Türkiye’deki sistem Taliban rejimine çok benziyor

Türkiye’deki sistem Taliban rejimine çok benziyor

Araştırmacı yazar Dr. Nezir Akyeşilmen milliyetçilik kavramı etrafındaki sorularımızı cevaplandırdı

Röportaj: Özkan Erdem-Risale Haber

Araştırmacı yazar Dr. Nezir Akyeşilmen milliyetçilik kavramı etrafındaki sorularımızı cevaplandırdı...

Kendinizi tanıtabilir misiniz?

Mardin’in Kerboran (Dargeçit) ilçesine bağlı pınarları, bağları, bahçeleri ve dağları bol olan Kerbent (Suçatı) köyündenim. Lisans ve Doktora eğitimimi ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümünde, Yüksek Lisansı İngiltere Essex Üniversitesi İnsan Hakları Merkezi’nde yaptım. Meclis’te çalıştım, hala İhracatçı Birlikleri’nde çalışıyorum. Zaman buldukça başta Genç Siviller olmak üzere, STK faaliyetlerinde yer almaya çalışıyorum. Bunların dışında kalan zamanlarımda uluslararası ilişkiler ve insan hakları üzerine akademik çalışmalar yapıyorum. Sekiz yıldır Mardin merkezli yerel bir gazetede ve üç yıldır da bir internet haber sitesinde fırsat buldukça yazılar yazıyorum.

İslam ve milliyetçilik arasındaki ilişki hep sorunlu olmuştur. Bir siyaset bilimcisi olarak İslam ve milliyetçilik arasında nasıl bir ilişki var sizce?

Evet, İslam ve milliyetçilik arasındaki ilişki hep sorunlu olmuştur. Özellikle Türkiye'de olduğu gibi İslam'ı kullanan milliyetçi ve milliyetçiliği kullanan İslami grupların çok olduğu ülkelerde bu ilişki daha da karmaşık bir hal alır. Zira bu süreçte oluşan batıl inançlar ve hurafelere dayalı ezberler oldukça güçlüdür.
Hem tarihsel hem de teorik olarak İslam ve milliyetçilik çatışırken, hatta birbirini tehdit olarak görüyorken, başta Türkiye, Mısır ve İran olmak üzere bazı Müslüman Ortadoğu ülkelerinde ve halklarında bu iki kavramın yan yana kullanıldığını görüyoruz.
Aslına bakarsanız bireysel düzeyde İslam ve milliyetçilik arasında ilişkinin karmaşıklığı kişinin kafa karışıklığı ile bir paralellik gösterir. Gerçek anlamda İslama inanmış birisi veya gerçek anlamda milliyetçiliğe iman etmiş birisi için bir sorun yok. Sorun ne olduğuna karar veremeyenler ve kafası karışık olanlarda.

İslam milliyetçiliğini bize tanımlayabilir misiniz? İslam’ın milliyetçiliği olur mu?

Milliyetçilik gibi muzır bir ideolojiyi, İslam gibi yüce bir dine mevsuf yapmak başta İslam’a büyük bir saygısızlıktır. Doğasında sakametli olan bir şeyin önüne hangi sıfatı getirirseniz getirin onu meşrulaştıramazsınız. İslami hırsızlık, İslami ahlaksızlık, İslami zalimlik demek ne kadar abes ve anlamsız ise İslam milliyetçiliği demek o kadar abes ve anlamsızdır. Milliyetçilik özünde gayri meşru olan fiillerle aynı familyadandır. Bu nedenle İslam’ın milliyetçiliği gibi bir kavram olamaz.

nezir2.jpgBu yönde uğraş veren kişi ve kurumlar var. Bunlar genelde milliyetçi kişiler ve Althuser’in ifadesiyle devletin ideolojik aygıtları dediğimiz kurumlardır. Bunların başında da maalesef Diyanet İşleri Başkanlığı gelmektedir. 15 Kasım 2007’de Taraf gazetesinin ilk sayısında yayımlanan “Cuma Hutbelerinde İnsan Hakları” konusunda yaptığım bir araştırmada ilginç istatistikler var. Araştırmada, Üç yıl boyunca Diyanet tarafından tüm il müftülüklerine dağıtılan 150 hutbede, "Vatan, millet, milli, Türk" gibi milli kavramlar 263 kez kullanılırken, "İslam kardeşliği, İnsan hakları, eşitlik ve özgürlük " gibi İslami ve evrensel kavramlar sadece 29 kez ifade edildi. Yine bu 3 yıl içinde hutbelerde Allah sevgisi 5, vatan sevgisi 6 kez konu edildi.

