Yunanlılara selâm olsun

Hüseyin YILMAZ

İslâm târihinin dâhilî ilk kavgası: içtihâdî bir kavga... Adâlet arayışının sebebiyet verdiği bu kavgada gâlibiyet, ehvenüşerrin... Bugünkü tâbirle mutlak adâlet demek olan adâlet-i mahzayı bayraklaştıran Hazreti Ali’ye, adâlet-i izâfîye ile karşı çıkan Hazreti Muaviye gâlib gelir.

Üstâd, sarsıcı neticeleri doğuran bu ictihadî vâkanın usâresini şöyle takdim eder:

“Adâlet-i mahzâ ile adâlet-i izâfîyenin izahı şudur ki; ‘Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.’ (Mâide Sûresi, 5:32.) ayetin mânâ-ı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hâmîyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.

“Adâlet-i izâfîye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adâlet-i izâfîyeyi yapmaya çalışır. Fakat adâlet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adâlet-i izâfîyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.

“İşte, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, adâlet-i mahzâyı Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, "Kabil-i tatbik değil; çok müşkülâtı var’ diye, adâlet-i izâfîye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebep değiller, bahanelerdir.”(1)

Adâlet-i mahza’yı kabil-i tatbik görmeyen Hazreti Muaviye’nin rağmına fetret devrinin bu kutup yıldızı, mefhumu içtimaî hayata kabil-i tatbik görmemek şöyle dursun, adâlet-i mahzanın keskin hükmüyle ferdî hayatı bile tanzime teşebbüs eder. Bu dâhiyâne düşüncenin esas maksadı Nur talebeleri arasında kuvvetli bir uhuvetin tesisine hayat vermektir. Verir mi? Riayet edildiği nisbette: Evet... İşte o büyük dâhinin kanatlandığı düşünce zirvesi:

“Ey mü’mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adâletle batırılmaz.

Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir mü’minin vücudunda, iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür.”(2)

Cemaat, cemiyet veya millete ferdin hukukunu fedâ ettiren adâlet-i izâfîyenen Hazreti Muaviye’nin açtığı kapıdan girerek İslâm târihini istilâ etmesi, zaman zaman gözyaşartıcı trajedilerin, bazen de derin zulümlerin kaynağı olur. Beşikteki şehzâdelerin katliam fetvasının istinad noktasını teşkil eden adâlet-i izâfîye, çok hanelerin mahvına, çok hayatların söndürülmesine de zemin teşkil etmekle kalmayıp, devletin putlaştırılmasına da menşe olur. Millet hukukunun meşru hâmîsi devleti müstebidleştiren adâlet-i izâfîye, mürur-u zamanla ferdî hayatı yaşanmaz hâle getirip, cemiyetin aslî ve büyük unsuru ferdi hayvanlaştırarak milleti de sürüye inkılâb ettirir. Mukaddes devlet yaftası altında işlenen şeni zulumlerin meşruiyet kaynağı izâfi adâlete, dünyevî saadetini kaptıran Türk milletinin necat kapısı, hiç değilse düşünce zemininde, adâlet-i mahzaya kaymak, orada kendisine bir gelecek kurmaktır.

Milletin hâmîliğine soyunan devleti putlaştıran izâfî adâletten en çok biz zarar gördük, görmeye de devam ediyoruz. Milletin bütün değerlerini tahrib eden Cumhuriyet devri devlet icraatlerine gösterdiğimiz inkıyad onun eseri. On yılda bir milleti elli yıl geriye götüren, zulüm ve mel’anetlerin beşiği darbe ve darbecilere ihtiyarların elindeki baston gibi boyun bükmemiz de ondan miras. Menderes ve arkadaşları sehpalara sürülürken gösterdiğimiz sukût da ondan kalma bir ruh halinin mahsûlü.

