Tatar savcı:Said Nursi’nin dünya görüşü nedir

Tatar savcı:Said Nursi’nin dünya görüşü nedir

Tataristan ve Rusya’da Kur’an hizmetleri gönüllüsü olarak bulunan Tahsin Acar, yaşadıklarını anlattı

Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber

 

Tataristan ve Rusya’da Kur’an hizmetleri gönüllüsü olarak bulunan Tahsin Acar, yaşadıklarını anlattı. Bediüzzaman’la görüşen Son Şahitlerden Kamil Acar’ın da oğlu olan Tahsin Acar, babasının hatıralarını da aktardı.

 

Sizi tanıyabilir miyiz?

 

Van’ın Muradiye ilçesinde 1965’te doğdum. İlköğretimi Muradiye’de okudum. Liseyi okurken o dönem bir deprem oldu o nedenle Van merkeze gidip liseyi bitirdim. Daha sonra ilahiyat ön lisans okudum. 1982 yılında İzmit’e taşındık. Orada umumiyetle hep dershane hizmetleriyle alakadardık. Askere gidip geldim. 1991 yılında İstanbul’daydım. Dershanede kaldım. Rusya parçalanınca kardeşler oralara gidiyordu. Salih Özcan ağabey de oraya gidip gezmiş, oradaki müftülerle görüşmüştü. Ondan Kur’an-ı Kerim okuyacak, İslamiyet’i anlatacak adam talep etmişler. O da bu vesileyle oralara adam gönderiyordu. Hatta benim babam çok gitmek istiyordu. O dönem Salih ağabeyin teşvikiyle babamla beraber 1992’de Gürcistan’a, Tiflis’e gittik. Daha önce Batum’a gittik. Batum’da iki ayı geçkin bir zaman kaldık.

 

Sonra Türkiye’ye geri döndük. İstanbul’da Ekrem ağabeyler, Mahmut ağabeyler var… Onlar Tataristan’a giden kardeşlerin yanına arkadaş lazım olduğunu söylemişlerdi. “Oraya gider misin?” dediler. “Hizmet nerede olursa giderim” dedim. Oraya gönderdiler. 1993 Mayıs ayında oraya gittim. Bir sene Beytullah kardeş ile beraber Kazan’da kaldık. O arkadaş evliydi. Ben sürekli mescitte kaldım. Sonra bir daire kiraladık. Oraya ortaokul, lise talebeleri geliyordu. Otuz-kırk kişi oluyordu derste. Bazen gece kalanlar oluyordu. Çok güzel talebe dersleri başlattık mescitte. Onlara Kur’an dersleri veriyorduk.

 

ÜSTADIN KALDIĞI CAMİ KOSTURMA’DA ORAYA GİTTİK

 

Üstadın bir süre kaldığı Volga’ya yakın mıydı orası?

 

Volga zaten oradan, Kazan’dan geçiyor. Volga’ya yakındık. Zaman zaman oraya giderdik.

 

Üstadın kaldığı camiye de gittiniz mi?

 

Üstadın kaldığı cami Kosturma’da… Oraya da gittik tabi… Aradan biraz zaman geçtikten sonra 1997 yılında Kosturma’ya gittik. Kosturma’da Tatar mahallesini bulduk. Orada yaşlı bir teyze -Allah razı olsun- o gece bizi evinde misafir etti. Sağ olsun bize rehberlik de etti. Başka nineler, teyzeler de varmış. Bizi onların yanına götürdü. İçlerinden seksen yaşlarındaki bir kadın bize anlattı. “Orada Türkiye’den gelen bir hoca vardı. Ama bizim annelerimiz ona hizmet etmiş. Biz talebeydik. Kur’an okuyorduk” dedi. Ama elçilik de bir adam göndermiş o zaman oraya. Bize bir resim de gösterdi. Belki Üstadın resmidir diye baktık. Ama çok benzetemedim. O gönderilen elçi de olabilir.

 

Doksan yaşlarında bir nine daha varmış. Bizi onlarla da tanıştırmak istedi ama o vefat etmiş. Onun kocası hayattaydı. Evlerine gittik. Adam hem âmâ idi, hem de pek işitmiyordu. O nedenle pek anlaşamadık. Fakat Kosturma’dan geri dönerken bizden evvel oraya gidenler olmuştu. Onlara misafir olduk. Bir video gösterdiler. O nineyle konuşup, röportaj yapmışlar. Video kaydında biri sormuş. O da aynı şeyi anlatıyor. “Burada bir Kürt Hoca kalmış” diyor. O hatırlıyor iyice. Tatarca konuşuyordu tabi.

 

Siz de biliyor muydunuz Tatarca’yı?

 

Bir sene içinde öğrendik elhamdülillah. Konuşabiliyorduk.

 

Peki, Üstadın camisinin fotoğrafını çekebildiniz mi?

 

Orası hala duruyor zaten. Bizi caminin yerine götürdüler. Fakat şöyle anlattılar. 53 yılından sonra orayı kulüp yapmışlar. Kader müsaade etmemiş. Hem Volga nehri yükselmesi, hem yağmurun yağıp selin gelmesiyle Volga nehri camiyi içine almış. Daha sonra ahşaptan, küçük bir cami yapmışlar. Üstüne de küçük bir minare koymuşlar. O şekilde… Hatta bizi evinde misafir eden teyze o caminin resmini bize gösterdi. O resmi almadık ama o resmi bir kardeş elinde tuttu ve öyle bir fotoğraf çektik.

 

Oradaki hizmetler nasıl? Devam ediyor mu?

 

93 senesinde Tataristan’a gittim. 1999 senesine kadar orada kaldım. Daha sonra Tataristan’ın ikinci büyük şehrine geçtim. Orada Ahmet isimli bir kardeş vardı. O Türkiye’ye dönünce ben onun yerine geçtim.

 

KUR’ANIN ASIL MAKSADINI ANLATACAĞIM

 

Hizmetler daha önce de var mıydı, yoksa sizinle mi başladı?

