Yaşar Kutluay, Ömer Lekesiz, Yeni Şafak ve Bediüzzaman

Hüseyin YILMAZ

Yaşar Kutluay: 1931’de Silifke’de doğmuş. İlk ve orta tahsilini Mersin’de tamamladıktan sonra, soluğu Ankara Atatürk Lisesi’nde almış. İslâmiyet’i Kemalizm’e uydurmak için 1949’da Kurulan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin ilk talebelerinden olan Kutluay, aynı fakültede doçentliğe kadar yükselmiş.

Fakültenin bu acar talebesinin Arapça, Farsça ve İngilizceyi iyi bildiği, İtalyanca ile İbraniceyi de anladığı kayıtlarda yer alıyor. Türkçeyi de sayarsanız, altı dil bilen bir akademisyen ile karşı karşıya kalırsınız.

Yeri geldiğinde temas ederim ama şimdiden kayıt düşmekte fayda var: Kutluay’ın bildiği söylenen diğer beş dili bilme seviyesi de Türkçesi gibi ise, altı dil bilen bir akademisyen değil, dilsiz bir akademisyenle karşı karşıyasınız demektir. Derbeder, ilk mekteb seviyesinde acemice bir dil.

Ömer Lekesiz’in, FETÖ’yü bahane ederek Üstad Bediüzzaman’ı vurmak için bayraklaştırmaya çalıştığı makalesini okumak bile işkence. Bir de yanlışları, iftiraları ve tezadları ile boğuşmaya mecburuz. Sırf bu mecburiyete sebebiyet verdiğinden dolayı bile Lekesiz’e hakkımı helâl etmezsem, Zebanilerden yakasını zor kurtarır.

Kutluay’ın hayat hikâyesine dönecek olursak: Kısa ömrüne çok eser sığdırmakla alkışlanıyor!.. Eserleri eser olsaydı, velûd olduğu söylenebilirdi. Belli ki, Yaşar, fetihlere çıkan bir akıncı beyinden çok, kandırılmış, bindirilmiş kof bir süvari. Düşünmediği, sadece telkin altında tutulduğu maksada hizmet etmek için çalakalem gittiği apaçık.

Yine de eserlerini sayalım:

1- Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali (Diyanetişleri Başkanlığı ısmarlamış. Bu maksadlı mealin ikinci ortağı, bazı çevrelerin çok mutaberi Prof. Dr. Hüseyin Atay)

2- Siyonizm ve Türkiye (Tercüme)

3- İslâm Düşüncesi ve Tarihteki Yeri (Tercüme)

4- İslâm Felsefe Tarihi (Tercüme)

5- Sapıklarla Dinsizlerin Çeşitli Mezhepleri (Tercüme)

6- Hasan Basri’nin Kader Hakkında Halife Abdulmelik bin Mervan’a Mektubu (Bu da tercüme ve Kutluay’ın ortağı o çok bilinen Lütfi Doğan)

E, hani telif? Var var...

1- Tarihte ve Günümüzde İslâm Mezhepleri

2- İslâmiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu

3- İslâm ve Yahudi Mezhepleri

Ve dergilerde yayınlanmış bir kaç ilmî(!) makale. Bu ilmî makalelerden biri de okuduğunuz satırların sebeb-i vücudu olanı. Başlığı:

“Mezhepler Tarihi Yönünden Said Nursi ve Nurculuk”

Bu velûd ve serazad kalemi, 1969’da Taşucu’nda denize açıldığı kayığın fırtınaya yakalanması aramızdan ayırır. Âkibeti bilinmeyen bu gidiş, öküzün altında buzağı aramaya hevesli Lekesiz’i harekete geçirmiş, dosyası yeniden açılsın, diyor. Zirâ, Lekesiz’e göre, büyük bir ihtimalle bu acar Kemalist ilahiyatçıyı, Gülen ve İsrail işbirliği ortadan kaldırmıştır. Gülen’den de Üstad Bediüzzaman’a geçiş yapıp, Yaşar Beyin gaybubetinde Üstad ve Nur talebelerine de bir rol biçmeye çalışıyor.

