Üstad'ın en büyük hatırası Risale-i Nur'dur

Bediüzzaman Said Nursi'nin akrabası Sabri Okur Risale Haber'e konuştu

RÖPORTAJ: Abdurrahman IRAZ / Nurettin HUYUT - RİSALE HABER

 

Cemaatler merkezilikten kurtulmalı

 

Sabri Okur röportajının üçüncü ve son bölümü..

 

3. BÖLÜM

 

İstanbul’a Sungur abinin aldığı bilet ile geldiniz ve dershaneye yerleştiniz. Ondan sonra neler yaşadınız? Birazda Sungur abi ile yaşadıklarınızdan bahseder misiniz?

 

Babam beni İstanbul’a gönderdiğinde dediğim gibi benim okumamı ve imam olmamı istiyordu. Ben İstanbul’a geldiğimde Sungur abinin kendisine ait, kendisinin kaldığı özel bir dershanesi yoktu henüz. Sürekli dolaşıyordu. Yani, evli idi zaten İstanbul’a geldiğinde evinde kalıyordu. Çoğu zaman dışarılardaydı ama geldiğinde kendi evine gidip kalırdı.

Altında arabası bile yokmuş her yere belediye otobüsüyle gidip gelirmiş. Benim geldiğim dönemde yeni bir araba alınmıştı o arabayla dolaşıyordu. O günlerde toplasan on tane dershane ancak vardı. Ama son 15-20 sene içinde öyle bir inkişaf etti ki, şimdi binlerce dershane var artık.

 

İlk geldiğimde Harem’de bir dershane vardı beni oraya yerleştirdiler. Sungur abiye de en yakın dershane orasıydı. O yaz üç ay kadar orada kaldım. Daha sonra Üsküdar’da Karakullukçu da bir yer tutuldu, oraya taşındım. Daha sonra Ümraniye’de bir dershane tutulmuş ama vakıfları olmadığından gelip Sungur abiden vakıf istemişler. O günler de Ramazandı. “Hem teravih kıldırırsın hem de biraz açık kalmasını sağlarsın” dedi ve beni oraya gönderdi.

 

“SUNGUR ABİ BANA MADALYALAR TAKTI”

 

Bir müddet orada kaldıktan sonra bir gün sabah namazından sonra kaylule yapmak için yatmıştım baktım rüyamda ben kendimi Zübeyir abinin yakın akrabası olarak görüyorum. Gidiyorum Zübeyir abiyi görmeye tam görmek üzereyken diyorlar vefat etmiş. Sonra bakıyorum bir namazı bitirmiş gibi oturmuşuz Sungur abi imam, cemaate dönmüş ve ben de hemen karşısında sanki çok büyük fetihler ve kahramanlıklar yapmışım gibi Ümraniye cemaatinin önünde bana madalyalar takıyor. Madalyaları taktıktan sonra cemaate diyor ki, “Şimdi Sabri kardeşimize dua edeceğiz” Ellerini kaldırıyor ve bana iştiyakla uzun uzun dua ediyor. Daha sonra eliyle böyle kaşının bir telini çekiyor. O yeşil bir başak oluyor. O başağı bana veriyor. Verirken “al bu başağın içinde falan filan vitaminler var bunlar senin ömrünün sonuna kadar sana yeter.” diyordu. Rüya çok uzundu ama ben şu anda bu kadarını hatırlıyorum.

 

Neyse uyandım ve tüm kanaatimle inandım ki, bu sadık bir rüyadır. Sonra Ümraniye’de kaldığım dönemlerde bazı problemler yaşadım. Oradan ayrılmak istedim ama Sungur abi kabul etmedi ben de devam ettim, ama cemaatimizde bölünme oldu, ayrılanlar çalışmalarına devam ettiler. Biz de Sungur abi ile kaldık ve beraber çalıştık, hizmetler çok inkişaf etti ben hep bu inkişafı Sungur abinin himmetine veriyorum onun manevi desteği ile oldu diyebilirim.

 

İstanbul’a geldikten sonra geçen bu 16 sene zarfında Sungur abi nerede derse gitse ben o derse mutlak iştirak ederdim. Şehir dışı seyahatlerinde de bazen gidiyordum ama bazen buradaki hizmetler aksamasın diye kalıyordum. Fakat son dört yıldır nereye gitse beraber gidiyoruz. Gerek yurt içinde gerekse yurt dışında her yere beraber gidiyorum. Benim özel mazeretim olmadığı sürece hep beraberiz.

 

İki defa umre ziyaretine gittik, Cezayir’e, Mısır’a iki defa gittik, Şam Sempozyumuna iştirak ettik, üç defa Azerbaycan’a gittik, bu şekilde sürekli dolaşıyoruz. Dediğim gibi ileri yaşına rağmen Sungur abi hiçbir zaman hizmetten geri kalmamıştır. Ve kendisi aleyhine anlatılan tüm suçlamalardan münezzeh bir insandır. Anlatılanların hepsi hakikat dışı yanlış şeylerdir.

 

Çocuklar sizi bana sorduklarında onlara şöyle tarif etmiştim “Sabri Okur Sungur abinin videosu ve kamerasıdır.” Yani onunla dolaştığında gözüne ne ilişse, kulağına ne gelse anında kaydedip gelir cemaate anlatır. Sungur abi de onun bu yönünü bildiği için yanına oturtur “anlat Sabri kardeşim” der ve mikrofonu ona verir o da anlatır. Teyp gibi her şeyi tek tek anlatır…

 

Estağfurullah, dua hükmüne geçer inşallah.

