Üstad atom bombasından kuvvetli hocayı tarif etti

Üstad atom bombasından kuvvetli hocayı tarif etti

Son Şahitlerden Selahattin Durdu Hocaefendi o görüşmesini ve sonrasında yaşadıklarını anlattı

Röportaj: Bahattin Bali-Risale Haber

 

Bediüzzaman Said Nursi ile görüşen Son Şahitlerden Selahattin Durdu Hocaefendi o görüşmesini ve sonrasında yaşadıklarını anlattı.

 

1956 yılının yaz aylarının birinde, ilahiyat fakültesi 3. sınıf talebesiyim. Fakülte hocalarının çoğunluğu -Diyanetten gelen hocalar hariç- bir merkezden emir almışlar gibi derslerinde, İslam Alemi’nin medar-ı iftiharı olan İslam Alimlerine, Müçtehitlere, sahabelere yersiz ve haksız istinatlarda bulunurlar, onların şahsında İslam’ın aleyhinde sözler sarf ederlerdi. İlmi talep için gelmiş olan bizim gibi talebelere İslam’ın öğretilmesi lazım gelirken Avrupa felsefesi gibi derslerle vakit geçirirlerdi.

 

ÜSTADA YURT DIŞINDA OKUMAK İÇİN DANIŞAYIM

 

Ben bu halden bizar olmuştum. Oraya ilim talebiyle gelmiştim. Bizlere din düşmanlığı telkin ediliyordu. Oradan kurtulmak istiyordum. Yurt dışındaki ulum-i diniye okutan Şam-Kahire-Medine ve Bağdat gibi üniversiteler tavsiye ediliyordu. Onlardan birinde okumayı düşünüyordum. Nasıl ve ne zaman olacak? karar veremiyordum. O zaman aklıma şu geldi. Üstad Bediüzzaman Hazretleriyle görüşmek ve bu mevzuu danışmak. Hem ziyaret hem de doğru bir karar vermek için imkan bulacaktım. O zaman Risale-i Nurlarla müşerref olmuştum. Fakat başlangıçta idim. Az okumuştum. Külliyata yabancı idim. Said Özdemir ve rahmetli Atıf Ural’la görüşüyordum. Atıf Ural’ın delaletiyle Emirdağ’ına gitmeye karar verdim.

 

SEN ONLARI YENECEKSİN, PERDE ARKASINDA RİSALE-İ NURA ÇALIŞ

 

Kısa bir seyahate çıkmış olan Üstadı, Kardeşler dükkânında bekledik. Avdet ettikten sonra bizleri çağırmaya gelen ağabeyin refakatinde Üstad hazretlerinin yanına vasıl olduk. Şarktan gelmiş olan bir kardeşimle dükkândan itibaren beraberdik. Karyolasının üzerinde oturuyor ve yastıklara yaslanıyordu. Ayaklarını ve üzerini örten bir örtü vardı. Ellerini öptükten sonra, yere oturduk. Minder vardı. Üstad bizimle konuşmak veya bize bakmak için hafifçe sağa dönderiyordu. Gözleri parlaktı. Yanında yere bir ağabey oturmuştu. Üstadın sözlerini yüksek sesle tekrar ediyordu. Tanışma faslından sonra Üstad bizim de duyduğumuz bir sesle bana doğru bakarak: “Bu muhsin, muhlis, mümin kardeşimizi kim buralara yollamış? Risale-i Nuru okumak benimle on kere görüşmek gibidir. Kendisini kardeşliğe kabul ettim” buyurdu.

 

selahattin_durdu_hoca1.jpgBen ziyaretimin ikinci sebebi olan hep felsefe okutan, ulum-u diniye okutmayan ve dinimizin mübarek rükünleri olan şahsiyetlere dilleriyle hücum eden bidatcı hocaları şikayet ettim. Yurt dışında bir üniversitede tahsil için müsaadelerinin olup olmadığını anlamak üzere meşveret etmek istediğimi açıkladım. Üstad fakültedeki batıcı fasıkların zayıf ve bekasız olduğunu söylerken aynı zamanda açık bir keşif ve keramet izharı vardı. Bana hitap ederek, “Bu kardeşiniz doğru söylüyor. Sen onları yeneceksin. Perde arkasında Risale-i Nura çalış” buyurdu. Bu cevabı bile sanki üniversitede vazifeli bir profesör gibi işin iç yüzünü açıklıyordu. Böylece meselemize de cevap verilmiş oluyordu.

