Elime sarı bir kalem geçti. Sımsıcak, göz okşayan bir sarı renkte. Tıpkı çocukluğumda bindiğim üç tekerli bisikletimin renk tonunda. Renkler de sesler ve görüntüler gibi hafızamızın en derin mahzenlerinde, en kuytu yerlerinde de olsalar gelip insanın karşısında dururlar. Çağrışımlar, insanı zaman ve mekân kavramından azâde, hür ve bağımsız birer hayâl cilvesiyle varlığın her noktasında diyar diyar gezdirir, yılların ötelerine yıldızların doğup şahlandığı andan düştüğü zamana kadar uzun bir yolculuğa çıkarır.
Kalemi baş parmağım ve işaret parmağımla kavrıyorum, diğer parmaklarım yazmama yardımcı olacak şekilde kavisleniyor. Kalemin ucunu kağıda dokunduruyorum. Kalem kağıdın üzerinde sahnedeki bir balerin gibi dans ederek kaymaya başlıyor. Birden bir şeyler oldu, nasıl olduğunu anlayamadım. Kalem bana seslendi sanki.
-Balerin benzetmesini pek beğenmedim beyefendi !
Hemen kendimi toparladım, öyle ya kaleme saygı duymalıydım. Üzerine Kur’an’da yemin edilmiş kalemin hakkını yemek, kul hakkını çiğnemek gibi geldi bana. Hem sonra balerin bizim kültürümüzde yoktu ki. Dahası balerinlerin parmak uçları üzerindeki zıplamaları ve pervane gibi dönmelerini gördüğümde içimden o kadar eziyete bu kelebek kadar nazik sanatçılar nasıl katlanıyorlar düşüncesiyle onlara acıyarak bakardım. İfademi değiştirdim bir özür emaresi olsun diye.
“Kalem, kağıdın üzerinde Kafkas oyun ekibindeki bayanlar dibi gezinmeye başladı. Ayakları var mıydı bunların” cümlesini kurdum bu sefer. Fakat kalem yine sitemkâr bakışlarıyla bana dönüp
-“Yazar efendi! Oyun ekibini seyrederken aklına Kafkas kartalı Şeyh Şamil ve onun çektiği çileler gelmiyor mu hiç? Başka benzetecek şeyler yok muydu?” dedi.
Doğrusu içimi okumuştu bu kalem. Kafkas oyunlarını izlerken Şeyh Şamilin şehametli, destansı mücadelesi ve mücahedesi; vücudundaki sayısız kurşun ve kılıç yaralarının görüntüsü gözlerimin önünde canlanır içimi bir hüzün kaplardı. ”Haklısın” diyebildim mahcubiyetimle yutkunarak. Cümlemi yeniden değiştirmek için gözlerimi uzaklara diktim. Hayalim gözlerimle arkadaş olup yolculuğa çıktı. Dağlarda, ovalarda dolaştı, göllere, denizlere selam verdi sonra bir kuş olup geri döndü ve gönül dalına kondu.
“Kalem, kağıdın üzerinde durgun bir göl suyunda kuğu gibi süzülüyordu” diye yazdım. Kalem belli belirsiz tebessümüyle gülümsedi.
-İşte bu güzel! Bu ifade daha estetik, daha edebî ve daha nazik oldu, deyince rahatladım. Yazmayı ona havale etmek için;
- “Hadi sen bir şeyler yaz!” teklifinde bulundum. Öyle ya kalem edebiyatın ve estetiğin dilini biliyordu. Kalem, sessiz ve anlamlı duruşuyla;
- “Ne yazayım?” Cevabını verdi.
- “Yaz işte, bir şeyler yaz!”
- “Ne yazayım” diye sordu.
- “Ne yazarsan yaz ama bir şeyler yaz işte!” dedim. Kalem her ısrar edişimde aynı karşılığı veriyordu: “Ne yazayım?”
Yazması için onu teşvik edecek bir kaç konu açmak zorunda kaldım.
-Bak, senin renginde yer yüzünü süsleyen sayısız sarı çiçekler var. Onları yaz meselâ!
Veya bir hastane odasında çaresiz bir hasta neler hisseder mesela? Gün gün eriyen, operasyonlardan, ameliyatlardan, ilaçlardan bıkmış, ilaç kokularından iğrenmeye başlamış, ölümü özlemle bekleyen bir zavallı hasta neler yaşar o koğuşlarda?
Veyahut bir mahkumun, ailesinden, çoluk çocuğundan ayrı, hapishanenin dört duvarı arasında cansız elbiselere ve eşyalara bakarak geçmek bilmeyen saatleri, dakikaları, saniyeleri nasıl öldüreceğinin hesabını yaparken bedeninin ve ruhunun da nasıl çöktüğünü yaz mesela.
Ya da acı bir haberle hayalleri ve ümitleri kırılmış bir insanın yollarda sendeleyerek, sağından solundan kayan kalabalıkları nasıl fark etmeden, ağaçların yapraklarındaki titreyişi görmeden, dallardaki kuş cıvıltılarını duymadan, gözlerindeki yaşlardan kaldırımdaki kilitli taşların nakışlarını seçemeden, sessiz ve karanlık bir âlemde yapayalnız, umarsızca ayaklarını sürüyerek nasıl yürüdüğünü yaz!
Kalem burada sözümü kesti.
-“Bunları yazacağım ama ben eşantiyon bir tükenmez kalemim sonuçta. Mürekkebim biter ve tükenirim. Yazacaklarım yarım kalır. Yarım kalan hayaller, dudaklarda yarım kalan şarkılar gibi hikayelerim yarım kalır. Tıpkı geleceğe dair planları, beklentileri gerçekleştirmeye çalışıp çabalarken ömrü yetmeyen insanlar gibi. Her şey yarım kalacak. Ne anlamı var yazmanın?”
Ve devam etti:
“Bittiğimde bir kağıdın buruşturulup atılması gibi beni de çöp kutusuna atar ve iki gün sonra unutup gidersin. Beni hatırlamazsın bile.”
“Haklısın” dedim. “İkimiz de bir gün tükeneceğiz. Yazılarımızı yazdığımız kağıtlar da tükenir. Defterler de sayfaları dolar, yetmez olurlar. Kalem, kağıt ve ben faniyiz. Ama bir gerçek var ki “Hatır ve hatıra” dedikleri o derin ve anlamlı kavramlar yok mu, işte onlar üçümüzü de yaşatır. Kalem kavramı, kağıt kavramı, insan kavramı ve bu üçünün izi-eseri olarak yazı kavramı hep yaşayacaktır. Bilmelisin ki, hatır ve hatıralar olmazsa kalemin de kağıdın da, insanın da bir değeri, kıymeti olmaz.”
Kalem bana dönerek:
“Haklısın. Fakat merak ettim kimin hatırına ve hatırasına?”
Dedim ki, “hatırşinâs olanların hatırına ve hatırasına.”
Kalem burada atılır gibi sordu:
-“Kim o?”
-“O Kendini bilir.”
Bu cevabım üzerine kalem daha da heyecan ve helecanla üsteledi.
-“Bir ip ucu ver hiç olmazsa.”
Gözlerimi manâlı manâlı süzerek cevapladım:
-“Hani sen bir kağıda düz bir çizgi çekersin ya. Nedir o?”
-“Elif”, diye haykırdı.
“İşte dedim Elif’in hatırına bir çizgi çizmek veya hatırasına bir çizgi çekmek. Her şey bir çizgi ile başlar ve bir nokta ile biter. Sonluluk ile sonsuzluk arasında ince bir çizgidir Elif. Ve Elif kalemin ucundadır, benim de içimdedir.”