 

tahsin_acar1.jpgBiz 93 yılında Tataristan’a giderken başka cemaatlerden kardeşler orada vardı zaten. Tataristan’a gidenler vardı. Kazakistan’a gidenler vardı. Türkmenistan’a gidenler vardı. 92’de Salih ağabey gönderirken her yere giden kardeşler olmuştu. Ben de Gürcistan’dan döndükten sonra 93 Mayısında Tataristan’a gittim. Kazan’da Beytullah diye bir kardeş vardı. Yarçallı’da da Ahmet diye bir kardeş vardı. Bir sene Kazan’da kaldım sonra Yarçallı’ya geçtim ama orada yalnız kaldım. 99’a kadar beş altı sene orada kaldım. Çok güzel hizmetlerimiz oldu. Şu anda da hizmetler devam ediyor.

 

Tabi dershane hizmetinin yanı sıra bazen okullara da giderdim. Öğretmenlerle, müdürlerle görüşüyordum. Okul kütüphanelerine Rusça’ya, Tatarca’ya çevrilmiş kitaplarımızdan bırakırdım. “Okullarınızda din ve kültür dersleri verelim mi?” diye teklifte bulunurdum. Kabul edenler de oluyordu. Hatta bir defasında bir okula gittim. Okul müdürü bana, “Bizim öğretmenlerimize bir ders yapar mısınız?” dedi. “Nasıl yapacağız?” dedim. “Falan gün bizim toplantımız var. O günü size ayırabiliriz” dedi. Ben de denilen günde bir Tatar kardeşle beraber gittim. Baktım ki müdür korkuyor. Ders yaptırmak istemiyor. Mesele nedir? Orada Arabistan’dan, uzak ülkelerden gelip Vahhabiliği oralara getirenler vardı. Bizim hizmetlerimizi beğenmeyip aleyhimizde konuşanlar vardı içlerinde. “Burada bir öğretmen var. İslamiyet’i yanlış anlatıyor” demişler. O öğretmeni de çağırdık konuştuk. Baktık ki sanki o öğretmen bize karşı yetiştirilmiş. Bizim aleyhimizde konuşuyor. O da yetmiyormuş gibi bir de müftüyü çağırmışlar. Onunla aramız iyiydi. Geldiğinde hiçbir şeyden haberi yoktu. Baktı işi iyice büyütmüş bunlar. Müdür de biraz izahat vermiş ona. Zamanımız da geçti o sırada. Yirmi dakika kadar geçti.

 

Müdüre, “Öğretmenler içeride bekliyorlar. Biz içeri girip dersimizi yapalım. Çıkınca bu meseleleri konuşuruz” dedim. Müdür kabul etti. Müftüye de nezaketen, “Hadi gel beraber gidelim” dedim. İçeri girdik. Epeyce öğretmen de vardı konferans salonunda. Masa hazırlamışlar. Oturduk. Müftüye, “Sen konuş” dedim. Çünkü O Arabistan’da da tahsil görmüştü. Şimdi o insanların zaten tüm hayatı içki, kumar, zina gibi şeylerle dolu. Müftü bey on beş-yirmi dakika kadar içkinin, zinanın haram oluşundan, zararlarından bahsetti. Zaten adamların tüm hayatı bu… Konuştukları ne kadar tesir eder, o bilinmez. Sözü bana verdi. Ben onlara, “Kur’anın asıl maksadını anlatacağım” dedim. “Kur’an’ın asıl maksadı dörttür. Tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet… Bu son üçüne girmeyeceğim. Sadece tevhid bahsine değinmek istiyorum. Tevhid konusunda da Rabbimizi bize tarif eden üç külli muarrif var; Biri Kur’anı Azimüşşan, Biri kâinat kitabı, diğeri Peygamber Efendimiz… Şimdi bu konuyu açtım. Artık detaylara da gireceğim mecburen. Şimdi siz öğretmensiniz. Havadaki zerreleri bilirsiniz…” diyerek zerre bahsini anlattım. Güneşten, arıdan, sinekten örnekler sunarak birçok şey anlattım.

 

Öğretmenlerin tepkisi ne oldu?

 

Yanımda kitap da götürmüştüm. Öğretmenlere dağıttım hepsini. Memnun oldular. Dışarı çıktık. Müdürün bize olan tepkisi değişmişti. Tekrar konuşmaya ihtiyaç bile bulmadık. Müdür bizi takdir de etti. Sonra ayrıldık. O sırada müftü Bey bizi aradı. “Bazı öğretmen arkadaşlar var. Gelip onlara da sohbet yapar mısınız?” dedi. “Olur” dedim. Öğretmenler sömestr vasıtasıyla bir piyes hazırlamışlar. Müftüyü de çağırmışlar. Sonra velileri davet etmişler. Oraya beraber gittik. Velilerle beraber piyesi seyrettik. Piyes de çok manidardı. Bir ailenin iki çocuğunu tasvir etmişler.  Biri okuldan geliyor. Edep, tertip içerisinde… Çantasını bırakıyor, abdestini alıyor, namazını kılıyor, sofrasını kurup, yemeğini yiyor. İkinci çocuksa çok serseri… Ayağıyla kapıya vurup, çantasını fırlatıyor. Bunu güzelce tasvir etmişlerdi piyeste. Piyes bitince bizi tekrar çağırdılar. Konuşma yapmamı istediler. Baktım her türlü insan var orada. Bu defa insan odaklı konuşma yaptım. 23. Söz’de geçen bahisleri anlattım. Ben sadece Çallı’da değil, başka şehirlere de gidiyordum. Mesela daha çok Hıristiyanların yaşadığı bir şehir vardı. Oraya gidip mescide cemaate ders yaptım. Oradan çıkıp oranın okul müdürünü gördüm.

 

Rejimin herhangi bir baskısı oluyor muydu size?

 

İlk zamanlar herhangi bir engelleme yoktu. Aradan beş-on sene geçtikten sonra 1998, 1999’larda kıpırdanma başladı yavaş yavaş... Mesela 1999 yılında benim vizemi uzatmadılar. O sebeple kısa süreli olarak gidip geliyordum. Hatta en son 99 yılında vize için bir milletvekilini aradım. Tabi o halledemedi. En son İçişleri Bakanlığı’na kadar gitti. İçişleri Bakanlığı’nın bize verdiği cevap şu oldu. “Kanuna göre hareket edilecek” dendi. Yani vizemi uzatmadılar.

 

SAVCI YARDIMCISI SORDU: BEDİÜZZAMAN’IN DÜNYA GÖRÜŞÜ NEDİR?

