Yüz yıl sonra gelen tarihi fırsat

Abdulkadir MENEK

31 Mart Olayı büyük bir tezgâhın ürünüydü. Bu olaylar, “Meşrutiyeti korumak üzere Selanik’ten getirilerek Taşkışla’ya yerleştirilen Avcı Taburlarının isyanı ile başladı’’(1)

Sultan Abdülhamid’i yönetimden tamamen uzaklaştırmak için, II. Meşrutiyet’in ilanı ile yetinmeyen İttihatçılar, dış güçlerin ve özellikle İngiliz Büyükelçiliğinin tahrikleri ile böyle bir oyunu sahneye koydular.(2) Askerler isyana teşvik edildi. Bazı İttihatçı subaylar,  er kıyafetlerini giyerek askerlerin arasına karışmış ve olayları tahrik etmişlerdir. “Din elden gidiyor” naraları ile ortalığı velveleye veren bu gruplara,  safdil ve sağını solundan ayıramayan bazı dindar insanlar da katılmış, böylece olaylar büyük boyutlara ulaşmıştır.

Bu şekilde olayları dindarlara mal ederek isyanı bir ‘’irticai kalkışma’’ olarak göstermek istemişlerdir.  İstanbul’da işsiz, cahil ve hamallardan oluşan gruplar da, bu kalabalıklara destek vermiş ve bunun sonucunda olayları tezgâhlayanların tam istediği bir ortam meydana gelmişti. İsyancılar birçok yere baskınlar düzenlemiş, büyük tahribat yapmış ve birçok masum insanı öldürmüşlerdi.

Bediüzzaman, bu olayları yatıştırmak için büyük gayret göstermiştir. Divan-ı Harbi Örfi adlı eserinde yaptığı çalışmaları anlatmaktadır.  Olayların önünü kesmek ve büyümesini engellemek için canını bile tehlikeye atan Bediüzzaman, olaylarla hiçbir ilgisi olmadığı halde ‘’isyana karıştığı ve teşvik ettiği’’ iddiasıyla Sıkıyönetim Mahkemesine sevk edildi.  Mahkeme kararı ile idam edilen çok sayıda kişinin, darağaçlarında sallandığının pencerelerden görüldüğü bir salonda, Hurşid Paşa’nın başkanı olduğu mahkemede muhteşem bir savunma yaptı.  Bu savunmasında kısaca‘’şark vilayetlerine Sadaret vasıtasıyla elli-altmış telgraf göndererek onlara meşrutiyeti anlattığını; Ayasofya, Fatih, Bayezıd ve Süleymaniye’deki talebe toplantılarına katılarak onları bilgilendirdiğini ve teskin ettiğini; bütün kahvehaneleri gezerek yirmi bine yakın hamalı meşrutiyet konusunda ikaz ederek olaylara katılmalarını engellediğini;  Ayasofya Camiinde mebuslara hitap ederek, Meşrutiyetin meşruiyet unvanıyla telkin ve telakki edilmesi gerektiğini; gazetelerde yazılar yazarak ikazlarda bulunduğunu; Ferah Tiyatrosunda bir toplantı esnasında çıkabilecek bir fırtınayı yaptığı konuşma ile son anda önlediğini; İttihad-ı Muhammedi (ASV) namıyla kurulan cemiyetin siyasete ve yanlış düşüncelere alet edilmesini engellemek için çalışmalar yaptığını;  nutuklarla isyan etmeye hazırlanan sekiz taburu itaate getirdiğini’’ ve bütün bunlara rağmen suçlu olarak bu mahkemeye çıkarıldığını ifade eder. Mahkeme bu savunma üzerine, Bediüzzaman için beraat kararı verir.

İstanbul’da meydana gelen 31 Mart Olayını, yönetime el koymak ve devlete tamamen hâkim olmak için bir fırsat olarak değerlendiren İttihat ve Terakki Cemiyeti yetkilileri, Selanik’te çoğunluğu Sırp, Yunan, Bulgar, Makedon ve Arnavut çetecilerden oluşan bir ordu oluşturmaya başladılar. Ayrıca bir tümen asker de getirttiler. Orduya Hareket Ordusu adı, Kolağası Mustafa Kemal tarafından verildi. Hiçbir gayesi olmayan işsiz ve çapulcu takımı da bu orduya dâhil oldu. Bu ordunun başına da Mahmut Şevket Paşa getirildi. Yola çıkan bu ordu, ‘’olaylara müdahale etmek, Padişahı isyancılardan korumak ve asayişi sağlamak’’ bahanesiyle 19 Nisan 1909 günü İstanbul Yeşilköy’e kadar geldi. Hareket Ordusu’nu idare eden gönüllüler arasında, Sandanski, Paniça, Çirçis, Kapitan Keta, Krayko gibi Meşrutiyet’ten önce devleti Balkanlarda uğraştıran çete reisleri yanında Resneli Niyazi, Eyüp Sabri gibi önde gelen Meşrutiyetçiler de bulunuyordu.(3) Hareket Ordusunda Nizami kuvvetler 40.000–50.000, gönüllüler 25.000–30.000 civarındaydı.
 