 

Hakikaten münkirine, zalimane dinimiz aleyhine konuşanlar zamanla def olup ayrıldılar. Yerlerine daha iyi ve ehliyetli olanlar geldiler.

 

İHLASLI BİR HOCA ATOM BOMBASINDAN KUVVETLİDİR

 

Üstad iktisat hasletinden bahsetti. Bize öğüt verdi. Günde eli kadar veya yarısı ekmek yediğini ifade etti. İsraf ve tebzirden bahsetti ve bizleri irşat etti. Üstad ihlas hasletinden de bahis açtı. Hatırımızda kalan İşarat-ül İcaz’daki gibidir. “İbadetin ruhu ihlastır. İhlas ise yapılan ibadetin (Allah tarafından) emredildiği içlin yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilirse o ibadet batıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccah olabilirler, illet olamazlar.”

 

Üstad konuşuyor ben de onu seyrediyordum. Bir hayal açıldı, Diyordum ki içimde, “işte ihtiyar bir adam. Sekseni geçmiş, bütün dünyayı meşgul ediyor. (Risale-i Nurlar o zamanda Avrupa, Pakistan, Irak, gibi ülkelere gönderilmiş, hatta Amerika’ya da…) Bunda nükleer enerjinin (Atom bombasının) sırrı var” diye düşündüm. Tam o esnada Üstad elini uzatarak ihlaslı bir hoca atom bombasından kuvvetlidir buyurdu. Benim yalanım yok kalbimi okumuş, ifade ediyordu.

 

Üstad benim Risale-i Nur bilgimi anlamak için olacak ki sual sordu, “Manay-ı harfi manay-ı ismi nedir?” Bilemedim. Kendileri izah buyurdular. Şimdi hatırımda kalana dayanarak söylüyorum:

“Mevcudata, eşyaya Allah hesabına bakmak lazımdır. Allah hesabına bakmak marifeti ilahiyedir. Maddiyata esbap hesabıyla bakmamalıdır. Esbap hesabına bakmak cehalettir. Binaenaleyh nimetlere bakıldığı zaman munim, sanata nakışa bakıldığında Müsebbib-ul esbabın zihne ve fikre gelmesi lazımdır. Eşyaya güzel demek yerine, ne güzel yaratılmış demek. Kur’an nazarında bütün mevcudat ve eşya harftir. Kâtibini, nakkaşını, saniini izhar ediyor. Esma-ul Hüsna’sını okutuyor. Her biri mektubat-ı Samedaniye olan mevcudat kendisini değil de onu yazanı aksettirdiği için manay-ı harfi denilmiş. Harfler misüllü kendisini değil, yazarını fikre ve akla getiriyor.”

 

ÜSTAD HAZRETLERİ HUSUSİ BİR NASİHATİ VEYA VASİYETİ GİBİ

 

Bir ara Üstad hazretleri hususi bir nasihati veya vasiyeti gibi şunu dedi: “Haşir risalesini çok oku, çok oku…”

 

Üstad hazretleri esir kampında Rus’un Başkumandan’ı Nikola Nikaloviç’e kampı ziyaretinde ayağa kalkmadığını bizzat ağzından anlattı. Tarihçe-i hayatındaki ifadeye çok yakındı. Onu okumuş ve dinlemiştim. Yinede zevk ile dinledim.

 

Bizim mekteplerde muallim olacağımızı anlamış olmalı ki “Muallimlere alay-ı illiye vardır veya esfel-i safilin vardır, ortası yoktur” buyurdu ve izah da eyledi; “Şimdi ailede ana-baba evladına lüzumlu ulum-i diniye öğretmiyor. Mekteplerde de öyle. Onun için vazife size düşüyor.”