 

Burada o dönem Nurcular tutuklandı. Oralarda da bu gibi hadiseler oldu mu?

 

2005 yılında oldu. Ben yine oradaydım. Vizemi uzatmadıkları için birkaç aylığına kısa süreli olarak gidip geliyordum. Daha sonra 2005 Temmuz ayının 12’sinde dershanelerimizi bastılar. Biz bir kardeşle beraber Çallı’dan Kazan’a gelmiştik. Orada çocuk giyimi üzerine toptan ticaret yapmayı düşünüyordum. “Bir dükkân açarız. En azından vize almak kolaylaşır. Böylece hizmet te kolaylaşır” diyordum. Bu konuda bir teşebbüsüm oldu o dönem.  Mal gönderdim oraya. Kendim de dükkân arıyordum. Sonra bir dükkân bulduk. Sahibiyle görüşecektim ki o gün dershanelerimizi bastılar. Kazan’da kaldığımız dershanede iki kişiydik. O gün altı kişi ve bir polis memuru ellerinde savcılığın arama izniyle geldiler. “Evi arayacağız” dediler. “Tamam” dedik. Fakat o dönem evlere kendileri uyuşturucu bırakıp, o evde bulmuş süsü veriyorlardı. Böylece evdekileri mahkûm ediyorlardı. Biz bunu bildiğimiz için, “Bizim nezaretimizde ararsanız, buyurun arayın” dedik. Kabul ettiler. Önce salondan başladılar aramaya. Orada Kur’an-ı Kerimler vardı. Elini uzatıp Kur’anları aldılar. Polise, “Bunlara abdestsiz el sürülmez” dedim. Sonra, “Kendin indir” dediler. Tek tek indirdim. İncelediler. Ardından Risalelere baktılar. İşlerine yarayacağını düşündükleri bazı kitapları ve kâğıtları topladılar. Tutanak tuttular. Daha sonra kaldığımız odadaki çantalarımızı aradılar. Çantada bulunan adres defterlerimizi, Türkiye’deki adreslerin yazılı olduğu defterleri aldılar. Bir gün evvel pikniğe gitmiştik. Kardeşlerle fotoğraf çekmiştik. O makineyi aldılar. Telefonumu aldılar.

 

Moskova’dan gelmiştim. Oturma iznim vardı. Ama Tataristan için iznim yoktu. “Sen neden izin almadın?” diye sordular. Ben de, “Ticari bir maksatla burada bulunuyorum. Çallı veya Kazan’da nerede bulursam ona göre müracaatımı yapacağım” dedim. Moskova’dan geldiğim tren bileti de o çantadaydı. “Sen bir buçuk aydır buralardasın. Daha müracaat yapmamışsın” diyerek bizi emniyete götürdüler. Normalde bunun cezası bin ruble… Yani otuz-kırk dolar kadar… Fakat beni nezarethanede tuttular. Ertesi gün de mahkemeye çıkardılar. Orada bir şey sormadan, “Sen burada vizesiz bulunuyorsun” diyerek on gün mahkûm ettiler. Bin ruble cezayı da kestiler. Ve son olarak sınır dışı ettiler. Hâlbuki bu kanuni bir şey değil. Eğer öyle olsaydı benim elime kanuna uygun olduğuna dair bir kâğıt vermeleri gerekirdi. Onu vermediler. Sadece beni göndermek istediler. Daha sonra biz bir polisle emniyete geldik. Orada parmak izimi alırken dört kişi içeri girdi. Biri kimliğini çıkardı. Polise gösterdi, “ Beni aradınız mı?” dedi. Polis de beni gösterdi. Daha sonra beni alıp müdüre çıktılar. Durumu izah ettiler. Müdür dışarı çıkıp, bizi yalnız bıraktı. Bir kardeş daha vardı. Ben onu çağırmıştım. Bazı ihtiyaçlarımı alıyordu Allah razı olsun.

 

O sırada o da oradaydı. Dört kişi o adamlar, iki kişi de biz… Müdürün odasında hemen biri kamerayı açtı. Orada olanları kameraya alacaklar. O şahıs kendini tanıttı. “Tataristan Cumhuriyet Başsavcısının yardımcısıyım” dedi. “Buraya ifadeni almak için geldim. İstersen ifade verirsin, istersen vermezsin. Ama şunu bil ki ifade verirsen, ifadelerinde çelişki olursa ceza uygularım” dedi. Ben de, “Bunların maksadı bellidir. Bunlar Risale-i Nur hakkında malumat alacaklar. Şu anda bizden başka da bu malumatı verecek kimse yok” diye düşünerek; “Benim için de iyi olur. Alın ifademi” dedim. Kamerayı açtılar. Adamın önünde hazırlanmış sorular vardı. Ne iş yaptığımı sordu. “Ticari maksatla geldim” dedim. Ama adamlar her şeyi biliyor. “Bana ilk gelişinden itibaren anlat” dedi. “Bazı şeyleri doğru söylemek zarar getirmez” düşüncesiyle “Rusya parçalandığı dönemde Türkiye’den bir iş adamı buralara gelmiş. Buradaki müftülerle görüşmüş. Burada Kur’an öğretecek, İslamiyet’i anlatacak adam talep etmişler. O da bu tarafa adam gönderdi. Benim de babamın dostuydu. Benim de işim yoktu zaten. Cüz’i bir maaş bana teklif etti. Ben de geldim“ dedim.

