Hele maşaallah. Diyanet bir cuma hutbesi yayınladı. "Zina haramdır!" dedi-dedirtti. Ortalık yangın yerine döndü birden. Yurdum solcuları hepbir olup "Yuuuuh!" çekmeye koyuldular yine. Başka hünerleri yok ki zaten. Bu arkadaşlar, herhalde, İslam'ı geçtiğimiz salı Tiktok'ta yayınlanan bir trend zannediyorlar. Hükümlerini işittikçe gözlerini kavanoz kapağı gibi açıyorlar. Hatta ben de bazen apışıklığımdan kendime soruyorum: Acaba, Ebu Cehil mi Aleyhissalatuvesselam Efendimizden bu ayetleri işittiğinde daha çok şaşkınlığa düşüyordu, yoksa neredeyse 1500 yıl sonra Diyanet'in cuma hutbelerini okuyan Türkiye solcuları mı? Cevabını vermekte zorlanıyorum kârîlerim. Nasıl verebilirim ki! Zira şaşkınlık aynı şaşkınlık gibi. Kin de aynı kine benziyor. Husumet de aynısının portakallısı...
Efendim, bilirsiniz ya, müstakim aklın çalışması iki türlüdür: 1) Kuvve-i gadabiye ekseninde zarardan kaçar. 2) Kuvve-i şeheviye ekseninde faydayı arar. Bu ikisini istikametle yaparsa kuvve-i akliyeye 'müstakim' denir. Yok, durum tersiyse, ki olabilir, o zaman da 'fâsık' sayılır. Yani, kaçması gereken zarara koşar, koşması gereken faydadan kaçar. Bir bebek düşünün muhterem kârîlerim. Evet. Bebek, daha aklı müstakim çalışmayı bilmediği için, zararını-faydasını ayıramaz. O yüzden de yalnız bırakılamaz. Allah korusun. Çok zararlı şeyleri düşünmeden yapabilir. Yahut da faydasına olan şeylerden kaçabilir. Ebeveynlerin şefkati bu sebeple ziyade çalışır. Çocuk dirense de karşı koyar. Kimi zaman yemeyi istemez fakat ihtiyaç duyduğu gıdalar kaşık kaşık ağzına zorla verilir. Kimi zaman da nefsine zarar verebilecek tavırlar içinde bulunur da büyükleri tarafından cebren engellenir. İkisi de şefkatin muktezasıdır.
Bu sadedde gözümün nuru Bediüzzaman der: "Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye. İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye. Üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar..."
Yani insanoğlunun bebekliği bitmez. Çünkü içinde yaşadığı âlemin küçüğüdür. Parçasıdır. Âlemin parçası olduğundan gözlemi de küçüklüğünce kusurludur. Ne demek istiyor Zeki kardeşiniz? Açayım: Bir çizgifilm karakteri olduğunuzu düşünün. Hayal bu ya! Mesela: Tom ve Jerry'de 'Jerry' olun. Çizgifilmde bir karakterken, Tom'a çelme taktığınızda, Tom'u kim düşürmüş olur? el-Cevap: Elbette 'Jerry' olarak siz. Hey maşaallah. Küçücük fare kocaman kediyi düşürüyor. Yiğitliğe bakınız. Fakat çizgifilmdeki size bu çok mantıklı gelir. Zira 'zaten hep böyle' olmaktadır.
Jerry Tom'a acayip işler etmektedir. Ancak, sinemada çizgifilmi izleyene sorduğunuzda, eğer aklıbaşında bir kişizadeyse, yanıtı daha değişik olacaktır. Mesela diyebilecektir ki: "Hayır. Tom'u aslında Jerry düşürmedi. Senarist öyle yazdığı, çizer öyle çizdiği, makine öyle yansıttığı, perde öyle gösterdiği için bunlar oldu." Peki kimin cevabı daha gerçekçidir. İşte 'gerçek' ile 'hakikat' arasındaki nüans gözkırpmaya başladı. Dikkat: Gerçek 'kuşatma düzeyinize' göre değişken olabilir. Çizgifilmin içindeki gerçek Tom'u sizin düşürdüğünüzdür. Ancak daha üst bir boyuttan bakan için aslında Tom'u düşüren başkalarıdır. Siz sadece sebepsiniz, vasıtasınız, vesilesiniz, aranızdaki ilişki de yaratıcılık değil 'mukarenet' ilişkisidir. Kurgudur. Yani, yazar-çizer, Tom'un düşmesiyle sizin çelmeniz arasına bir mukarenet koymuştur. İstese çelme takmadan bile Tom'u düşürür. Veya taksanız bile düşürmez. Netice sadece onun elindedir.
Standart müslümanın yaratılışa bakışı da biraz böyledir kârîlerim. O sebeple sürecin doğru değerlendirilmesi hususunda kendi boyutumuzdaki algı seviyesine güvenmiyoruz. Dört boyutlu âlemimizden aşkın bir 'gayb bilgisi' ile amel etmeyi tercih ediyoruz. Yani vahye, nübüvvete, kitaplara, kadere, ahirete vs. iman ediyoruz. Doğruyu-yanlışı 'boyutuna hapsolmuş okumaların sınırlarıyla yaralayan' aklımıza havale etmiyoruz. Aklı ancak vahyin hizmetkârı sayıyoruz. Yönü gösterecek olanın, ölçüyü verecek olanın, ışığı öğretecek olanın 'vahiy' olduğuna kanaatliyiz yani...
