilkokul öğretmenliği ile üniversite hocalığımız arasında bir bütünlük meydana geldi. Şimdi, bundan daha sonra şu manayı anladım: bu yaşadıklarımız bütün kitaplarımızın temelini meydana getirdi. Kitaplarımız içinde gençlik anlatıldı, aile anlatıldı… İşte, gençlik ve aile problemlerini ele aşmanın da bir yolu var, o da ilkokuldan beri ele almak ki işte öğretmenlik de orada nasip olunca sanki Rabbim bu şekilde ufkumuzu, önümüzü açtı. Eğitimciliğimizin başladığı nokta, geldiği noktayı takviye eden bir seyir izledi. Bundan dolayı hakikaten her yerde bunu onurla anlatıyorum. Rabbim’in herhalde en büyük ihsanlarından biri de bu oldu bizim için.

“AKLIM KARMA KARIŞIKKEN, KARŞIMA RİSALE-İ NUR ÇIKTI”

Hayatınızda Risale-i Nur’un yeri nedir?

Hangi Risale-i Nur talebesine sorarsanız sorun, Risale-i Nur onun için milattır, başlangıçtır. Bizim için de hamdolsun Risale-i Nur’u tanımak, henüz ortaokulda okurken, 1970 yılında nasip oldu. Tabi Risale-i Nur’u eğitimimizin ilk yıllarında tanıyınca, bir manada gençliğimizi, çalıştığımız bütün eğitim kademelerini Risale-i Nur’un süslemesine temel oldu. Risale-i Nur’u tanımamız, burada (Kırşehir) Doğan Biner diye çok değerli bir ağabeyimizin vesilesiyle, vasıtasıyla oldu. Hatta o zaman çok enteresandır, öğretmenlerimiz sınıfa girerlerdi, alırlardı tebeşiri ellerine, “Çocuklar, bugünkü dersimizin konusu Allah’ın, Peygamberin olmadığıdır.” derlerdi. Dine açık açık saldırılarla dolu bir eğitim seyri vardı o zamanlar. Tam olarak akıl ve fikirlerimizin allak bullak olduğu, şüphelerin zirvede olduğu bir dönemde karşımıza Risale-i Nur çıktı.



Risale-i Nur’ları yeni tanımıştık. Doğan Biner Ağabey açtı Tabiat Risalesi’ni, orada bir ders yaptı. O benim dünyalarımı altüst eden bir derstir. Malum Tabiat Risalesinde, kainatın varlığıyla ilgili bütün görüşler üç temel haline getirilmiş. İşte “Kainatı sebepler yapmıştır, kainat tesadüfen meydana gelmiştir ve kainatı tabiat yapmıştır diye. Şimdi, bunları olmayacağını ispat edersek, dördüncü yol olan Cenab-ı Hakk’ın yaptığı ortaya çıkacaktır.” diye enfes bir giriş yapıyor. O kadar etkilenmiştim ki… İşte Risale-i Nur hem benim psikolojik ve ruhi dünyamda, hem aile hayatımda, hem yazarlık hayatımda en büyük referans kaynağım olmuştur.

“EĞER RİSALE-İ NUR’U TANIMAMIŞ OLSAYDIM…”

Risale-i Nur’u tanımamış olsaydınız bugün nasıl bir Halit Ertuğrul olurdu?

Risale-i Nur’u tanımamış olsaydım, bugün ne kitaplarım olurdu, ne eğitimciliğim olurdu; böyle sıradan, maneviyattan, ruh derinliğinden, haz ve lezzetten habersiz, odun gibi yaşayan bir adam olurdum. Eserlerimiz sebebiyle çok yerlerde takdirler, tebrikler, mektuplar alıyoruz. Samimiyetle diyorum ki “Nefis dikkat et! Bu meziyet, mehasin sana ait değil. Eğer Risale-i Nur olmasaydı, bu elli kadar kitap da olmazdı, binlerce okuyucun da olmazdı, bu tebrikler, teşekkürler de olmazdı. Eğer varsa ortada bir güzellik, o Kur’an’ın hakikati Risale-i Nur’a aittir. O zaman bütün gönlünle, kalbinle O’na sarılmaya, O’nu okumaya devam et ki; bu nimetlerin şükrünü eda edebilelim.”

En büyük hayaliniz veya hedefiniz nedir?