 

“Burada ne yaptın?” dedi. “ Talebe okuttum. Kur’an dersleri verdim” dedim. “Peki, Kur’an okutmak için senin belgen var mı?“ dedi. Ben de, “Türkiye’de bu hususta icazetname aranmaz. Çünkü Türkiye’de her zaman, her yerde, herkes, evde olabilir, işyerinde olabilir, mescide olabilir, Kur’an-ı Kerimi hem öğrenirler, hem öğretirler” dedim. “Hem bu icazeti Allah’tan (c.c.) alıyoruz. Rabbimiz Kur’an’da Allah’ın kelamını yüceltiniz diyor. Biz icazeti oradan alıyoruz. Hem peygamberimiz, ‘Sizin en hayırlınız Kur’anı öğrenen ve öğretendir’ diyor” dedim.  “Ama sen Risale-i Nur dersleri de veriyorsun” dedi. “Ders vermiyorum. Ben okuyorum. İnsanlar da dinliyor. İsterseniz size de okuyayım. Siz de dinleyin” dedim. Ama yanaşmadılar. Mesele açılmış oldu artık. “Said Nursi’nin siyasi görüşü nedir?” diye sordu. “Risale’de siyaset yoktur” dedim. Aslında anlat dese anlatacağım ama o kısa kesince ben de kısa cevaplar veriyordum. “Peki, Bediüzzaman’ın dünya görüşü nedir?” diye sordu. “Dünya görüşü Kur’andır. Kur’an tüm insanlığa hitap ediyor. Bediüzzaman da bütün insanlara hitap ediyor” diye cevapladım. “Başınız kimdir?” diye tekrar sordu. “Biz de baş yoktur“ dedim. Onlar bakıyorlar zaten her yerde Risaleler var. Ama hani Tarihçe-i Hayatta da geçiyor ya, lokalleri yok, partileri yok, dernekleri yok diye… Bu manayla bir parti, bir dernek arıyorlar aslında. “Biz de baş olmaz” dedim. “Ama Bediüzzaman’ın hürmete şayan talebeleri vardır. Onlar baş değiller. Sadece hürmet görürler” dedim. “Kim?” dedi. “Abdullah Yeğin…” “Başka?” “Mustafa Sungur…” hemen biri atıldı oradan, “Sen hangi cemaattensin?” diye. “Ben ikisindenim” dedim. “Sen onların okullarda da ders yapıyorsun” dedi. Ona dönerek, “Ben kendim istifade ettiğim bir eserden başka insanların da istifade etmesini istiyorum. İsterseniz size de okuyayım, siz de çok istifade edersiniz. Hem de ne okuduğumuzu bilirsiniz” diye cevap verdim. Baktım ki birisi, “Ben okumuşum” dedi. “Sen de okuyunca takdir ettin değil mi?” dedim. O biraz bocalayınca başsavcı yardımcısı neden araya girdi diye ona kızmaya başladı.

 

PEKİ, NEDEN RİSALE-İ NUR?

 

Başka ne gibi sorular sordu başsavcı yardımcısı?

 

tahsin_acar2.jpgBir sorusu da maddiyat üzerineydi. “Finansal desteği nereden sağlıyorsunuz?” diye sordu. Ben de, “Bizim etrafımızda herkes bulunur. İşçisi de olur, profesörü de… Herkes kendi finansını kendisi temin eder” dedim. Bu defa Bediüzzaman’ın tarihçesini anlatmamı istedi. “Tarihçesi çok uzun… Bu kısa sürede anlatılamaz” dedim. “O zaman şehrini, memleketini anlat” dedi. Anlattım memleketini… “Peki, neden Risale-i Nur?” dedi. Ben de, “Vicdanın nuru ulum-u diniyedir. Aklın nuru fen ilimleridir. İkisinin imtizacından hakikat tecelli eder. Bunlar ayrılırsa birisinde hile, diğerinde taassup doğar. Bunların imtizacını en mükemmel şekilde başaransa Risale-i Nur’dur” dedim. Öküz ve balık meselesini falan anlattım. Daha sonra Vahhabilik’ten de bazı sorular sordular.

 

POSTA GAZETESİ RUSYA’DAKİ NURCULARI HABER YAPMIŞTI

 

Nur talebelerini de siyasi bir hareket zannediyorlardı demek ki…

 

Evet. Altında başka şeyler arıyorlar. Zaten bir ay sonra Türkiye’de Posta gazetesi o haberi yayınladı. “Rus istihbaratı Nurcuların peşine düştü” diye. Hatta orada benim de ismimi vermişler. “Tataristan’daki Nurcuların ideologu...” diyerek abartmışlar durumu. Güya yeraltında medreselerimiz varmış, orada ders yapıyormuşuz. Biz hiç yeraltına girmedik ki… Hep yeryüzünde, hatta semalardaydık yani. Sekizinci, dokuzuncu kattaydık… Bir de haberde “Bunlar ileride silahlı eylemlere girebilirler” diyor.

 

Mahkeme sonunda herhangi bir ceza verdiler mi?

 

O ifadenin sonunda tekrar gelip konuşacaklarını söylediler. Zaten on gün zindan cezası aldım. Daha sonra sınır dışı olduğum için Türkiye’ye döndüm. Orada pasaportumu dahi vermediler. Türkiye havaalanında geri aldım pasaportumu…

 

Daha sonra tekrar gidebildiniz mi?

 

Bir daha gidemedim. Ama bu yaz Kazakistan’a gittim. Fakat beni sınırdan içeri almadılar. Nedenini sordum. “Bilemeyiz. Sen Rusya’da bulundun mu?” dediler. “Bulundum” dedim. “Orada ne oldu?” diye sordular. “Bir zaman bazı hadiseler yaşadım” dedim. “O sebeple sizi alamıyoruz” dediler. Hâlbuki 2005 nerede, 2011 nerede? Aradan 6 sene geçmiş. Yani demek ki onlarla Türkî Cumhuriyetlerin bağlantıları var. Orada bile içeri almadılar. 3 gün dönüşümü beklediler. Ama dönüşümde de otelde kalıyordum. Kapıda muhafızlar vardı. Sürekli değişiyordu. Hepsine de anlattım dini. Hepsi de dinledi ama aldırmadı. Ama biri benimle beraber sabah namazı falan kıldı. Oruç tuttu. Öyle gitti… Şimdi Bursa’da kalıyorum. 2005 yılından bu yana oradayım.

 

ÜSTAD BABAMA “SENİN ADIN KEMAL DEĞİL, KAMİL’DİR” DEMİŞ

 

Babanız Kemal ağabey Bediüzzaman’la görüşmüş. Onun yanında kalmış mı?