 

Üstadın konuşmasından sonsuz bir haz duyarak arkadaşa veda işareti yaptım. “Kalkalım” dedim. Üstad ise hizmet edenlere “yemek getirin, üzüm getirin” buyuruyordu. Biz o zamanki aklımızla karnımız tokmuş gibi şeyler söylüyor ve ayrılmak istiyorduk. Aslında rahatsız etmemek ve utandığımızdan ayrılmak istiyorduk. Yine de Üstad bize ders vermeye devam etti.

“Sizin buralara kadar gelmeniz bana hediye demektir. Benim hediyeye mukabele etmekliğim lazımdır” buyurdular.

 

Ve o zamanlar iki öğün yemek yenebilecek kadar bir para, 50 kuruş ile bir miktar bisküvi verdiler. Ellerini öpüp veda eyledik. Arkamızdan bize “tek tek evden çıkınız” diye ikaz ediyordu. Allah’ın rahmeti, bereketi, inayeti ve selamı onun ve ihvanının ve şakirtlerinin üzerine olsun.

 

MARAŞ’TA VALİ’NİN HUZURUNDA BEDİÜZZAMAN’I ANLATMA FIRSATI DOĞDU

 

Sene 1964. Maraş’ta öğretmenlik yapıyorum. Nisan ayının onuncu günüydü. Maraş Valisi Ahmet Gümüş’ün daveti üzerine büyük bir salonda toplandık. Vilayetin bütün lise muadili olan okullarının idareci ve muallimleri gelmiş bulunuyordu. Maraş Valisi Ahmet Gümüş, iki yanında dört adet subay olduğu halde geldi. Toplantıyı açtı, “Sizinle nurculuk, ırkçılık ve komünizm mevzularında görüşeceğiz. Fikir alış verişinde bulunacağız” dedi. Fakat yalnızca nurculuk hakkında konuşuldu.

 

İlk sözü Maraş Lisesi Müdürü aldı. Ezcümle: “Nurculuk faaliyetleri arttı, bazı talebelerin ellerinde Risale-i Nur eserleri dolaşıyor. Hatta bazı talebeler bunlardan bana da getirdiler. Bunlar laikliğe aykırıdır. Toplatılması ve okutulmaması gerekir…” diye isteğini ifade etti.

 

selahattin_durdu_hoca2.jpgBen o zaman Maraş İmam Hatip Okulu Müdür Başyardımcısı idim. Lise Müdüründen sonra söz aldım:

“Türkiye Cumhuriyeti demokrasi ile idare edilen bir devlettir. Binaenaleyh; söz, fikir, neşir ve vicdan hürriyeti vardır. Veya olması gerekir. İnsan hak ve hürriyetleri ancak böyle korunabilir. Laiklik ise, devletin bütün dinlere eşit muamele etmesidir. Bu hürriyetlerin neticesi olarak, dinimizi terk eden ve İslam aleyhinde iftiralarda bulunan neşriyatı görüyoruz. Kütüphanelerimizde bunlar okunmaktadır.

Mesela: İngiliz Müsteşrik Dr. Duzi’nin İslam Tarihi hakkındaki kitabında dinimiz ve onun getirdiği esaslar hakkında gerçeklere uymayan iftiralar vardır. Sahabelere, alim ve müçtehitlere dil uzatmaktadır. Diğer bir misal ise İtalyan Yahudi’si Leone Kayto’nun İslam Tarihi’dir. Onun kitabında da ilmi esaslara dayanmayan isnatlar, iftiralar vardır. Bu eserler İslam aleyhtarlığı ile meşhur olduğu halde, kütüphanelerinizde bulunduğunu gözlerimle müşahede ettim. Bunun gibi eserlerin okunmasına zaman ve mekan bakımından imkan tanındığı halde, bizlere dinimizin hakikatlerini, esaslarını, muamelat, ahlak ve ibadet mevzularını aydınlatacak, doğru olan istikamet ve irfan yoluna irşat edecek eserlerin de okunması, neşredilmesi demokrasi ve vicdan hürriyetinin iktizasıdır. Yoksa demokrasi  ve insan hakları nerede kalır? Bizim dinimizin esaslarını ilmi delil ve vesikalar ile açıklayacak eserlerin neşrine set çekilirse vicdan hürriyetinden, insan haklarından bahsedilmesi boş ve batıldır” diye başlayarak şöyle devam ettim:

 

“Risale-i Nur eserlerine gelince: Bu eserler, emniyet mensupları tarafından mahkemelere intikal ettirilmiştir. Mahkemeler, muhtelif ehl-i vukuf raporlarına istinaden üç yüz altmış yerde beraat kararı vermiş olup, bu kararlar kaziye-i muhkeme (kesin karar) halini almıştır. Şimdi üç yüz altmış adet mahkeme heyetini düşünelim. Birbirinden mekan ve fikir ve siyaset bakımından ayrı olan Hakimler Kurulu’nun Risale-i Nur hakkında oybirliği ile beraat kararı vermesi, Risale-i Nur’un hukuk sahasında masum olduğunu ispat eder.

Hem bu eserlerin neşriyatının yasak olup olmaması heyetimize ait bir vazife değildir. Yetkili ve mesul makamlar bu mevzuda gereken işleri yapmış bulunuyorlar.”

 

Benim bu konuşmamı müteakiben Lise Müdürü tekrar söz aldı: “Konuşan arkadaşımız bu konuda bilgi ve ihtisas sahibidir. Bizleri aydınlattı. Onun için kendisine teşekkür ederim” dedi ve oturdu.

 

Bundan sonra kendisinin tarih hocası olduğunu bildiren başka bir muallim söz aldı:

“Benim evimde dini kitaplar, tercüme ve tefsirler vardır. Bunlar bana yeter. Bir Kürdün peşinden gitmeye mecbur değilim. Şarkta isyan çıktı…” dedi.

 

Tekrar söz aldım: ”Tarih hocası çok açık bir tarihi olayı yanlış biliyor. Şarkta ayaklanmış olan Şeyh Said adında bir zattır. Mevzubahis olunan ise, Risale-i Nur Külliyatı’nın Müellifi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’dir. Mezkur Şark İsyanı’nı çıkarmış olan kimse ise Şeyh Said’dir. Bu zat isyandan evvel daha kuvvetli olabilmek için Bediüzzaman Said Nursi’ye mektup yollayarak ondan yardım istemiştir.

Bediüzzaman Said Nursi ise, vermiş olduğu cevabında, “Türk Milletinin bin seneden beri, cihanın cihat-ı sitesinde; şanla, şerefle, zaferle gezdiklerini, bu uğurda milyonlarca şehit verdiklerini hatırlatarak; milyonlarca evliya yetiştirmiş bir milletin torunlarına kılıç çekilemeyeceğini ikaz ederek,”sen de bu sakim yoldan vazgeç. Millet irşat ve tenvir edilmelidir” diye hakikati nasihat etmiştir. Bu görüşünü bildirdiği mektupları, Şark İsyanı’ndan sonra Diyarbakır’da vazife yapan Şark İstiklal Mahkemesi’nin arşivlerinde mevcuttur.

 

Bediüzzaman Said Nursi, kutsi milliyet olarak İslam’ı seçmiş ve o yola milletimizi teşvik etmiştir. Bu cümleden olarak: “Ben felillahilhamd müslümanım. Her zaman da...”

