Sinema Düşünceleri-2

Zafer AKGÜL

İstanbul’un orta yeri sinema
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama”

diyen şairin bu iki mısraında ben hem son yüzyılımızda işsizlik, kan davalarından kaçış ve sevdiğine kavuşamayanların; Suna’sını başka köye gelin edenlerin acısını bastırmak için Anadolu’dan İstanbul’a göç hikâyelerinin özetini hem de Yeşilçam sinemasının tarihçesini görürüm. Anadolu, zaten acılı, mahzun, garip ve yaralı insanların doluştuğu bir coğrafya. Bu topraklarda 750’den fazla devlet kurulmuş ve yıkılmış. Harpler ve darplerle, trajedik hikayeler neticesinde oradan oraya sürgün edilen, göç eden, gurbet ellere düşen insanları siz kıyas edin. Yeşilçam’a gelince -askerî cuntalar sayesinde erotizme ve ideolojik sapmalara düşmeden önceki özelliğiyle- Anadolu insanının mert, dürüst, namuslu ve diğergâm karakterini edeplice yansıtan bir pozisyondaydı. Sonrasını biliyorsunuz.

Diyebilirim ki yüzlerce film hep bu hikâyelerle doludur. Ve İstanbul, mekân olarak o günden bugüne çekilen sinema filmlerine doğal ve masrafsız plato-stüdyo olmuştur. Çocukluğumuzda seyrettiğimiz filmlerin kahir ekseriyeti ya İstanbul’da başlar ya da orada biterdi. Kapalıçarşı, Galata köprüsü ve altındaki balıkçılar, Beyoğlu’nun gazinoları, camilerin avlusu, Sultanahmet çevresindeki cadde ve sokaklar, Anadolu ve Rumeli Hisarları ve en çok da Boğaz’a nazır mekânları sayesinde İstanbul’u görmediğimiz halde görmüş gibi olurduk. Lise sonda yazdığım “Ben ve deniz” isimli şiirimi daha denizi görmeden bu filmlerdeki gemilerin geçtiği, martıların çığlık atarak kanat çırptığı boğaz sahnelerinden edindiğim imajlarla yazmıştım.

Sokakta top oynamak ve sinemaya gitmek. Bizler, çocukken bu iki sebepten dolayı babalarımızdan dayak yerdik. Özellikle ramazan ve kurban bayramlarında topladığımız bayram harçlıklarımızla sinema salonlarında 3 film birden oynatılınca koca bir günü sinema salonlarında geçirirdik. İçtiğimiz ılık sade gazozlar ve yediğimiz üstü sadece salça sürülmüş ama adı hala lahmacun olan nimetlerle karnımızı doyurur ve perde arası bitince oynamaya devam eden filmlerle maceradan maceraya sürüklenirdik. Çocuk kalbimizle bazen üzülür, bazen kahkahalarla güler, bazen de öfke ve kinle dolardık. Sabah saatlerinde girdiğimiz salondan akşamın karanlığında çıkardık. Ve eve dönerken baba dayağından kurtulmak veya düşük şiddette bir kötekle savuşturmak için bir Allah’a dualar ederdik bir de anamızın şefkatine güvenirdik.

Sinema çıkışı bir şey hep dikkatimi çekerdi. Mübalağasız hemen herkesin yürüyüşü değişirdi. Filmdeki baş roldeki artistin yürüyüş biçimi nasıl idiyse öyle yürürdük eve gidinceye kadar. O derece özdeşleşir ve empati kurardık. Yerli, yabancı fark etmez bütün filmler bu etkiyi yapardı.

Bunu zaman içinde çözebildim. Okuduğum romanlar, halk hikayeleri, şiirler vb. yazılı ve sözlü metinlerdeki serüvenler sinemaya aktarıldığında -aslına bağlı olmasa da- daha vurucu ve kısa yoldan mesajını ileten bir sanat dalıydı. Sinemanın belağat dili bir çok sözlü ve yazılı metinden daha etkili oluyordu. Çünkü sinema göze, kulağa, beyne, kalbe ve insandaki diğer latif duygulara aynı anda bir el birliği ve işbirliği içinde kompleks yapısıyla bir sihir gibi bilinçaltına kadar giriyor ve etkilerini daha kalıcı olarak gerçekleştiriyordu. Kaynağını edebiyattan almasına rağmen filmler hayali ve hakikati mezc ederek, onlara hareket ve canlılık kazandırarak izleyiciyi her cepheden kuşatmayı başarıyordu. Sanal bir dünya da olsa gerçeklerle burun buruna getiriyordu. Enbiya ve evliyaların Tayy-ı mekân ve bast-ı zaman hallerini sinema sanatı, kurgu ve senaryosuyla edebiyatın dış alemden iç aleme yansıtmalar ve benzetmelerle, tasvirler ve imajlarla sunduğu mesajları daha veciz ve kısa yoldan daha etkili biçimde aktarıyordu.