 

Kalmamış ama 6 defa ziyaretine gidip gelmiş. İlk ziyaretinde Üstad hazretleri ona babasını, memleketini, aşiretini falan sormuş. O da isimleri söylemiş. Hayderan aşiretinden olduğunu, adının Kemal olduğunu söylemiş. Üstad da: “Senin adın Kemal değil, Kamil’dir. Çünkü senin geldiğini haber veren talebe bana Kamil geldi dedi. Ben de çağırın gelsin dedim. Sen benim ikinci Kamil talebemsin. Senin talebelerin de bana sadıktırlar. Sen şarkta bazı talebelerle görüşeceksin. Zaman zaman bana da mektup yazacaksın” demiş. Babamın mesleği o zaman terzilik... Kendi babası vefat etmiş. 21 kişiye bakmak zorunda kalmış. Ara sıra bir kenara üç beş kuruş bırakırmış. Yüz lira olunca dükkânı kapatır, Üstad’ı ziyarete gidermiş. Bir gitmesi de altı gün gidiş, altı gün dönüş olmak üzere 12 gün sürüyormuş. Yani o dönemde o şevk, o aşk, öyle bir iştiyak varmış ki anlatılmaz.

 

Siz de çocukluğunuzdan beri tanıyorsunuz değil mi Risale-i Nurları?

 

Tabi her zaman bize gelip gidenler olurdu. Babam elinde bulunan kitapları komşulara gönderirdi. Birçok kitabı o şekilde gitti. Başkaları da babama getirirdi bazı kitapları. Cevşen vs… Hatta bir defasında komşunun biri Üstadın bir resmini yapmış. Elle yapıldığı için, “Kim yapmış?” diye soruşturmuşlar. Yapan adam postanede çalışıyormuş. İşinden olmasın diye babam bir şey diyememiş. O zaman ortaokula giden bir ağabeyim var. Babam, “Oğlum yaptı. Eli bu işe yatkındır” demiş. Sonra babamdan habersiz ağabeyimi alıp götürmüşler. Önüne resmi koyup, “Bunu, şu kadar zamanda yine çizeceksin” demişler. O da baka baka aynısını çizmiş. O zaman “Tamam” demişler.

 

BABAMIN HAYATI RİSALE-İ NURLA DAHA DA KOLAYLAŞMIŞ

 

Babanızla ilgili herhangi bir tutuklama oldu mu?

 

Bir defasında mahkemeye girmiş. Ama herhangi bir tutuklama olmamış. Cenab-ı Hak muhafaza etmiş. Ama şöyle bir şey var; Babam, “Ben Risale-i Nurlarla tanışmadan önce gece gündüz çalışıyordum. İdaremizi zor yapıyorduk. Fakat Risalelerle tanıştıktan sonra geceleri çalışmayı bıraktım. Evde dersler yapmaya başladım. İdaremizi rahat yapıyorduk“ diyordu. Bu da yetmezmiş gibi üstüne bir de para biriktiriyormuş. Bilirsiniz terzi gece gündüz çalışır. Ama babamın hayatı Risale-i Nurla daha da kolaylaşmış.

 

Bizim ilçenin müftüsü Üstad zamanında sürülenlerden biridir. Denizli’ye nefyedilmiş. Babamı Risale-i Nurla tanıştıran da odur. Babamın anlattığına göre dokuz yaşında Kur’an öğrenmeye giderken kursu jandarmalar basmış. Hatta onlara, “Ramazan’dı. Oruç tutuyorduk. Namaz kılmak istiyorduk. Bir kadın bize kitaptan değil, ezberden Fatiha gibi Kur’an surelerini öğretiyordu. Harfleri sorarlarsa doğru söylemeyin” diye tembihte bulunmuşlar. Babam ve arkadaşları öyle yapmasına rağmen yine de o kadına bir gün hapis cezası vermişler. Hapis yatmasın diye komşular birleşmişler kendi aralarında ancak bin lira toplayarak kadını kurtarmışlar.

 

Bir de babam bir defasında yine Üstad’la görüştüğünde Üstad Hazretleri babama, “Sen benim 27 senelik talebemsin” diye. Babam o zaman hep düşünürmüş 27 yıl sonra vefat mı edeceğim? Yoksa Risale-i Nurlardan 27 yıl sonra ayrılacak mıyım?” diye. Bu şekilde 27 sene geçiyor, 37 sene geçiyor, 47 sene geçiyor. Bakmış ki bir şey yok ortada. Ankara’da dershanede ağabeylerle hesap yapmışlar. Bakmışlar ki dokuz yaşında mahkemeye verilişinden Üstad’ı ilk ziyarete gittiği zamana kadar geçen süre 27 yıl… Demek ki onlar o mahkemeye giderken Üstad hazretleri onları talebeliğe kabul etmiş. Ondan sonra okula kayıt yaptırmak istemiş. Yaşı büyük olduğu için okula almamışlar. Babam da askere gidip gelmiş. Terzi çırağı olmuş… Müftü Efendi kuşluk namazından sonra dükkâna gelip Risale okurmuş. Ona Nurculuğu anlatacakmış ki, bir gece rüyasında İmam-ı Ali hazretlerini görüyor. Arkasında Gavs-ı Azam (r.a), Onun arkasında da Üstad Hazretleri… Hz. Ali seri bir şekilde okuyor, onu Gavs takip ediyor, Onu da Üstad takip ediyor. Hatta bir kelime aklında kalıyor, “Erkam-ı kalp...” Bir de rüyadayken aklından geçiriyor, “Bunlar bu kadar seri okuyorlar ama Üstadın nasıl aklında kalıyor da hemen yazıyor söylenenleri?” Böylece uyanıyor. Dizüstü oturur bir vaziyette buluyor kendini yatakta…  Sonra sabah uyanıyor. Camide namaz kıldıktan sonra dükkânı açıyor. Dükkânda Osmanlıca Risale varmış. Müftü geldiği zaman ondan okurmuş. “Kastamonu Lahikası vardı. Onu açtım. Baktım ki okuyorum. Açtığım yerde namaz tesbihatında tekâsül gösterenler için yazılan bölüm…”

 

O güne dek hiç okumamış mı?