Müslüman aklının böyle bir feraseti var. Bu nedenle kârı-zararı "Bana öyle geliyor!" ile değerlendiremez sadece. Bütünlüğün Sahibinin hükmünü bilmeye ihtiyaç duyar. Arar. Araştırır. Öğrenir. Öğretene teşekkür eder. Bazı şeyler kısavadede kârımıza görünürken uzunvadede zararımıza olabilir çünkü. Evet. Bazı şeyler de kısavadede zararımıza görünürken uzunvadede kârımıza olabilir. Açalım. Sözgelimi: Faiz, ne kadar kârlı görünürse görünsün, haramdır, zararlıdır. Cihad, ne kadar elim bir görünürse görünsün, vazifedir, faydalıdır. Hülasa: Akıl denilen şey hangi algı dünyasını norm olarak kabul ettiğinize göre değişkenlik arzeden bir çalışma tarzına sahiptir. Nefis merkezli yaşarsanız aklınız birşeye çalışır. Vicdan merkezli yaşarsanız aklınız başka birşeye çalışır. İlla çalışır yani.
Fakat birinde 'ahiretsiz kuvve-i şeheviye' ekseninde çalışır sadece. Kısavadeliye konsantre şekilde çalışır. Parçaya bakmakla çalışır. Diğerindeyse 'ahiretli kuvve-i gadabiye' eksenine konsantre olur. Uzunvadeliyi hesaba katar. Bütündeki kârlılığı arar. İşte, Diyanet'in, 'zinanın haramlığı' hakkındaki cuma hutbesine kafayı takan Fatih Portakal'ın da takıldığı biraz burasıdır. O bizim aklımızın çalışma şekliyle kendi aklının çalışma şeklini birbirine karıştırmaktadır. Sözgelimi: Müslüman için, bir kadının-erkeğin caiz olmayan şekillerde/ortamlarda iletişim içinde bulunması 'kuvve-i şeheviye' eksenli bir arzulama meselesi değil, 'kuvve-i gadabiye' eksenli bir sakınma meselesidir. Yani, standart bir müslüman, böyle ortamlarda bulunmamaya kafasını çalıştırır. Ancak bunu Fatih Portakal'ın bir portakallık dahi vitamin içermeyen beyanında olduğu gibi "Neden aklın hep başka şeye çalışıyor?" merkeziyetinde yapmaz. Bir 'koruyucu hekim' aklıyla yapar. Tehlikesinden ürktüğü için yapar. Çünkü Allah 'tehlikeli' buyurmuştur.
Hüsnüzanda epeyce ifrat edeceğim: Fatih Portakal "Neden aklın hep başka şeye çalışıyor?" diye Diyanet'e saldırırken belki de dünyada taciz, tecavüz, aldatma vs. meş'umiyetlerinin geldiği boyutları bilmemektedir. Şimdi suizanna dönüyorum: Belki bilse de pek rahatsızlık duymamaktadır. O nedenle Diyanet'e de "Karıştırma bunları!" zemininde halleniyor olabilir. Fakat, vahiy penceresinden bakıldığında, dünyayı bilişi bir bebeğinkinden hallice olan insanı korumak Hüda'nın rahmetinin-şefkatinin muktezasıdır. Beşer zararını-yararını 'bütünü göremediğinden' ayıramıyorsa, elbette lütf u keremiyle Hazret-i Rahman u Rahim, onu böyle manalara nübüvvet-şeriat eliyle ayıltır.
Ahmak olmadıktan sonra hiçbir insan, sarhoşu kazaya sebebiyet vermekten alıkoymaya çalışan polise, "Sizin de aklınız hep kazaya çalışıyor!" diye kınamaz. Yahut çeşitli koruyucu hekimlik tavsiyelerinde bulunan bir hekime "Sizin de aklınız hep hastalığa çalışıyor!" diye kızmaz. Veyahut vatanın güvenliği için harp tehditlerine karşı önlem alan askeriyeye "Sizin de aklınız hep savaşa çalışıyor!" diye edepsizlik etmez. Onların varlık sebebi bu tür endişeler, muhtemeller, olabilecekler peşine düşerek tedbiri erkenden almaktır çünkü. Aklın bir fonksiyonu da budur yani. İhtimalleri kestirmektir. Omuzlarının üzerinde portakal gezdirmeyen herkes bunu bilir. Portakal'a, gerçi mevsimi kaçtı ama, soyadına mehaz olmuş meyveden daha çok tüketmesini salık veririz. Belki de gıda takviyesi yapmakla ileride mantık hatalarına düşmekten kurtulabilir. Umarım uyardığı için Zeki Kamilzade'yi de "Senin de aklın hep vitamin eksikliğine çalışıyor!" diye kınamaz. Kötü niyetli değiliz canım. Sadece insanı tanıyoruz. Endişemiz ondan.