Düşünebiliyor musunuz İslam dinini anlatmakla görevli bir kurumun Cuma günleri camiye gelenlere dini değil, siyaseti anlatıyor, üstelik çağın hastalığı olarak kabul edilen anlayışla. Aslında dinin siyasete alet edilmesi denen şey budur. Diyanetin ne kadar önemli bir ideolojik aygıt olduğunu gösteren başka bir çarpıcı işaret ise, Siyasi Partiler Yasasının 89. maddesine göre, siyasi partilerce Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılmasını istemek kapatma nedenidir. Yani aslında değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemezlerimiz sandığımızdan da çoktur.
Vesayetçi anlayış yurtdışına çıkan vatandaşı Diyanet üzerinden kontrol etmeyi sürdürüyor. “vatandaşı başıboş bırakırsan ya davulcuya kaçar ya zurnacıya” diyen vesayet hazretleri, Diyanet aracılığıyla yurtdışında camiler yaptırıp imam atayarak burada anlattığı resmi dini oraya da taşıyor. Buna da siyaset biliminde sınır aşan vesayet denir galiba.

İslamiyetin milliyetçiliğe bakışını kısaca anlatır mısınız?

İslam'da birliğin temeli veya kaynağı kan veya soy değil, inançtır, zira Hucurat Süresi 10. ayette “Müminler ancak kardeştir” denirken, Tevbe süresi 71. ayette de Müminlerin birbirinin dostu ve velisi olduğu vurgulanmaktadır. Bir Hadiste milliyetçilik için “onu bırak, o kokuşmuş bir leştir” denirken, başka bir Hadiste “Müslümanlar bir vücut gibidir, bir organı acı çektiğinde, diğerleri de acı çeker” buyrulmaktadır.
Yüzyıllarca süren putperest Arap toplumunun milliyetçi yapısı, İslam'ın gelmesiyle sarsılmış ve zamanla ortadan kalkmıştır. Selman'ı Farisi (İranlı), Etiyopyalı siyahi Bilal ve Romalı Süheyb'i “yabancı” olarak tarif eden Geys bin Mutabebe'ye Hz. Peygamber çok kızar ve der ki; “Sizin babanız (Adem) ve dininiz birdir. Övündüğün Arapçılığın (milliyetçiliğin) Annen ve Babanla (Adem ve Havva ile) bir ilgisi yoktur” ve ekler “milliyetçilik yapan, onun için savaşan veya ölen bizden değildir”.

Tam da bu noktada bir duruma izahat getirmekte fayda var. Kimisine göre, bu hadislerin işaret ettiği milliyetçilik veya kavmiyetçilik bugünkü milliyetçilikten farklıydı. Oysa yukarıdaki hadiste vurgulanan Arapçılık bugünkü milliyetçiliğin tam da karşılığıdır. Geys Bin Mutabebe'nin Selman, Bilal ve Süheyb'i “yabancı” algısı, bugünkü milliyetçilerin “yabancı algısı”ndan hiç de farklı değildir.

Modern anlamda, milliyetçiliğin literatür ve teorisinin geliştirilmesi yakın bir tarihe tekabül edebilir fakat, reel anlamda insanlık tarihi kadar eskidir. Zira bazı yorumculara göre ilk milliyetçi kişi şeytandır. Zira şeytan ateşten yaratıldığından, topraktan yaratılan Hz. Adem’den daha üstün olduğu gerekçesiyle Allah’ın emrine rağmen O’na secde etmemiş ve lanetlenmiştir. Buradan da anlaşılıyor ki milliyetçilik ideolojisinde kendisini mutlak anlamda üstün ve doğru görme vardır.

İslam'da makul ölçüde bir patriyotik yani yurtseverlik duygusundan bahsetmek mümkün olsa bile dil, renk, ırk, kan ve soy birliğine dayalı milliyetçilik yoktur. Aksine inanca dayalı bir ümmet birliğini hedefleyen İslam, bu tür taassubiyetleri tehdit olarak algılar, reddeder ve yasaklar. İslami açıdan bakıldığında milliyetçilikler arasında herhangi bir fark yoktur. Arap milliyetçiliği, İngiliz milliyetçiliği veya Ermeni milliyetçiliği ne kadar muzır ise, Kürt, Çerkez veya Türk milliyetçiliği de o kadar muzırdır.