 

Hayır. İlk defa o gün okumuş. Hatta kendisi de şaşırmış. Biraz beklemiş, “Bu Hatt-ı Kur’anı bilen birisi gelsin de yanlış mı, doğru mu okuyorum baksın?” diye. Saat 10’a kadar beklemiş. Müftü Bey gelmiş gene. O da keramet ehli bir Zat sanırım. Babama, “Kitabı getir oku” demiş. Hâlbuki babamın okumadığını da biliyor. Sabah okuduğu yere bir işaret koymuş evvelden. Yine orayı açıyor. Okumaya başlıyor. Arada yanlışları varsa Müftü düzeltiyor. Hatta, “Sen okumayı nereden öğrendin?” diye soruyor. Babam rüyayı anlatınca, “Tamam. Sen bundan sonra okursun” diyor. Yani babamın Risale okumaya başlaması bu şekilde olmuş. Düşünün ilkokul eğitimi dahi görmemiş. Askerde çavuş olunca Latin harflerini orada öğrenmiş. Babamın tahsili bu şekilde…

 

KARDEŞİM! BİZ KİTAP YETİŞTİREMİYORUZ. SEN ZORLA KİTAP MI VERİYORSUN MİLLETE?

 

Babanız Van’da kalıyordu değil mi?

 

Önceleri Van’da kalıyormuş. Sonra Muradiye de kalıyordu. Ben aslen Muradiye doğumluyum. Dükkânı da orada zaten...

 

Oradaki hizmetleri başlatan kişi babanız olmuş…

 

Evet öyle. Hatta babam köylere bile gidermiş. Büyük şehirlerden kitap ister, getirtirmiş. Onları ihtiyacı olanlara dağıtırmış. Bazı hatıraları da vardı. Kendisinin anlattığına göre bazı kitapları gelir gelmez dağıtırmış. Üstad’dan mektup gelirmiş, “Kardeşim! Biz kitap yetiştiremiyoruz. Sen zorla kitap mı veriyorsun millete?” diye. O zaman Üstad, “Israrla isteyenlere vereceksin” demiş. Bunun üzerine kimseye kitap götürmemiş artık. Gelip isteyenler de birkaç defa ısrar ederse ancak veriyormuş.

 

RİSALE-İ NURLARI İRAN’A İLK GÖNDEREN BABAMDIR

 

Baskı döneminin olduğu yıllar bunlar değil mi?

 

Evet. Hep baskı yılları zaten o dönemler. 1952 ile 1960 arası…

 

Başka hangi hatıralar var Bediüzzaman ve babanızla ilgili?

 

Şimdi Van’da maneviyatı yüksek bir zat varmış. İran’a gitmiş. Üstad hazretleri onunla irtibat kurması için babama söylemiş. O da gidip o zatı görmüş. Bazı malumatlar almış. Bu da nasıl gerçekleşmiş? Şöyle; Babam, “Bir dönem bizim derslere jandarma komutanı gelmeye başladı. Bize pasaport vermiyorlardı. Ben O’na İran’da akrabalarım var. Sen bana bir pasaport ver. Akrabalarımı ziyaret edip geleceğim” demiş. O da yazıcıyı çağırmış, “Bizim mukavelemize göre gidiş zamanı ne zamandır?” diye sormuş. Bir ay bizimkiler gider, bir ay İran’dakiler gelirmiş o dönem. Babama, “Yanına birini de al, bu ay gidin. Ben kendi adıma sizi göndereceğim” demiş. Bu şekilde devletin vazifelendirmesiyle İran’a gidiyor. O şahıs ile irtibat kuruyor. Van’a dönünce o zaten babama mektup geliyor. Babam mektubu Üstad’a yolluyor. Kitaplar önce babama geliyor. Babam İran’da o şahsa kitapları ulaştırıyor. Yani İran’a ilk kitap gönderen de babamdır.

 

Bugün gelinen noktada eskiye nazaran Nur hizmetlerinde ne gibi farklılıklar gözlemliyorsunuz? Yani Risale-i Nur hedefine ulaşıyor mu? Üstadın müjdelediği İslam Birliği ve “gelecek İslam’ın olacaktır” sözü şu an gerçekleşmeye başladı mı sizce?

 

Üstadımızın hiçbir sözü boşuna değildir elbette ki. “Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkilabatı içinde en yüksek gür sada İslam’ın sadası olacaktır” diyor. Bu gün İslam ülkelerinde yaşanan inkılâplar Allahüâlem Üstadın dediği inkılâplardır. Bu güne kadar malum, bu İslam ülkelerinin başında olan insanların fikirleri, gidişatları belliydi. Ama bundan sonra inşallah müspet insanlar başa gelecektir. Ve Âlem-i İslam’ın inkişafı için çalışacaklardır. Biz ümitvarız…

 

Nurcuların şu an vazifelerini yerine getirme hususu ise şöyle; Çaprazzade Ahmet Efendinin bir mektubu var Üstad’a yazdığı… “Geçen Ramazanda ehl-i keşif ve keramet, ehl-i sünnet ve cemaat için bir ferec, bir fütuhat olacağını haber verdi. Haber verdiği halde neden olmadı?” diye Üstad’a soruyor. Üstad cevap olarak, “Hadis-i şerifte vardır. Bir bela nazil olur gelir, siz bir sadaka verirsiniz, o sadaka o belanın önüne geçer, defeder. O sebeple şimdi herkesin nazarı Levh-i ezeliye kadar çıkmıyor. Levh-i muallâkta asılı olan bir haberi görür, ona göre haber verir. O da bazı şartlarla vücuda gelir. Mesela geçen Ramazanda ehl-i imanın duası bir şart idi. Haber veren doğru vermiş ama şartlarıyla haber vermemiş. Ehli imanın duası bir şarttır demiş. Fakat şimdi o camilere bid’atlar girdiği için o şartlar yerine gelmedi. O fütuhatta olmadı” diyor.

 

Demek ki ferec ve fütuhat olacak… Olacak ama biz Nur talebeleri olarak ne kadar vazifemize dikkat edersek o ölçüde gerçekleşecek. Şimdi Nur talebeleri vazifelerini yapıyor mu, yapmıyor mu gibi bir tahlilde bulunmak benim haddim değil. Ama ben şöyle söyleyeyim; Kendime baktığım zaman, şunu düşünürüm; “Ben ne derece hizmetimi yapıyorum? Demek ki ben çok daha fazla çalışmalıyım. Neme lazımcılık bizim işimiz değildir. Bu manada kendimi tahlil edersem, kendi nokta-i nazarımdan bakarak diyorum ki daha fazla çalışabilirim aslında.” Ama demek ki ben de oluruna bırakıyorum bazen. Öyle yapmakta olmuyor işte. Demek ki çok çalışmalıyız. Çünkü düşman uyumuyor…

 