 

BEDİÜZZAMAN KUVAY-I MİLLİYEYE DESTEK VERMİŞTİR

 

Mealen bunları söyledikten sonra devam ettim: “Anlattığım bu hususları teyit ve teşvik etmek üzere Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatından bazı kesitleri bilgilerinize arz ederim:

Çanakkale’de vatan topraklarını işgal için girişilen büyük muharebeyi kaybeden İtilaf Devletleri hileli diplomasi yolları ve masa başı görüşmeleriyle, sonuç olarak İstanbul’a girmiş şehri işgal etmişlerdi. İşgalci ve sömürgeci İngilizler Meşihat Dairesini de işgal ederek zamanın şeyhülislamlarından bir fetva almışlardı. Bu fetvaya göre Anadolu’daki Ankara Hükümeti’ne bağlı Kuvay-i Milliye’nin Halifeliğe ve Padişahlığa isyan etmiş olduğunu iddia ediyorlardı. Bu fetvayı köylere kadar göndermek suretiyle, Anadolu’daki Kuvay-i Milliye’yi güçsüz, kuvvetsiz ve yardımsız bırakmak istiyorlardı.

 

O esnada Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye’de aza olan Bediüzzaman Said Nursi duruma el koyarak itiraz etmiştir. Şeyhülislam Dürrizade’yi de şu manada ikaz etmiştir: “İngilizlerin işgali altındaki bir idarenin vermiş olduğu fetva mualleldir. (sakattır) mesnu olamaz (dinlenilmez). Dini, milleti, vatanı muhafaza için harp edenler padişahlığa isyan etmiş sayılmazlar. Bilakis fisebilillah, yani Allah yolunda cihat etmiş sayılırlar. Fetvanı geri al. Yoksa mukabil  fetva yazacağım” demiştir. Bu müdahaleden sonra ihtiyar Şeyhülislam Dürrizade uyanmış, eski fetvayı gitmiş olduğu birkaç yerden geri getirmiştir. Yeni fetva yazılmak suretiyle Ankara Hükümeti’ne bağlı Kuvay-i Milliye’nin vatan ve kutsi değerleri müdafaa gayretlerinde onlara yardım edilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Böylece millet yolunda büyük bir hizmet başlatılmıştır.

 

İşgal altında bulunan şehirlerimizi de parçalayıp bölmek gayesi ile ecnebi eliyle kurulmuş olan bazı cemiyetler vardı. Bediüzzaman’ın İstanbul Kürt Teali Cemiyeti Reisi’ne gönderdiği mektubun muhtevası çok alaka çekicidir. Bu mektup hakkındaki bilgim Ankara Davası adlı Risale-i Nur’la alakalı davada avukatlarca mevzubahis edildiğidir. Orada Üstad Hazretleri, Maide Suresi’nin bir ayetini ve muhtevasını ileri sürüyordu. Bu ayetin manası şöyledir:

“Ey iman edenler! Sizden her kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirecek ki, Allah onları sever, onlar Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda mücadele eder ve bu hususta dil uzatan hiçbir kimsenin ayıplamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın öyle bir lütfudur ki dilediğine verir. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.”(Maide Suresi, 5:54)

İşte Said Nursi bu ayet için der ki, “Bu ayeti tefekkür ederdim. Bu ayete masadak olan kavim Araplardan sonra cihat farizasını götüren Türk Milleti olduğunu izhar ediyor.

 

Bundan sonra konuşmama şöyle devam ettim, “İşte Bediüzzaman bu ayette Türk Milletine işaret edildiğini ifade ediyor. İlmin gereği belge ve ispattır. Vesikaların aydınlattığı hakikate mi inanalım? Yoksa bir takım garazkârların iftiralarına mı ilim diye inanalım.”

Bu sözüm üzerine Vali sözümü keserek, “Sen çok konuştun! Yeter!” diyerek müdahale etti ve sözü başkasına verdi.

 

1964’te yaşadığım bu olay üzerine vekâlet emrine alındım. Ve Maraş Ağır Ceza Mahkemesinde hakkımda dava başladı. Beş avukat fahri olarak savunmamı ifa ettiler. Savcının talebi ve heyet-i hâkime ittifakla kararı ile davanın açılmasından on ay sonra beraatımla sonuçlandı. Maraş’ta beni Avukat Bekir Berk, Gültekin Sarıgül, Selahaddin Aydın, Necdet Doğanata ve Ali Haydar Aksay savunmuşlardır.

 

www.RisaleHaber.com