Bir yazınızda Milliyetçiliğin “Çocukluk hastalığı” olduğunu söylüyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?

Bu tanımlama bana ait değil, Albert Eisntein’den alıntıladığım ve katıldığım bir tespittir. "Milliyetçilik bir çocuk hastalığıdır. İnsanlığın kızamığıdır" der Einstein. Bu sözü birkaç anlamda kullanmıştır bence. Milliyetçiliğin, bulaşıcı bir şey olması, çabuk yayılması, mantık, akıl ve tefekküre gerek duymadığından hızla büyümesi ve kabul görmesi. Kanser hücresi gibi orantısız, hızlı ve kontrol dışı çoğalması gibi özelliklerine vurgu yapmıştır.

Milliyetçilik, kişiye ait gerçek gururun yerini işgal eden sahte bir gurur oluşturur. Bu nedenle, kişide bir tür özgüven eksikliğini ifade eder.
Belki de çocuklukta tedavisi çok zor, hastanın mantıklı düşünme yeteneğini yok eden, hastayı paranoyaklaştırarak kendinden farklı insanları düşman olarak görmesine neden olan bir hastalık olduğunu ifade etmiştir.

nezir4.jpgMilliyetçiliğin öldürücü yönüne işaret etmiş olabilir. Kızamık gibi girdiği yere ölüm getiren bir hastalık olduğu vurgusu yapmıştır. Zaten modern çağda meydana gelen bütün katliam, soykırım ve etnik temizlikleri altında milliyetçilikler vardır. 
Milliyetçilik tarih kadar eski ve bir o kadar da etkili bir toplumsal ideolojidir. Şeytanı “Şeytan” yapan, Hz. Musa’yı vatanından eden, Dersim katliamını yaptıran, Nazilere soykırım işlettiren, Apartheit rejiminde ısrarı sürdüren ve çağdaş soykırım olarak bilinen Rwanda"yı yaşatan "tılsım" milliyetçiliktir.

Hitler, Yahudi soykırımını milliyetçilik ile meşrulaştırmıştır. 1994 yılında 800 bin Tutsi’nin Hutu milliyetçileri tarafından öldürülmesi yine milliyetçi öfkenin ve ırk temelli geliştirilen korkuların sonucudur. Bugün sahil şeridinde “Kürt istilası var” diyen Türk Solu ve “İzmirliler Kürtleri bölgesinde istemiyor” diyen kalemlerin beslendiği kaynak yukarıdakilerle aynıdır.

Türkiye’deki sorun ‘Demokrasi’ sorunu mu, ‘Hukuk’ sorunu mu?

Türkiye hem demokrasi hem de hukuk sorunu vardır. Daha doğrusu sorunumuz bu iki kavramı içselleştirmeyen elitist bürokrasi ve yöneticilerin varlığıdır. Demokrasi sadece oy kullanmaktan ibaret bir eylem olmayıp, vatandaşın karar alma süreçlerinde aktif rol almasına imkan veren bir süreçtir. Freedom House verilerine göre yarı özgür bir demokrasi olan ülkemiz, halkı karar alma mekanizmasından uzak tutmak için özel çaba sarf etmektedir. Yasama süreçlerinde halka ve sivil topluma yer verilmiyor. Mesela, TBMM İhtisas komisyonlarında tartışılan konularla ilgili bürokratlar toplantılara katılıp resmi görüşlerini dile getirirken, halk ve STK’lara yer verilmemektedir. Dünyada Mozambik, Suriye ve S.Arabistan gibi birkaç ülke dışında halkı ve STK’ları demokratikleşme ve yasama süreçleri dışında tutan ülke sayısı azdır. Bizim bugünkü demokrasi algı ve uygulamamız neredeyse Roma dönemine eş ilkel bir demokrasi düzeyindir.

Çağdaş bir demokraside karar alma pozisyonunda yer alan herkes meşruiyetini halktan almalı. Fakat bizde hala memur valiler, memur kaymakamlar vardır. Ve bu memurlar seçilen, halkın temsilcilerinin amiri pozisyonundadırlar. Bu nedenle, belki ilginç gelecektir ama bizde en demokrat birimler köylerdir. Zira köydeki en üst yönetici olan muhtar seçimle iş başına gelmiştir.