“Bir millet cehâletle hukukunu bilmezse, ehl-i hâmîyeti dahi müstebid eder.”(3) diyen Üstad yerden göğe kadar haklı; ensemizde boza pişiren müstebidler, cehaletimizden istifâdeyle hukukumuzu pâyimâl edenlerdir. Devleti müstebidleştiren millettir, hukukuna sahib çıkmayan millet. Efradı, “bana dokunmayan yılan bin yaşısın”, diyen milletin liyâkatı insaniyet değil hayvaniyettir. Hayvandan tek farkımız, daha çok korkmak ve daha çok alçalmaktır...

Târihin bu eski kapısından makaleye giriş yapmamın maksadı, sözü bir gencin polis kurşunuyla hayatını kaybetmesinin ayağa kaldırdığı Yunanistan’a getirirken bizdeki derin ve anlaşılmaz sükûtun menşeini dikkatlerinize takdim etmekti.

Geçen Cumartesi’den beri Yunanistan’ın tamamını istilâ istidadı gösteren, savaş tablolarını hayatlandıran gösterilerin sebebi, bir gencin polis kurşunuyla hayata vedâ etmiş olması. Koca bir memleketi yaşanmaz hale getiren, Cehennem’e çeviren sebep bu kadar mı basit? Evet, bu kadar basit... Hayır!... Bu kadar basit değil, bu kadar büyük, bu kadar cihânşümûl... Çünkü bütün Yunanistan’ı yakıp yıksanız, yahut o gencin âilesine tapulasanız, hakikat-i halde o gencecik hayatının yerini dolduramaz, mukabili olamaz...

Peki, Yunanlılar’ın bu muhteşem hareketi karşısında bizi hayrete düşürten ne? Bu memleketin karakol ve hapishanelerinde işkence altında ölenlerin sayısı belli değil... Her yıl polis, jandarma ve asker kurşunu ile öldürülenlerin istatistikleri ortaya konsa, insan olanın hayat damarı çatlar. PKK sebebiyle onbinlerin hayatı söndü, sönmeye de devam ediyor... Kimsenin kılı kıpırdamıyor... Gündelik hayatımız, sürü hayatından farksız: Sabah evlerimizden başımız önde korku içinde çıkıyor, akşam aynı tavırla geri dönüyoruz.

İnsan olmanın ilk şartı olan hürriyetin topraklarımızda esamesi okunmuyor. İnsan hakları derseniz, hayvanlarınkinden daha azına sahibiz. Suretâ bir meclisimiz var, ama hâkim değil mahkûm... Ya on yılda bir asker nâmusuna fiil-i şeni ile tecavüz ediyor, ya birkaç “Yüksek yargıç” bileklerini kelepçeleyip rezil-ü rüsvay ediyor. Milletler için bu zamanın en yüksek hükmü: Demokrasiye perestiş etmek... Perestiş etmek ve sahip çıkmaktır... Ellerin’de Allah’ın hükmüyle bekleyenlere düşen, bu ağır hükme, tekfirle mukabele etmek değil, hükmün maksadını anlamaya çalışmaktır.

Hulâsa-i kelâm, Osmanlı’nın kaç asırlık teb’ası Yunanlılar’a selâm!.. İnsan hayatının âyetin hükmüne yakın değerini isbat için ayaklanmış gibiler. Evet, ‘Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.’ (Mâide Sûresi, 5:32.) İlâhî hüküm. Katil el, devletin de olsa, cânidir. Cezâsız kalmamalı. Elbet birgün bu topraklarda yaşayanlar da insan olduklarını hatırlayacak, mankurtlaştırıldıklarını farkederek zincirlerini kıracaklardır. Ömrü vefa edenler için büyük bahtiyarlık!.. Neslimizin tesellisi ahfadının insanca saâdeti olacak. Onlar için çalışmalıyız... Biz dâvâyı, alçaltıcı bir sükûta gömülerek, çoktan kaybettik.

Dip Notlar:
(1) Mektubat, S. 57
(2) Mektubat, S. 254
(3) Münazarat, S. 28
 
yilmaz@hyilmaz@net

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.