Yok, Kadir Mısıroğlu’nun Haydar Baş için kullandığı o meşhur kelimeyi kullanmayacağım, edebim el vermiyor. Ancak mesele ciddi.

Kutluay, meşhur makalesine Üstad’ın kısa bir hayat hikâyesini vermekle başlıyor. Eşref Edib’in küçük Tarihçesi ile büyük Tarihçe’den yaptığı özet, bindirilmiş süvariye tam da yakışacak cinsten. Çok iyi bir şiiri, çirkin bir ses tonu ve kötü vurgularla mahvedersiniz ya!.. Yaşar da öyle yapmış.

Bu kadar da değil, hiçbir kaynakta naklettiği şekliyle yer almayan tasvirlerle Peygamber Efendimizin (A.S.V) tevellüdünü tedai ettirmeye çalışarak, Nurcular’ın Said Nursi’yi peygamber gibi gördükleri, iftira ve hezeyanına zihnî bir zemin hazırlamaya çalışmış.

Bu özet hayat hikâyesinde takındığı alaycı tavır ile okuyucusunu yönlendiren akademisyen, kendi içinde yığınla tezad ve hataya düşmekten de kurtulamaz.

Bu tuhaf ve gayr-i ciddi, kabulü imkânsız hataların bu iddialı ve kısa makalede yeri ne? Anlamak mümkün değil. Meselâ:

Hemen her Nur Talebesinin bildiği Miran aşireti reisi Mustafa Paşa ile olan bahsi, önce olması gerektiği gibi “Mustafa Paşa” olarak nakleder. Ama bir kaç sayfa sonra uyuklamaya başlamış olacak ki, Kutluay, birden bire Mustafa Paşayı, “Hasan Paşa” yapar. Şöyle:

“Hasan Paşa’ya, sen daha Cezire’ye varmadan yolda öleceksin, çünkü söylenilenleri tutmadın...”

Bu, bir sehiv değil, akademisyenin mefluç hafızası kendisine garip bir oyun oynamış ve Mustafa Paşa’yı tamamen unutturmuştur. Nitekim yukarıdaki cümlenin akabinde gelen cümle şöyle devam eder:

“Ne Hasan Paşa ve ne de kendisinin bahis konusu sözleri...”

Tanpınar’ın çok sevdiğim bir hikâyesi vardır: Abdullah Efendinin Rüyaları... Tanpınar’ın kahramanı, marazî rüyalara mübtelâdır, bizim kalemi keskin akademisyenimiz ise, Hasan Paşa’ya. Gülmeyiniz!.. Kutluay, sadece Mustafa Paşa’yı Hasan Paşa yapmakla kalmaz aynı zulmü Van Valisi Tahir Paşa’ya da revâ görür. Şöhreti kendisinden büyük yazarımızın kaleminden Tahir Paşa da Hasan Paşa oluverir. İşte:

“Üstad Van’da maruf âlim bulunmadığından Hasan Paşa’nın daveti üzerine Van’a gider...”

Kutluay, uyuklarken veya sarhoşken yazdığı makalesinde sadece mühim isimleri karıştırmaz, tarihleri de harmanlar. Üstad’ın uzun hayatını, mefluç şuuru ile ihata edemeyen Kutluay, Bediüzzaman’ın ilk hayatını 31 Mart ve Divan-i Harbi Örfi ile şöyle noktalar:

“Said Nursi’nin hayatının birinci devresi diyebileceğimiz bu safha 31 Mart olayı ve onu takiben kurulan divan-ı harbler ile sona ermektedir, ‘Elyevm Said-i Kürdî memleketine döndü... vahşetzar fakat munis, vefakâr ve namusperver olan dağlarına döndü. İsabet etti.’ İfadeleri bunu anlatır. Bundan sonra 30 yıl kadar devam eden uzun bir süre kendisinin hiçbir faaliyette bulunmadığını yahut herhangi bir faaliyetine imkân verilmemiş olduğunu görüyoruz.”