Bugün bizdeki seçim ve siyasi partiler yasalarını ABD’de uygulanırsa orada da diktatörler ortaya çıkar. Bu sistemde milletvekilleri halka karşı sorumlu değil, parti liderine karşı sorumludurlar. Çünkü onların vekil olmasına sahiden karar veren liderlerdir. Dar bölge seçim sisteminde tamamen halkın kararıyla seçilen kişiler, gerçek anlamda özgür olacaktır. Böyle bir sistemde faraza bir milletvekili parti liderinin kafasını bile kırsa, halk istedikten sonra o şahıs yine milletvekili olarak seçilir. O zaman dar-bölge seçim sistemi getirilirse Meclis’te dört değil, tam 550 lider olacaktır.

Daha önemlisi yüzde 10 seçim barajı, yeryüzünde Türkiye dışında hiçbir kitapta ne okudum ne de duydum. Sistemin demokratik gedikleri anlatılmakla bitmez. Daha doğrusu bu sistemin neresi demokratik diye anlatılırsa cevap çok daha kısa olacaktır. Onu da anlatayım. Bu sistemin demokratik tek yönü seçimlerin yapılıyor olmasıdır.
Sistemin hukuk sorunları elbette ki demokratik defolarından az değildir. Hukukun üstünlüğü, tevhidi hukuk, insan hakları, azınlık hakları, yargının tarafsızlığı, güçler ayrılığı gibi faktörlerin hepsinde sorunlar vardır.

Hukukun üstünlüğü olan bir ülkede Şemdinli vak’ası yaşanmaz, çocuklar ağır cezada yargılanmaz, iyi çocuklar salıverilmez ve vatandaşa “sözde vatandaş” diyen memurlar olamaz. Hukukun üstünlüğü olan bir ülkede, 28 Şubat cuntasının temel bir hukuk normu olan eşitlik prensibini yok sayan katsayı eşitsizliğine yargı dur der. Fakat bugün o yargı o cuntanın hukuksuzluğunu korumanın peşindedir. Bu sistemde hukukun üstünlüğü yoktur, aksine üstünlerin hukuku vardır.

Tamamen sivil olan ve insan haklarına göre de ebeveynin istekleri doğrultusunda düzenlenmesi gereken eğitim kurumunu devletin ideolojik aygıtı haline getiren tevhidi tedrisat denen ilkel yasa, neredeyse bir asırdır yürürlüktedir. Siz bugün eğitimi hala bir asır önceki ilkelere göre düzenliyorsanız, cep telefonunu kullanabilir, son model arabalara binebilirsiniz ama siz zihniyet olarak sadece Kılıç Aliler ve Esat Bozkurtlar ordusu yetiştirebilirsiniz. Bugün ihtiyacımız olan şey “Tevhid-i Tedrisat” değil, “Tevhid-i Hukuk”tur. Hangi demokratik ülkede bir kurumun yargısı, yüksek yargısı vardır? O zaman PTT de kendi içinde PTT Yargısını kursun ve hukuktan kaçınsın mesela.

İnsan hakları bu sistemin lügatinde yok adeta. Bugün vatandaşının dilini, anadilde eğitim ve yayını yasaklayan zihniyet, coğrafi isimleri değiştiren asimilasyoncu vesayet, harfleri bölücülükle suçlayan anlayış, inançları nedeniyle temel insan hakkı olan eğitim hakkını ihlal eden düşünce, bir mezhebi herkese dayatan jacobenizm diktatörlüklerde dahi bulunmaz. Etrafımızdaki diktatörlüklerin hiç biri vatandaşına karşı bu kadar ayrımcı ve dışlayıcı değildir. O zaman sormak lazım, bu sistem gerçekten nedir? Türk Talibancılığı diyorum ben buna.

nezir3.jpgTalibancılık ile bu rejim benzerliğini daha iyi anlamak için temel özelliklerine bakmakta yarar var: Birincisi, Talibancılık hayatın her alanını düzenlemeyi planlayan anti-demokratik ve totaliter bir rejimdir. Bu nedenle, insanların giyim-kuşamına, diline ve dinine dahi müdahale eder. İkincisi, Talibancılık katı bir merkeziyetçiliği öngörür ve güç paylaşımına şiddetle karşı çıkar. Üçüncüsü, sorgulanamaz ve yorumlanamaz tabuları vardır. Dördüncüsü, rejime itaat etmeyenlere karşı çok acımasızdırlar. Beşincisi, savaş ve düşman edebiyatı çok güçlüdür, özellikle iç düşman ve “hainlik” kavramları çok yaygındır. Rejime karşı gelen veya demokrasiyi isteyenler rahatlıkla hain olarak damgalanabilmekte ve cezalandırılmaktadır.