Eskiden “hayatım roman” derlerdi. Bir açıdan şunu söyleyebiliriz ki, hepimizin hayatının orta yerinde bir sinema filmi vardır. “Biz bu filmi görmüştük, yine ne filmler çeviriyorsun” gibi tabirleri de zaman zaman işitiriz. Hele “rol kesme, rol yapma” olgusu bir bakıma insanoğlunun hayatında geniş çapta yer alır. İnsanın hem iç aleminden hem de dış aleminden parçalar alır ve onlardan bir bütün oluşturur sinema.

İlginçtir zamanı ve mekanı ustalıkla kullanan sinema sanatı, hayatın her alanına kapı açtığı gibi kader konusuna da kapılar açar. Eskiden bir filmi seyreden kişi, arkadaşlarına, gitmeyenlere anlatırdı. Hatta bazıları bahsi geçen filmi seyretmek için sinemaya giden arkadaşına eşlik eder ve daha önce seyrettiği için filmin gösterimi sırasında “Korkma adam ölmeyecek, üzülme birazdan asıl oğlan gelip kızı kurtaracak, sakin ol adamın kurşunu bitecek ve şöyle şöyle olacak” diye olacakları önceden bilmenin zevkini ve rahatlığını yaşardı. Filmin mutlu sonla mı acıklı sonla mı biteceğini bildiği için sevindirici bölümlerinde hiç de o kadar sevinmez, acıklı sonla bitişinde ise çok da üzülmezdi. Bazen bu erken bilgi verme ters tepki yapardı. İlk defa seyredecek olan önceden seyredene “Sonunu söyleme ya!” diye çıkışırdı.

Kaderin cilveleri de böyle tezahür ediyordu. Gaybı bilmek ya da bilmemek. Filmi bilmek veya bilmemekle aynı raylarda gidiyor genellikle. Evliyalar bir çok olayın akıbetini bildikleri ve gördükleri halde olacakları açıklamazlar. Bazen açıklaması kaçınılmaz olan söz gelimi yaklaşan tehlikeleri öngörüyle bilip uyarılarda bulunduklarında insanlar “Deli mi ne bu adam? Alemin akıllısı sen misin?” diyerek tepki gösterirler. Oysa bilge ve ermiş kişiler bir filmi seyretmeden de filmin sonunu görmüş kişilerdi şu dünya sahnesinde. Herkesin üzüldüğü sözgelimi bir felaket veya ölüm olayı karşısında metin duruşları, herkesin çok sevindiği yerde çok da sevinmemeleri bundandır diye düşünmüşümdür...

Asa-yı Musa isimli kitabında “Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile 50 sene sonraki vaziyetleri bana göründü” diye 1935’lerden 1985’leri gören Bediüzzaman Said Nursî hem kaderin hikmet kalemiyle yazılan senaryoyu hem de o liseli kızların sonraki hayatlarını yönlendiren bir eğitim sisteminin beşerî kalemlerle yazılan senaryosunu kısaca filmi sonunu görüyordu. Maalesef feryadını çok az kimse duydu.

Asa-yı Musa dedim aklıma geldi. Sinema hayalden hakikate, sanaldan fıtrata yol açabilen Hz. Musa’nın âsası gibi bir misyon yüklenebileceği gibi, yalanı gerçekmiş gibi gösteren Firavun sihirbazlarının değnekleri gibi bir misyon da yüklenebilmektedir. Gerçekleri ters yüz eden Deccal ve Süfyan’ın ortaya çıktığı asırda Sinema Sanatının da zuhur etmesi hayli düşündürücü bir tevafuk olmuştur zannımca.

Kıymetli okurlarımın yorumlarında belirttiği gibi hayalleri de gerçekleri de Hikmete uygun aktaracak sinema alanına emek verecek nesiller yetiştirmek elzemdir. Sinema sahasında Deccal ve Süfyanın büyüsünü bozarak Firavun zihniyetini iflas ettiren, vurduğu her taştan su çıkaran ve denizden yol açan Asa-yı Musa gibi günümüz nesli de her hikayeden ve her nesneden ibretli hakikatleri çıkarabilme çabasında olmalıdır kanaatindeyim.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (7)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.