Merkezi İstanbul’da bulunan I. Ordu Komutanı Nazım Paşa, Sultan Abdülhamid’e müracaat ederek, hiçbir eğitimleri olmayan ve disiplinsiz olan Hareket Ordusunu dağıtmak için izin istemiştir. Ancak Sultan Abdülhamid, kan döküleceği gerekçesiyle bu izni vermemiştir. Hatta Sultan Abdülhamid, I. Ordu Komutanı Nazım Paşa’ya, Hareket Ordusuna silah çekmemeleri için yemin bile ettirdi.(4)

Bu durumu fırsat bilen Hareket Ordusu, 22–23 Nisan gecesi dört koldan İstanbul’u işgal etti ve hükümetten habersiz 25 Nisan 1909’da sıkıyönetim ilan edildi. Abdülhamid’e bağlı birçok tecrübeli Paşa sürgüne gönderildi. Çeteci ve çapulculardan oluşan bu ordunun mensuplarına böylece gün doğdu. Çok sayıda insan öldürüldü ve idam edildi. İstanbul, günlerce yağma ve talan olaylarına sahne oldu. Yıldız Sarayı bile yağmalandı. Mayıs ayından itibaren Hareket Ordusu birlikleri Rumeli’ye gönderilmeye başlandı. En son birlikler Eylül 1909’da İstanbul’dan ayrıldı. 31 Mart olaylarından sonra, İttihat ve Terakki Cemiyetinin yönetime bütünüyle hâkim olması ve Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesi ile birlikte kurulan hükümette, Hareket Ordusu Komutanı Mahmut Şevket Paşa Harbiye Nazırlığına (Milli Savunma Bakanlığı) getirildi. Böylece yaptığı zulümlere mükâfat olarak Bakanlık koltuğuna oturmuş oldu.  1911 yılının Mart ayına kadar devam eden sıkıyönetim döneminde Meşrutiyet, Mahmut Şevket Paşa’nın diktatörlüğüne döndü.(5)

Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelmesi ve yönetime el koyması ile birlikte, Cumhuriyet Türkiye’sine de miras olarak geçen çok kötü bir gelenek başladı. Askerlerin yönetime el koymalarının önü açıldı. Daha doğrusu vatanı korumak ve asayişi sağlamakla görevli olan askerlerin ‘’vatan elden gidiyor’’ bahanesine sığınarak siyasete ve yönetime müdahil olmaları 31 Mart Olayı ile başladı. İttihat ve Terakki’nin komitecilik anlayışı ile ordu siyasete bulaştırıldı. Türkiye bu tarihin üzerinden geçen yüz yıllık bir süre içinde, bu anti demokratik zihniyeti tam anlamıyla tasfiye edemedi. Bu zihniyet ile yüzleşmenin tarihi fırsatlarını, korkaklık ve beceriksizlik yüzünden defalarca kullanamadı. 

Darbelerin, klasik olarak imkânsızlaştığı dönemlerde bile bu anti demokratik zihniyet, post-modern darbeler ve e-muhtıra şekline bürünerek devam etti. Şimdi Türkiye’nin önünde çok büyük bir şans vardır. Defalarca kaçırdığı fırsat, bir çöplükte bulunan bombalar ile daha kuvvetli bir şekilde ele geçmiştir.  Ergenekon davasını sonuna kadar götürerek bu ayıplı süreci bütünüyle tasfiye eder ve tarihin çöplüğüne atarsa, Türkiye tarihinin en büyük fırsatını yakalayacak ve kendisinden beklenen o büyük misyonu yeniden üstlenebilecektir. Bu fırsat belki de bir daha ele geçmez. Hiç kimse bu büyük şansı heba etme hakkına sahip değildir.

Kaynak:
1- Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, 16. Cilt, İstanbul, Sayfa:125 (Zekeriya Türkmen maddesi)
2- Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 1990, Sayfa:136
3- Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, 16. Cilt, İstanbul, Sayfa:125
4- Prof. Dr Ahmet Akgündüz, Doç Dr. Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı,  Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul 1999, Sayfa: 287
5- Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, 16. Cilt, İstanbul, Sayfa:126

uzeyiroglu@risalehaber.com

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.