Gördüğünüz gibi Talibancılığın özelliği bize çok tanıdık geliyor. İkisi arasında temel özelikler yönüyle pek de bir fark olmadığı görülüyor. Hatta şaşırtan bir diğer benzerlik de rejimin korunması refleksinde görülmektedir. Mesela rejimi korumak adına Taliban, tarihi Buda heykellerini bombalarken, bizde de rejimi korumak adına tarihi bazı camileri bombalamayı planlayanlar olduğu iddiaları ortaya atılmıştır. Ne gariptir ki Afganistan’da dünyanın çağdışılık olarak tanımladıkları, bizde çağdaşlık adına savunulmakta ve kutsanmaktadır.

Müspet milliyetçilik var mıdır sizce?

İslam, milliyetçiliği yasaklarken, doğası gereği modern ve seküler (laik) bir ideoloji olan milliyetçilik de İslam'ı reddediyor, hatta en büyük düşman olarak görüyor. İslam diğer dinler gibi evrensel, kapsayıcı ve barışçıl bir dünya düzeni öngörürken, milliyetçilik (modern kabilecilik de denmektedir) dışlayıcı, güce dayalı ve kaotik bir dünya düzeni öngörmektedir. Bu nedenle, milliyetçilik aslında sadece İslam'ı değil, diğer bütün dinleri ve aynı zamanda liberalizm ve sosyalizm gibi eşitliği ve adaleti öngören evrensel ideolojileri de düşman olarak algılar. Ulus devletin ideolojisi olan milliyetçilik, bu yönüyle sömürgeci, gayri ahlaki ve gayri insanidir. Ulus devlet vatandaşlarının kendisi dışında başka hiçbir güce sadık olmasını istemez.

Radikal ulus devletlerin ideolojisi olan milliyetçilik, tıpkı din gibi -sahte bir din- vatandaşların kendisine kul olmasını ister. Sembolleri, mitleri ve figürleri ile hegemonyasını pekiştirecek fanatik milliyetçi grupları oluşturur ve bu kültürü topluma yaymaya çalışır. Bu nedenle, demokrasiye, evrensel ve çağdaş değerlere ters olmasına karşın, vatandaşın dil, giyim-kuşam, kültür ve yaşantısının her alanına müdahale eder. Öncü liberal düşünürlerden Hayek, milliyetçiliği medeniyetin önündeki en büyük engellerden biri olarak değerlendirir. Aynı şekilde, bazı siyaset bilimciler de milliyetçiliği son yüzyılların vebası olarak görürler. Bu iddiaları haklı çıkaracak milyonlarca tarihi vaka da vardır şüphesiz.
Bu nedenle müspet darbe veya müspet militarizm kavramları ne kadar müspet ise müspet milliyetçilik de o kadar müspettir.

Bediüzzaman’ın milliyetçilik anlayışı nasıl?

Kavramlar bazen zamana ve mekana göre anlam kazanabilir. Mesela, Osmanlıda millet bir inanç grubuna bağlı grupları tanımlamak için kullanılırdı. Yani bugünkü ümmet anlamında kullanılan bir kavramdı. O zaman milliyetçilik için yapılan tanım ile bugün ırk temelli milliyetçilik kavramı arasında neredeyse zıt bir ilişki vardır.
Bediüzzaman’ın milliyetçilik anlayışı ümmetin birliğine ve İslam kardeşliğine dayalı bir anlayıştır. İslam milleti tabirini çok kullanır. O günkü kavramsallaşmayı bugünkü ırk temelli anlayışla ifade etmek bile çok doğru bir yaklaşım olmaz.

Milliyetçilik illetinden nasıl kurtulabiliriz? Somut çözüm önerileriniz nelerdir?