Yalan söyleyen Ömer Lekesiz’in durumuna düşsün mü, sevgili Yaşar?.. 31 Mart Vakasının 1909’da olduğunu hatırlayıp üzerine 30 yıl koyarsan eder: 1939... Bu zaman diliminde Bediüzzaman’ın hiçbir faaliyeti olmamış, öyle mi? Ya sen ahmak mısın, şuursuz musun, budala mısın?.. Hadi sen bindirilmiş bir zavallısın, anladık. Ya seni adam sananlar, ya makalelerine perestiş edenler ne? Bütün bunları geç, Ömer Lekesiz’e ne diyeceğim şimdi?

Hakikat ne biliyor musun?.. 1909’dan, Rusya esaretinden dönüş ve 1922’deki Ankara ziyaretine kadar yaşadığı dopdolu bir hayat var ki, ciltlere sığmaz. Sana ve seni adam sananlara şimdi oturup bu kısa makalede bu destansı hayatı mı anlatayım. Böyle işkembe-i kübradan atarken hiç mi utanmadın, hiç mi sıkılmadın? Ya, senin marazî dünyanı ilim ve hakikat vehmeden budalalara ne diyeceğim, ilerici Kemalistlere yani? Neyse ki, onlar senden de beter, yok hükmündeler...

Hezeyanlarına biraz daha yer verelim mi, Yaşar? Yüzün kızarabilir ama buna beni Lekesiz denen muhibbin mecbur etti, katlanman gerekiyor. İşte:

“Said Nursi’nin hayatının ikinci faaliyet devresine 60 yaşından sonra başladığını görmekteyiz ki yıllar ikinci dünya savaşının başladığı, yahut Atatürk’ün ölümünden hemen sonraki zamanlardır.”

Yok yaşar, bu kadarı senin için de çok fazla. Tamam, budalasın, şuursuzsun, Kemalistler’in gazına gelmişsin ama neticede Doç. gibi bir ünvan taşıyorsun, utanman lazım. Azıcık bir gayretle Üstad’ın Kamal Atatürk tarafından sürüldüğü Barla’da 1926 yılında Risâle-i Nur Külliyatı’nı te’lîfe başladığını, Kamal Atatürk henüz hayatta iken ve onun bütün düşmanca tavırlarına rağmen te’lîfin zirve yapıp Nurculuk hareketinin muhkem bir zemine oturduğunu öğrenebilirdin. Ama belli ki, maksad başka!.. Bir şeyler yaz demişler, oturup adam gibi çalışmak zor gelmiş, hezeyana sığınmışsın. Yazıklar olsun sana!..

Dur daha, bu bir şey değil; tarihtir, sehiv kaldırır, denebilir... Ya şu ahmaklığına ne diyeceksin?

“İslâm’ın ilk devrelerindeki siyasî fırkalara çok benzeyen bir teşkilata dayanarak kurmaya giriştiği ve büyük ölçüde muvaffak olduğu teşkilatın Atatürk’ün sağlığında ortaya atılması ve hele başarı şansı kazanması hiç şüphesiz imkânsız da değil muhal idi.”

Budala! Yok, kurtarmıyor. Şuursuz! Bu da yetmiyor. Ya her ne isen işte... Hiç değilse 100 küsur talebesiyle idam edilmek üzere yargılandığı 1935 Eskişehir Mahkeme safahatının zaman zaman canlı olarak Kamal Atatürk tarafından takib edildiğini de mi duymadın? Bu herzeleri kusmazdan önce hiç mi arşiv karıştırmadın? Devrin gazetelerine bakmak da mı aklına gelmedi? Vakar içinde mahkemelere sürüklenen o muhterem Nur Talebeleri ve Aziz Üstadlarını mücrim gibi gösteren yığınla gazete arşivinden nasıl haberin olmaz?

Ha, bir de sevgili Kutluay! “...hiç şüphesiz imkânsız da değil muhal idi.” diyorsun ya!.. “Muhal” de, “imkansız” da o çok iyi bildiğin(!) Arapça kelimeler ve aynı şeyi ifade ediyorlar. Anlaman için tasrih edeyim: “Muhal”, “imkânsız” demektir; zannettiğin gibi çok farklı bir şey değil.