Biz babasız büyüdük. Çok zor günlerden bugünlere geldik. Aç-susuz geçirdiğimiz günler oldu. İlkokulda okurken, bir kaymakam bana yardım etmişti. Pantolonum yamalı, ayakkabım yırtıktı o zaman. Arkadaşlarımın arasında gezmeye utanıyordum. Bana pantolon ve ayakkabı aldı, iltifatlarda bulundu. Bütün hayalim kaymakam olmaktı. Sebebi de şuydu: Kaymakam olunca, ben de benim gibi mağdur-çaresiz insanlara yardım ederim diye düşünüyordum. Kaymakamların işinin bu olduğunu zannediyorum çocuk dünyamda. Tabi okul bitti, Kırşehir’i dereceyle bitirmiştik. Sonra Siyasal Bilgilere girmek istedim kaymakam olmak için… İmkânımız izin vermedi, okuyamadım. O kadar üzülmüştüm ki o gün sabaha kadar ağlamıştım.

Siyasalın kamu yönetimini okuyacaktım ki kaymakam olayım, niyetim oydu. Yıllar sonra Rabbim kamu yönetiminde yüksek lisans yapmayı nasip etti. Biz lisansını okuyamadık ama kamu yönetiminin yüksek lisansını daha sonra okuduk. Bir manada anladım ki bir kaymakama bedel, bin kaymakamlık nasip etmiş Cenab-ı Hak…Öğretmenlik gibi, eğitimcilik gibi bir mesleğin yapılabilecek tüm hizmetlere cami olduğunu insan içinde olunca fark ediyor. Rabbim bir kapıyı kapamış belki ama bizim için çok daha geniş, çok daha ihatalı kapılar açmış; yaşayınca bunu fark ettik…

Kitaplarınıza olan ilgiyi neye bağlıyorsunuz?

Şunu samimiyetle söylüyorum, ben bu güne kadar oturup da bir kitap yazayım diye plan yapmadım. Ben öyle diğer yazarlar gibi hikayeci-romancı değilim. Tamamen kendi dünyamı altüst eden, kendimi çok etkileyen, kendime bir şifa kaynağı, bir yol olduğuna inandığım, yaşanmış çok ibretli hayat öyküleriyle karşılaştık, duyduk. Bana şuan günde onlarca mail, onlarca mektup geliyor. O maillerde-mektuplarda o kadar ibretli hayat öyküleri/kesitleri var ki; arkadan gelenler bundan ibret alsınlar diye biz gidiyoruz, o kişilerle görüşüyoruz ve o hayat öykülerini kitap haline getiriyoruz. İnanın, biz onları yazarken gözyaşlarıyla yazıyoruz. Önce o bizim dünyamızı altüst ediyor… Samimiyetle arz edeyim, edebiyatta ünlü bir kural vardır bilirsiniz. Denir ki, “Gözyaşıyla yazılan kitaplar, gözyaşıyla okunur.” Okuyucularım diyorlar ki, “Aşk olsun, bu kadar dramatik mi yazılır, ağlayarak okuduk.” Doğru söylüyorlar çünkü biz bunları ağlayarak yazdık.



Bir hatıramı arzedeceğim. Kitaplar içinde Canan adlı bir kitabım var. Canan Hanım bize uzun bir mektup göndermişti. Mektup beni o kadar etkiledi ki; o 14 sayfalık mektubu ağlaya ağlaya okudum. Sonra Canan Hanım’la temas kurdum. Onun hayat hatıralarını dinledim. Allah’ım, böyle bir hayat dramı olamaz. Geldim, elime kalemi aldım. Canan Hanım’ın hayatını yazmaya başladım. O kitap, başladığı gibi bitti. İnanın bana şuan deseler ki “Canan’ı, Düzceli Mehmet’i, Aysel’i, Kendini Arayan Adam’ı bir daha yazabilir misin?” Efendim yazmak ne mümkün? Hani, her insanın anılarında bazı özel anlar vardır, o bir kez yaşanır. İkinci defa yaşayalım deseniz yaşayamazsınız. Şuan birlikteyiz, “Gidelim Halit Hoca’nın bir daha çayını içelim” deseniz, belki biz bu kıvamı, bu atmosferi bir daha yakalayamayabiliriz.

Kitaplarımızın çok fazla okunmuş olmasının iki önemli nedeni var. Birisi; kısa, vurucu ve duygu yüklü cümlelerle kaleme alındı; gözyaşlarıyla yazıldı. İkincisi; Anadolu anlatıldı, Anadolu gençliği anlatıldı, güncel problemler anlatıldı… Her okuyan “Bu benim yaşadığım, benim problemim, bu benim amcamın oğlu, teyzemin kızı” dedi. Tanıdık hayatlar, bildik simalar, güncel simalar; insanların başlarından geçen olaylar konu edildiğinden, hamdolsun istifadeye sebep oluyor.

Yazdığınız kitapların büyük çoğunluğu gençlik üzerine… Gençliğin, sizi yazmaya teşvik eden ne tür problemleri var?

