Tûfan, çekirge, haşerât, kurbağalar ve sularına kan gönderdik

Tûfan, çekirge, haşerât, kurbağalar ve sularına kan gönderdik

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), A'raf Sûresi 133-137. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

133-Artık (biz de) onların üzerine ayrı ayrı mu‘cizeler olarak; tûfan, çekirge, haşerât, kurbağalar ve (sularına) kan gönderdik, buna rağmen büyüklük tasladılar ve bir günahkârlar topluluğu oldular. (*)

134-Derken üzerlerine o kötülük (o azab) çökünce: “Ey Mûsâ! Senin yanında olan (sana) verdiği söz hürmetine bizim için Rabbine duâ et; yemîn olsun ki, eğer bizden azâbı kaldırırsan, sana mutlaka îmân edeceğiz ve muhakkak İsrâiloğullarını seninle berâber göndereceğiz!” dediler.

135-Nihâyet onların kendisine erişici oldukları bir vakte kadar (biz) kendilerinden azâbı kaldırınca, onlar hemen yeminlerini bozdular.

136-Bunun üzerine (biz de) gerçekten onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil kişiler olmaları sebebiyle kendilerinden intikam aldık da onları denizde boğduk. (**)

137-(Öteden beri) güçsüz düşürülmekte olan kavmi ise, kendisini bereketli kıldığımız yerin (Şam ve Mısır’ın) doğularına ve batılarına vâris kıldık. Böylece Rabbinin İsrâiloğullarına olan o pek güzel söz, sabretmeleri sebebiyle tamâmen yerine geldi. Fir‘avun’un ve kavminin yapmakta olduğu (sarayları)nı ve yükseltmekte oldukları (köşk ve bahçeleri)ni ise, harâb ettik.

(*) Allah, Fir‘avun kavmine evvelâ yağmur ve sel felâketini, sonra sırayla, her yeri istîlâ edecek çoklukta bulutlar hâlinde çekirge, haşerât ve kurbağa sürülerini gönderdi. Öyle ki bu hayvanların çokluğu öyle bir âfet hâlini aldı ki, Hz. Mûsâ (as)’a îmân etmeyen Kıbt kavminin ev ve eşyâlarının en ücrâ köşelerine, hattâ ağız ve gözlerine kadar giriyorlardı. Bunun ardından, bir müddet, içtikleri sular dahi kana döndü. (İbn-i Kesîr, c. 2, 46)

(**) “Kur’ân-ı Hakîm’de ehl-i dalâlete karşı azîm şekvâları (büyük şikâyetleri) ve kesretli tahşîdâtı (pek çok üzerinde durması) ve çok şiddetli tehdîdâtı, aklın zâhirine göre (ilk bakışta) Kur’ân-ı Hakîm’in adâletli ve münâsebetli (uygun) belâğatine (edebiyâtına) ve üslûbundaki i‘tidâline ve istikāmetine (dengeli ve dosdoğru oluşuna) münâsib düşmüyor. Âdetâ Kur’ân-ı Hakîm, âciz bir adama karşı orduları tahşîd ediyor (yığıyor). Ve o ehl-i dalâletin (haktan sapanların) cüz’î (küçük) bir hareketi için, binler cinâyet etmişler gibi onları tehdîd ediyor. Ve onların müflis (iflâs etmiş) ve mülkte hiç hisseleri olmadığı hâlde onlara mütecâviz bir şerik (sınırları çiğneyerek ortak olan biri) gibi mevki‘ (yer) verip onlardan şekvâlar ediyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?

El-cevab: Onun sır ve hikmeti şudur ki: Şeytanlar ve şeytanlara uyanlar, dalâlete sülûk ettikleri (gittikleri) için, küçük bir hareketle çok tahrîbât yapabilirler. Ve çok mahlûkātın (yaratılmışların) hukūkuna, tecâvüz ediyorlar. Az bir fiil ile çok hasâret (zarar) veriyorlar. (...) Ehl-i dalâlet olan hizbü’ş-şeytanın (şeytanın yolundan gidenlerin) zâhiren cüz’î hatîâtlarıyla (küçük hatâlarıyla) ve isyanlarıyla pek çok mahlûkātın hukūkuna tecâvüz ettikleri için ve mevcûdâtın (varlıkların) vezâif-i âliyelerinin (yüce vazîfelerinin) netîcelerinin ibtâl edilmesine sebebiyet verdikleri (sebeb oldukları) için, onlardan azîm şikâyetler etmesi ve onları dehşetli tehdîd etmesi ve tahrîbâtlarına karşı mühim tahşîdât etmesi, ayn-ı belâğat içinde mahz-ı hikmettir (hikmetin ta kendisidir) ve gāyet münâsib ve muvâfıktır (uygundur).” (Lem‘alar, 13. Lem‘a, 73)