Değerli okuyucu... Emin olunuz, Kutluay’ın ölümünden neredeyse yarım asır sonra sahnemize “makale” diye fırlatılan karalamasında aklı çatlatmayan, şuuru mahcûb etmeyen tek satır, tek hüküm bulamazsınız. Baştan sona bu varakaya bir tenkid yazmak hem abes olacak, hem de kitab ebadında bir emek istiyor. Bu, abesle iştigal olur. Çok daha mühim işler el atılmayı bekliyor. Onun için hulâsalarla gitmeye mecburum.

Kutluay’ın belli başlı tenkidleri, Kemalist çevrelerin iftiralarından ibaret... Üstad’ın hayatında sıkça görünen harikulâde fıtri halleri, herkesi kendileri gibi kütük sandıklarından, Kutluay’ın da tenkidine sebeb olmuş. Üstelik de mevcud ile iktifha etmeyip, iftiralarla da tenkidini tahkime gayret etmiş. Meselâ bunlardan en bârizlerinden bir tanesi, Hz. Üstad’ın Mustafa Paşa ile giriştiği at yarışında, serkeş atın ayakları altında kalan çocuk hikâyesidir.

Kutluay, önce hâdiseyi alaycı bir dil ile de olsa tahrif etmeden anlatır. Fakat daha sonra farkına varır ki, bu vakada yeterince Üstad’ı karalayacak malzeme yok, o zaman hınzırca bir iftiraya sığınır. Buyurun:

“... Etraftan imdada koşarlar, çocuğu hareketsiz görünce Üstadı öldürmek isterler.. Üstad attan iner, çocuğu kucaklar, çocukta bir hareket görmeyince soğuk suyun içine batır çıkarır, çocuk gözlerini açarak güler. Bu hadise karşısında herkes hayrette kalır.”

Görüldüğü gibi nakledilen şekliyle bu hadisede çocuğun öldüğü değil, hareketsiz kaldığı nazara verilmiştir. Yani okuyucunun zihninde çocuğun öldüğüne ihtimal verecek hiçbir telkin veya ima yok. Kutluay da, alaycı bile olsa ilk nazara verişinde ölümden bahsetmiyor.

Bu durumda okuyucu veya dinleyenin zihninde yerleşecek olan en mübalağalı netice, çocuğun baygınlık geçirdiğidir. Nitekim soğuk suya batırılınca da uyanmıştır. Ne var ki, Kutluay’a “hınzırlık” yapma direktifi verildiği için, emri yerine getirmekte tereddüd etmiyor veya edemiyor. Bir kaç sayfa sonra mevzua tekrar dönme ihtiyacı duyduğunda şu hükmü okuyucusunun kafa çanağına boşaltıyor:

“... veya atın ayakları arasında kalarak ölen bir çocuğu kucağına alıp suya sokarak diriltmesi olaylarının paralelini ancak İsa Peygamberde bulabiliyoruz!”

Hınzırlığın şu Yaşar! “Nurcular Said Nursi’yi peygamber gibi görüyor!” iftirasını tekrarlayacaksın, bunun için can atıyorsun ya. Ama gel gör ki, elde bu iftirayı besleyecek malzeme yok. E, okuyucuların az düşünen Kemalist ve solcu bile olsa neticede hayvan değiller, önüne her attığını da yemeyebilirler. Ancak yedirmen gerekiyor... İşte o zaman, günah benden gitti, deyip zırvalamaya hız veriyorsun...

Ölümünden yarım asır sonra bile, bu hınzırlıklarla hâlâ zihnini karıştırdığın Lekesiz gibi insanların varlığını düşününce, yatacak yerin yok dostum!..

Kutluay’ın makalesi zengin bir mâden gibi, her kelimede, her satırda kapıları açık kalmış tımarhaneden fırlayan hastalar gibi başka bir iftira, başka bir tezad, başka bir hata fırlıyor. Sizi bu hezeyan, bu sarhoş sayıklamaları ile daha fazla meşgul etmeden ibretlik bir detay ile bitireyim.