Yıllardır kamu destekli ve resmi ideolojinin mayasını oluşturan milliyetçilik maalesef toplumun benliğini bir kanser gibi sarmıştır. Toplum adeta milliyetçilik fikriyle formatlanmıştır. Milliyetçilik de militarizmin hayat damarıdır. 82 Anayasası ile kurumsallaştırılan ucu açık darbe sürecinin ürünü olan bugünkü militarist popüler kültür, kreşten başlayarak örgün eğitimle ve resmi ideolojinin gönüllü alayları konumundaki kimi basın kuruluşları ve devletin ideolojik aygıtları yoluyla topluma enjekte edilmektedir.

nezir1.jpgOkullarda çocuklar her sabah askeri ictimaya tabi tutulmakta, yeryüzünün en ırkçı ve militarist metni olan “Andımız” tekerlemesi körpe beyinlerine kazınmakta, militarizme çağıran “Atatürk’ün gençliğe hitabesi” her daim öğrencilerin gözüne sokulmaktadır. Bu nedenle, kanlarıyla bayrak çizen gençler, askere gitmek isteyen kızlar, bayramlarda çocuklarına askeri üniforma giydiren aileler, bir günlüğüne asker olan engelliler ve bütün bunlardan gözü yeşeren yöneticiler… Bunlar aslında ruh sağlığı bozulmuş bir toplumun göstergesi.
Tarihçiliğiyle ünlü bir profesör bile bu toplumdan sanatçı, bilim adamı veya filozofun çıkamayacağını, toplumun genlerinde askerlik olduğunu söyleyebiliyor. Daha vahimi bununla övünüyor ve korunması gerektiğini şiddetle vurguluyor. “Darbe olur abi” diyor, demokratik açılım masal diyor.
Bu hastalıktan kurtulmak için insani, ahlaki, insan hakları ve demokrasi gibi evrensel değerlere dayalı, gerçek anlamda kardeşlik ve insan sevgisi temelinde yeni bir eğitim seferberliği başlatmak lazım.

Muhafazakâr kesimin milliyetçilik anlayışı nedir? İslamiyet ve din bunun neresindedir?

Militarizm ve milliyetçilik eğer bu toplumun alâmetifarikası olarak kabul ediliyorsa, bunda muhafazakârların her konuşmasına besmeleyle başlıyormuşçasına vurguladıkları “milli ve manevi değerlerimiz” söyleminin katkısı büyüktür. Oysa daha önce vurgulandığı gibi, milli ve manevi değerler zıt iki şeydir. Bu iki zıt şeyi birleştirme yeteneğine sahip kişiler de herhalde bu ülkenin resmi dini anlayışının ürünü olan muhafazakârlardır.

Şüphesiz herkesin dini kendinedir, fakat bugünkü bazı Müslümanların peşinde koştukları ideolojileri ve din diye dayatılan resmi tezleri sorgulaması gerekir. Popüler kültürün cazibesine kapılan bazı Müslümanların Peygamber tarafından kokuşmuş leş ve cahiliye adeti olarak tanımlanan milliyetçilik yarışına girerken, aslında ne yaptıklarını düşünmesi, toplumsal gelişimimiz açısından önemlidir. Evrensel olan dini bu tür ilkel bir ideolojiye alet ederken, dinin kendisine ne kadar haksızlık yaptıklarını da anlamaları gerekir.

Son olarak neler söylemek istersiniz?

Teorik anlamda milliyetçilik, üstünlük fikrine ve hakim olma veya hegemonya düşüncesine dayanır. Oysa İslam bütün insanların eşit olduğuna vurgu yapar. Bir Hadiste bütün insanların bir tarağın dişleri gibi eşit olduğu vurgulanır. Veda Hutbesi'nde ise Hz. Peygamber, bu düşünceyi güçlendirecek şekilde, Arab'ın Arap olmayana ve beyazların siyahlara bir üstünlüğünün olmadığını ifade eder.

Kimse İslam’dan milliyetçi bir yorum çıkarmaya çalışarak kendi kendini kandırmasın. İslam, milliyetçi putperest Arap toplumuna karşı mücadele vermiş bir dindir. Kişiler milliyetçi olma hakkına sahiptir şüphesiz. Ama kimse milliyetçilik gibi muzır bir kavramı İslam’a mevsuf yapma hakkına sahip değildir. Mert ve net olsunlar, kavramları sulandırarak meşruiyetin peşine düşmesinler. Ya hakiki Müslüman ya da hakiki milliyetçi olsunlar.