KARŞIMIZDA TECESSÜM ETMİŞ BİR ZINDIKA CEMAATİ VARDIR

 

Geçmiş yıllarla kıyas yaparsanız, o dönem ve bu dönem arasındaki farklılıklar, değişimler neler?

tahsin_acar3.jpgDikkat ederseniz Nur talebelerinin özellikleri mevcuttur. Lahikaların başındaki ifadeler çok önemlidir. “Aziz, Sıddık, ciddi, sebatkâr, dirayetli, halis…” gibi sıfatlar vardır. Bunlar aslında Resul-i Ekrem (s.a.v.)’in sıfatlarıdır. Resulullah’ın (s.a.v.) ihlâsı, ciddiyeti, samimiyeti, sebatıdır ki, on yıllık bir Medine döneminde büyük bir imparatorluk meydana geldi. Şimdi bizim evvela Risale-i Nur’a olan sadakatimiz önemli… Ve kardeşler arasındaki o sadakat, o samimiyet çok önemlidir. Biz bunlara riayet edersek zaten arkasından hizmet gelir. Şimdi kim olursa olsun, biz aleyhte bulunduğumuz zaman, bu bize hiçbir şekilde fayda sağlamaz. Hep zarar getiriyor. Üstad, “Karşımızda tecessüm etmiş bir zındıka cemaati vardır. Zındıka cemaati şahsı manevinin önüne geçmiştir. Bunun karşısında insan yüz insan kuvvetinde de olsa mağlup olma ihtimali vardır” diyor.  Ama eğer ki bizler ittifakla, birlik, beraberlikle ve cemaatin şahsı manevisinin kuvvetiyle harekete geçersek, çok daha kısa sürede büyük muvaffakiyetlere sahip oluruz. Ama şu da bir gerçek ki Üstadımızın ne topu, ne tüfeği, ne de ordusu vardı. Üstad hazretleri ciddiyetiyle, sadakatiyle, bu derece muvaffak olduysa, bundan sonra da olunacaktır.

 

MERKEZ DERSHANELERDİR, DİĞERLERİ MUHİT HATLARDIR

 

Bursa’da geçen yıl Üstadı anma haftasında cemaatler birleşerek güzel bir program meydana getirmişlerdi. Bu tür ittifakları nasıl gözlemliyorsunuz?

 

Evet. Ben de gitmiştim. Şimdi ihtilaf yoksa o zaten ittifaktır. İttifak nedir? Birbirimizin aleyhinde konuşmadık mı ittifak halindeyiz. Değil kardeşlerimizle “Hıristiyanların bile dindar olanlarıyla münakaşanızı bırakınız“ düsturuna göre hepimiz ittifak halindeyiz. Çünkü böyle olmasa zındıka arada mekik dokur. Eğer biz aradaki ihtilafı yapmazsak, her şey olması gerektiği gibi gerçekleşir.  Bu gibi programlar da olması gerektiği gibi olacak. Şimdi dar daire var, geniş daire var… Bunlar Üstadın ifadeleri…  Yani dershane hizmetine ehemmiyet verdikçe, geniş dairede de bu fütuhatlar olacaktır. Bunlar nedir? Diyanet dairesindedir, siyaset dairesindedir, maarif dairesindedir… Yani biz bu dar dairedeki dershane hizmetine ağırlık verdikçe geniş daire kendiliğinden yürüyecek. Bilirsiniz ki merkezden muhit hatlara kuvvet gider. Muhitten merkeze kuvvet gelmez. Merkez güçlü oldukça, muhit hatları besler. Şimdi muhit hatlar nedir? Merkez dershanelerdir, diğerleri muhit hatlardır. Yani içtimai hayattır… Herkesin bu gün bir işi var. İş başında Risale-i Nurla iştigal etme olayı pek kalmamıştır bugün. Demek ki dershane hizmeti çok önemlidir. Dershane hizmetinde başka hiçbir şey yok. Sadece Risale-i Nur var, tavizsiz hizmet var… Bu temel oluştukça Allahın izni ile diğerleri zaten yürür, gider…

 

RİSALE-İ NURLARI ÖYLE BİR OKUYACAKSINIZ Kİ…

 

Ağabeylerle ilgili anlatabileceğiniz hatıralar var mı?

 

Abdullah Yeğin ağabeyle beraber 1985 yılında beraber kalmıştım. Aklıma gelen pek bir şey yok ama şunu hatırlıyorum. Barla Lahikasında geçen bir mektupta Üstad hazretleri dört kişiden bahsediyor. Vefat ettikten sonra yani “Badelmevat” hayatları devam eden kişiler bunlar. Ma’rufu Kerhi (r.a), hayati Harrani (r.a.), Abdülkadiri Geylani (r.a)… Bir gün bunu Abdullah Yeğin ağabeye sordum. “Üstad dört kişiden bahsediyor ama üç kişinin ismini veriyor neden?” dedim. O şöyle anlattı: “Biz bir defasında Nurs’a gitmiştik. Nurs’un muhtarı bize anlattı. O dönemlerde dağ köylerini boşaltıyorlarmış. Kumandan Nurslulara da köyü boşaltacaksınız demiş. Onlar da boşaltmak istemiyorlar. Bir gece Üstad hazretleri komutanın rüyasına girmiş, ‘Benim köyüme karışma. Ben kendi köyümü muhafaza ederim’ demiş. Ondan sonra kumandan karışmamış. Aradan biraz zaman geçmiş. PKK’lılar gelmiş. Köye bomba atacaklarmış. Köyü yerinde bulamamışlar. Aradan biraz daha zaman geçmiş. Bir grup daha gelmiş. Bu defa köyün yerinde deniz görmüşler. Bir zaman sonra bu defa dağdaki köylülerin yolunu kesmişler. O köylülerin içinde Nurs’lular da varmış. Diğer köylülere zarar vermişler ama Nurs’lulara karışmamışlar. İşte bu olay gösteriyor ki Üstad aynen hayattaymış gibi tasarrufu devam ediyor.” Abdullah ağabey böyle anlatmıştı. Hakikaten ilginç…

 

Bir de Abdullah ağabeyde ben şunu gördüm; Allah razı olsun kendisinden her zaman Risale okumaya teşvik ediyordu bizleri. “Risale-i Nurları öyle bir okuyacaksınız ki, şu ağabey bunu dedi, bu ağabey bunu dedi diyerek değil, kendiniz okuyarak Risalelerden öğrenin” derdi.