Kutluay, Şualar ile Lem’alarda yer alan ve 1971’de meydana geleceği haber verilen şerlere dair bir ayet tefsirini dilsiz diline dolar ve Üstad’ın gaybden haber verdiğini, ancak her ihtimalden hareketle de bu haberleri uzun bir zaman sonrasına yayarak, çıkmaması durumunda kendisine bir tevil kapısı araladığını söyler. İyisi mi, Kemalist ilahiyatçıdan dinleyelim de zan altında kalmayalım:

“Oysa Said Nursi, meselâ 1952 yılında 1971 için kehanette bulunmakta, büyük bir ‘belâ’nın zuhurunu haber vermekle beraber işin mahiyetini tam açıklamamaktadır. Böylece te’vîl kapısını daima açık bırakmaktadır.”

Kaderin hikmetine bakınız ki, Kutluay’ın cesedi 1969’da, yani Üstad’ın haber verdiği tarihten üç yıl önce Akdeniz’in mavi sularına gömüldüğünden, 1971’de gerçek bir belâ olan 12 Mart 1971 Mart muhtırası ve safahatını görme fırsatı olmaz. Görseydi, nedamet edip Nurcu olur muydu? Sanmıyorum... Maddî rızıklar gibi mânevî rızıklar da bir takdir iledir, çoğu zaman da bir liyakat veya ızdırarî bir ihtiyaca bakar.

İfadelerinden anlaşıldığı üzere, Kutluay; Üstad’ın 1971 Martı’nın 12’sinde Kemalist ordu muhtıra verecek, gibi sarih bir ifade kullanmasını beklemiş!.. Ne diyelim? Karşınızdaki bindirilmiş bir kalemşör veya en liyakatsizinden bir Kemâlist.

İlgili bahis Külliyatta şöyle geçer:

“Bu sûreye ait bir nükte-i i’câziyenin haşiyesidir

Nasıl bu sûre, beş cümlesinden dört cümlesiyle bu asrımızın dört büyük şerli inkılâplarına ve fırtınalarına mânâ-yı işârî ile bakar. Aynen öyle de, dört defa tekraren مِنْ شَرِّ (şedde sayılmaz) kelimesiyle, âlem-i İslâmca en dehşetli olan cengiz ve Hülâgu fitnesinin ve Abbâsî Devletinin inkıraz zamanının asrına dört defa mânâ-yı işârî ile ve makam-ı cifrî ile bakar ve parmak basar. Evet, şeddesiz شَرِّ beş yüz (500) eder; مِنْ doksandır (90).

İstikbale bakan çok âyetler, hem bu asrımıza, hem o asırlara işaret etmeleri cihetinde istikbalden haber veren İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (k.s.) dahi, aynen hem bu asrımıza, hem o asra bakıp haber vermişler. غَا سِقٍ اِذَا وَقَبَ kelimeleri bu zamana değil, belki غَا سِقٍ bin yüz altmış bir (1161) ve اِذَا وَقَبَ sekiz yüz on (810) ederek, o zamanlarda ehemmiyetli maddî mânevî şerlere işaret eder. Eğer beraber olsa, Milâdi bin dokuz yüz yetmiş bir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak." (Lem’alar; S: 78)

Makaleye dair söylenebilecek daha çok şey var ama kabak tadı vermesin diye kısa kesiyorum.

Sevgili Ömer Lekesiz’e gelince!.. Makalesiyle büyük bir insanı ve muhteşem bir hareketi lekelemeye çalıştığın Yaşar Kutluay bu, hırçın kalem!.. Emin olmalısın ki, hiç kimsenin öldürmesini gerektirecek kadar herhangi bir değer, bu kazazedede yok.

15 Temmuz işgal teşebbüsüyle de bir daha anlaşıldı ki, Gülen; mürted bile değil, çok büyük bir ihtimalle başından beri saklanmış bir gayr-i Müslimdir (Hristiyan) ve çok daha tehlikeli bir Lawrence olarak yetiştirilmiştir.

Başından beri Nurculukla münasebeti, bu temiz ve büyük hareketi bozmak, bu saf nehri içeriden görünerek kirletmektir. Fakir, bu kanaatini en az çeyrek asırdır dile getirmiş ve zaman zaman yazılı kayıtlara geçirmiştir.