Aslında, önce onu ben yaşadım. Yani gençlik konusunu kendime konu edişimin iki nedeni var. Birincisi; ömür boyu bir baba hasretiyle yaşadım. Şuanda, Allah herkese nasip etsin, bir oğlum var. O doğduğu günden beri ben ona hiç adıyla hitap etmedim. Ben ona “baba” diye hitap ediyorum. Baba hasretimi, oğluma baba diyerek gideriyorum. O da bana baba diyor, ben de ona baba diyorum. Ona baba derken aldığım hazzı anlatamam ben size… Benim için aile öyle önemli hale geldi ki; bir anne olmanın, bir baba olmanın, bir abi/abla olmanın huzurunu, dünyanın en büyük mutluluğu olduğunu yaşayarak gördüm. İkincisi; hayatta yaşadığımız zorluklar; çalışmakla, çırpınmakla, çaresizlikle geçen öğrenciliğim, gençlik hayatım oldu. Onları yaşadım…

Bu yaşanan problemleri insan iki türlü ele alır. Birisi; hakikaten yaşadığı içine işler, “Bunu ben kitap haline getireyim de başkaları bunu yaşamasın.” der. Diğeri; bilim adamıdır, meseleye tepeden bakar, bilimsel bir çalışma yapar. Bizim kitaplarımız tepeden bakılan, bilimsel bir çalışma ürünü falan değil. Tamamen kaynağında, yaşanarak, tadılarak ele alınmış gençlik problemleri, aile hayatlarıdır.

Âcizane, 300’den fazla konferans kısmet oldu şimdiye kadar. Gittiğimiz yerlerde, aile ve gençlik problemlerini konu ediyoruz. Anlattığım konular dinleyenlerin o kadar ilgisini çekiyor ki – inşallah riyakârlık olmaz, dinleyenler çok iyi bilirler- 1,5–2 saat süren konferansları adeta nefes almadan takip ediyorlar. Çünkü onlara ben kendi hayatlarını, yaşadıklarını anlatıyorum. Bu böyle kurgu değil, üst düzey bilimsel kelimelerle süslenmiş versiyon değil… Bu tamamen kendi hayatlarında birisi… Hani bilirsiniz, ateş iki türlü tanınır; bilimsel olarak ateşin yaktığı bilinir. Diğeri, ateşe elinizi soktuğunuzda, elinizi yakar. O ateşin ne anlama geldiğini aslında ateşin elinizi yaktığı zaman anlarsınız. Hani, damdan düşenin halini yine damdan düşen anlar ya? Hamdolsun, aile hayatı ve gençlik problemlerini acizane yaşayarak geldiğimizden dolayı benim aile ve gençlik konusuna meftunluğum, aşıklığım da buradan kaynaklanıyor.

“HER YERDE BİR RİSALE-İ NUR UZMANINA İHTİYAÇ VAR”

Gençlerin Risale-i Nur’a olan ilgisini nasıl buluyorsunuz?


Harika buluyorum. Çünkü Risale-i Nur kadar genç bir kitap yok. Risale-i Nur kadar genetikleri gençleşmiş, gençlerin fıtratını, gençlerin arzu ve isteğini bilen, gençleri keşfeden, onları tanıyan, gençlik problemlerini bu kadar orijinal ortaya koyan bir başka kaynak yoktur. Ondan dolayı gençler, kendini tanıyan, kendini keşfeden, kendini fark eden, kendine bir yol haritası belirleyen kaynaklara karşı eskisi gibi ilgisiz değiller. Gençler, bir şeyleri telkin etmekle, emirlerle hareket etmiyor. Gidiyorlar, okuyorlar, biliyorlar; kendilerine göre bir yol çiziyorlar. Acizane dünyayı geziyoruz biz. Yalnız Türkiye’de değil dünyanın her tarafında böyle… Bütün dillere çevrilmiş, nereye gitsen Risale-i Nur’da uzman insan aranıyor.

Bir konferansımız sebebiyle İngiltere’ye gitmiştik. Orada arkadaşlar “Hocam bugün sizi bir yere götürmek istiyoruz, bizim için çok önemli” dediler. “Hayırdır?” dedim, “Bir teşkilat var burada, İngilizlerden kurulu. Onlar bir Risale-i Nur uzmanı arıyorlar” dediler. Yani her yerde bir Risale-i Nur uzmanı aranıyor. Çünkü Risale-i Nur herkesin dikkatini çekiyor. Risale-i Nur, felsefe üstü, bilim üstü, bugüne kadar yazılan kitaplar üstü harika bir vizyon meydana getirdi. Kur’an-ı Kerim’in ter-ü taze günümüzdeki tebliğ metodu… Ondan dolayı çok şükür gençler, çok fazla ilgi gösteriyorlar.

Röportajın ikinci bölümü için TIKLAYINIZ