O dönemlerde Abdullah ağabey bir müddet Almanya’da kalır, gelirdi. Almanya’dan geldiğinde cemaat çok kalabalık gelirdi yanına. Her yerden derslere çağırırlardı. Ama o en az cemaati olan dersleri tercih ederdi. Ve hep şunu tavsiye ederdi, “Çok olan ders cemaatini dağıtın.” Yani elli, yüz kişi olması önemli değil. Onar kişi olsun ama her yerde ders olsun. Her yere dağıtın anlamında söylerdi bunu. Mesela Tataristan’da bir yerde ders olurken, bu hadiselerden sonra, artık tek yerde ders yapmıyorlar. Mahalle olarak, grup halinde dağıtmışlardı dersleri… Böylece bir gecede birçok yerde ders oluyordu. Bu da inşallah Cenab-ı Hakkın rahmetinin celbine vesile oluyordu. Hakikaten bir yerde en fazla elli kişiye kadar diyalog daha iyi kuruluyor. Fazla olunca sanki samimiyetin sağlanması gecikiyor. Ama az sayıyla büyük samimiyet sağlanabiliyor. İstifade artıyor daha çok…

 

Büyük kalabalıkları da ihmal etmiyor ama. Çağırıldığı zaman geliyor muhakkak…

 

Tabii ki ihmal etmez. Her zaman hizmet neredeyse onlar da orada. Van’a gittim. Orası da kalabalıktı. Ama oradaki samimiyete bakıp da hislenmemek elde değildi. Aslında hizmetin azı çoğu önemli değil. Biz aramızdaki sadakati, samimiyeti, ihlâsı muhafaza edersek her tarafta hizmet olur.

 

RİSALE-İ NUR TESİRİNİ HER ZAMAN YAPIYOR

 

Bazen bir kişiyle yapılan ders Allah (c.c.) katında belki çoklarından daha makbul sayılabilir diye düşünürüz. Sizce de böyle midir?  

 

Ne demek? Elbette öyle... Üstad boşuna demiyor, “Bir dirhem ihlâslı amel, batmanlarla ihlâslı olmayan amele müreccahtır” diye. Hadis-i Şerifte de vardır. İnsan mü’min olsun, gayri Müslim olsun Allah (c.c) insanların kalplerini zaman zaman hidayete hazırlıyor. O sebeple insan ihlâsla, samimiyetle birine bir şey anlatırsa çoğu zaman tesir ediyor. Sen bilemezsin ki, zaten Allah (c.c.) onun kalbini hidayete hazırlamıştır. Senin söyleyeceğin birkaç kelime onun kalbine imanı doğurur. Bir gün Allah rahmet eylesin amcam bizim eve gelmişti. Kendisine vesvese bahsini okudum. Demek adam öyle bir raddeye gelmiş ki, vesveseden ötürü neredeyse intihar edecek. Ama ne kadar rahatladı o dersten sonra. Bilmeden açmışım Allah rızası için ders yapmışım. Onun ihtiyacına o an cevap olmuş o…

 

Risale-i Nur’un bu tür kerametleri de var tabi…

 

Bir defasında uçak bileti almak için bir büroya gitmiştim. Orada bir uçak mühendisi vardı. Biraz konuşmaya başladık. Baktım ki müneccim gibi laflar ediyor. “Ne zaman doğdun? Hangi ay, hangi gün?” diye. Astrolojiyle ilgileniyor. “Şu ayların iyidir, şunlar kötüdür” diye ciddi ciddi anlatıyor. “Ben böyle şeylere inanmam” dedim. “Benim bazı resimlerim var. Kendim yapmışım. Sana göstereyim. Ama evde…” dedi. Şimdi maksadımız hizmet olduğu için, onu kaçırmak istemiyorum, o da bana bir şeyler anlatmak istiyor. Bir de, “Acaba sakıncalı resimler mi yapmış?” diye düşünüyorum bir yandan. “Neyse o mesele değil, önemli olan irtibatımızın sağlanması” dedim kendi kendime. Bir de o zaman o haleti ruhiye öyle bir şey ki, hizmet adına gözün hiçbir şey görmüyor. Randevulaştık. Buluşacağımız gün yanıma bazı kitaplar da aldım. Bir taksiye bindim. Şoför Tatar’dı. “Müslüman’ım” dedi. “Camiye gidiyor musun?” dedim. “Hayır. Ama sadaka veriyorum” dedi. Zannediyor ki din ondan ibaret. Namazın ehemmiyetinden bahsettim. Bu defa, “Ben bilmiyorum ki, Allah var mı? Yok mu?” dedi. Tabiat Risalesi ve 23. Söz’ü verdim şoföre. Adres de verdim. “Gel seninle konuşalım” dedim.

 

Oradan ayrıldıktan sonra uçak mühendisinin evine gittik. Bekârmış. Evde annesi var…  Baktım birçok motifler, resimler yapmış. O arada bir vesile ile kitapları verdim. Ertesi gün hemen geldi yanıma. Kitapları okumuş meğerse…  Adam tam ateist… Çin felsefesi okumuş…  Bir Fransız bilim adamının yazdığı yıldız hareketleriyle alakalı kitabını okumuş. Birkaç gün daha gelip gitti yanıma. Sohbetler ettik. Sonra geldi, “Sen hiçbir şeyi kabul edemezsin. Ay ve güneşin tesirinde kalmışsın.” Sofrada salatalık vardı. “Hadi ben her şeyin tesirindeyim. Peki, bu salatalık neyin tesirinde kalıyor?” Hüve nüktesi bahsinden bayağı bölümler anlattım. Elini birleştirdi. Bekledi, bekledi…  Ama felsefesi cevap veremedi. “Bilmiyorum” dedi. Ama peşimi bırakmadı. Türkiye’ye döndüm. Arkamdan İngilizce mektup yolladı. “Ayetle değil, hisle ispat et” falan demiş. Mektuplar da geldi. Demek o anlattıklarım onun dünyasında öyle tesir etmiş ki, bir türlü yakamı bırakmıyor. Risale-i Nur tesirini her zaman yapıyor yani…

 

www.RisaleHaber.com