Yani Gülen’le Nurcuları vurmak değil, bu büyük davayı kirletmek için kullanıldığından o kervana destek vermen gerekirdi. Her mü’min gibi, size de böylesi yakışırdı. Yapamadınız... Ancak tevbe kapısı son nefese kadar herkes için açıktır. Sizin için de sevgili Lekesiz!..

Bir çift sözüm de Yeni Şafak Gazetesi’nin sahib ve idarecilerine:

Bünyenizde, acar bir kalemin bu kadar büyük bir hareketi kirletme teşebbüsüne, defalarca doğrudan ikazıma rağmen kulak tıkamanız, asla mü’mince değil. Bu günlerin kuvvetli birlik gerektiren şartları ile de bağdaşmıyor. Ya Lekesiz gibi düşünüyorsunuz, ya da işin vahametinin farkında değilsiniz.

Hakkınızdaki hüsn-ü zannımı şimdilik muhafaza ediyorum. Ancak bu makaleden sonra da sağır ve dilsizleri oynarsanız, herkes kendi yoluna, demeye mecbur kalacağım...

Not: Merak edenler Kutluay’ın hezeyanlarını linkte bulabilirler:

http://www.journals.istanbul.edu.tr/iuislamtd/article/view/1023014859

Bir dosttan gelen ilâve:

Ön tashih ve rehberliğiyle yardımını esirgemeyen müdakkik kardeşim Metin Karabaşoğlu, lütfedip aşağıdaki faydalı ve dikkate şâyân notu göndermiş Buraya dercetmekte fayda gördüm. Bu tasarruf bana aiddir...

“Yaşar Kutluay ismi, 27 Mayıs ihtilalinden sonra ihtilalcilerin giriştiği 'Diyanet'in reorganizasyonu' projesinde aldığı görev ile de ayrıca dikkat çekiyor. Uğradıkları baskılar dolayısıyla Ömer Nasuhi Bilmen'in 1 yıl dolmadan, Hasan Hüsnü Erdem'in ise iki yıl içinde emekliliğini isteyerek istifaya kendilerini mecbur bildiği bu dönemde, perde altındaki asıl etkili ismin ise ihtilalcilerin 'başkan yardımcısı' olarak tayin ettiği emekli tuğgeneral Sadettin Evrin olduğunu biliyoruz. Evrin ve ekibi bu süreçte Risale-i Nur, Bediüzzaman ve Nur Talebeleri ile hususi olarak uğraşmış; ama ismini verdiğimiz iki başkan bu kumpasa âlet olmayı reddettikleri için, ancak yeni gelen Diyanet İşleri Başkanı Tevfik Gerçeker'in başkanlığı döneminde bu uğurda yaptıkları çalışmaları yayınlamışlardır. 1964'te Diyanet'in ve Ankara İlahiyat'ın yayınladığı, Risale-i Nur hareketini 'sapık bir mezhep' olarak göstermeye çalışan iki kitabın yanında Altındağ müftüsü Turan Dursun'un yayınladığı "Sahte Peygamber Said-i Nursi ve Nurculuk" ismiyle yayınladığı kitap,  27 Mayıs şartlarındaki bu kara proje ve propagandanın mahsulleridir.

Şu iki hususu da belirtelim: Yaşar Kutluay'ın sözkonusu 'makale'sinde hayırladığı 'Orta'yı o iğrenç iftirayı başlığına taşıyan kitabıyla güya 'gole çeviren' Turan Dursun'u kamuoyu ilerleyen zaman içinde kamuoyu bir zındık olarak yazdığı İslâm düşmanı kitaplarla tanıyacaktır. Kaderin bir tokadı mı diyelim?

Diğer taraftan, Bediüzzaman'a karşı rakîbâne bir tutum takınan şeyhi Abdülhakim Arvasî'nin etkisi altında Risale-i Nur ve Bediüzzaman hakkında bazı eleştirilerde bulunmakla birlikte, Necip Fazıl'ın o dönemde Büyük Doğu'da merdâne bir duruşla Diyanet'in âlet edilmek istendiği bu kara propagandaya verdiği mücadele hayırla yâd edilmelidir. Allah ondan razı olsun.

Metin Karabaşoğlu

 

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (5)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.