 

ERGENEKONCULARIN NURCULAR İÇİNDEKİ UZANTILARI

 

Ergenekon soruşturmalarında Nurcuları bölmek için görevlendirilen Yüksel Dilsiz denen şahıs sizin yakınınızda bulundu mu? O kişiyi nasıl tanıyorsun?

 

Çok iyi tanıyorum. O kişi Ereğli Kampına gelirdi, Ereğli kampında vakıf olarak hizmet ederdi. İlk zamanlar sanırım bu insan samimi olarak geliyordu. Çünkü ilk dönemlerde yanlış bir hareketine şahit olmadım. Yani, onunla 93’lerden beri tanışırız. O zaman Sungur abi ile kaldığımızda tanışıyorduk. Geçen bu süre içinde hemen hemen her zaman vakıf arkadaşlara yönelik yaptığımız programlara katılırdı. 97-98’lerden sonra fazla ortalıkta görülmemeye başlamıştı. Nereleri dolaşıyordu pek bilemiyorum ama birkaç sene Sungur abinin etrafında dolaştığını biliyorum.

 

Bugün dönüp baktığınız zaman o kişinin hali ve tavrı ile ilgili bir şeylerin ters gittiğini fark edebiliyor musunuz? Yani, birçok açığı olduğu halde siz müsamaha ile baktığınız oldu mu?

 

Açıkçası o zaman kimse ona vakıf nazarı ile bakamıyordu. Yani, hali ve kali vakıf statüsüne alınacak bir özellik taşımıyordu. Bu yönü açık görülüyordu. Zaten o da bunun farkındaydı ki, sürekli aynı yerde kalmadı. Evi Bursa’daydı o nedenle daha çok Bursa’da kalırdı. İstanbul’a da sık sık gelir giderdi. Açık vermek deyince şunları söyleyebilirim.

 

Mesela bir defasında Ereğli’de cemaatten menafi için toplanması gereken parayı o topluyordu. O zaman birisi “buna para vermeyin bu paraları yer demişti” doğrusu ben o kişinin bu sözüne şaşırmıştım.

Biz tabi bu adama o gözle bakmadığımız için safiyane bir şekilde böyle bir ihtimal vermiyorduk.

Sonra bir ara duydum gelmiş Sungur abi ile ilgili bir takım bilgileri basına vereceğini söyleyerek abilerden para istemiş onu duymuştum.

 

“SUNGUR ABİ GENÇLERİN ÖNÜNÜ TIKAYANLARA HİDDET EDER”

 

Sungur abi ile 17 yıldır beraberim, Sungur abi hakkında ve ona isnad edilen şeylerin hiçbiri doğru değil, öyle bir şey yok. Bir takım insanların Sungur abiye tavır almasının değişik nedenleri oldu. Bunların bir kısmında kasıt var mıydı? Bilemiyorum. Elbette bir kısım kasıtlı şeyler olabilir ama ben onları bilemiyorum, bilmem de mümkün değil biz sadece zahire bakarak hareket ediyoruz.

Çünkü bu Nur hizmetlerine darbe yapılmış ama etkilememiştir. Bölmüşler ama bölündükçe çoğalmış, darbe vurdukça kuvvetlenmiş bir harekettir. Neticede bu meselelerde samimi olanlar sonradan tekrar bir araya gelip kucaklaşmış barışmıştır. Tekrar beraber hizmete devam etmiştir.

Ama samimi olmayanlar da gerektiği şekilde cezalarını bu dünya da olmasa da ahirette çekeceklerdir.

 

Sungur abi tavizsiz bir insandır. Üstad’dan ne görmüş ne duymuşsa harfiyen uygulamaya çalışan bir insandır. Çokça hatır sayan bir insandır. Risale-i Nura hizmet eden bir kişiye çok fazla değer verir ve iltifat eder. Ama hizmete zarar verdiğini anladığı kişi veya hareketlere de adeta set olur. Özellikle değişik illerde hizmetin önünde görünüpte gençlerin önünü açmayan fırsat vermeyen, adeta hizmetin önünü tıkayan bir kısım insanlara hiddet etmişti, tavır koymuştur. Onlara zaman zaman kızdığı, sert davrandığı da olmuştur. Ama bu tamamen dediğim gibi hizmetin selameti içindir. Hizmetin sağlıklı yürümesi içindir. O kişilere ders vermek ve teyakkuza sevk etmek içindir. Uzun seneler dolaşan bir insan ve her yerde bu kabil insanlar da var. Bu insanlara hizmetin selameti için yaptığı bu sert tavırlar ister istemez birikim meydana getirdi.

 

Ayrışmanın olduğu dönemde bu insanlar fırsat bildiler. İşin doğruluğuna eğriliğine bakmadan Sungur abiyi yalnız bırakmaya çalıştılar. Ve eski o incinmişliğin karşılığını böyle bir tavır sergileyerek ortaya koydular.

Sungur abi Üstadın varislerinden biridir. O nedenle onların hizmeti son nefese kadar devam eder ve hiçbir güç onları bu hizmetlerinden alıkoyamaz. Zaten yaşananlar da bunu ispat ediyor.

O dönemde Sungur abi ile beraber olduğumuz için bizlere de çok yüklendiler. Baskı yaptılar. Ben kendi dünyamda şöyle düşündüm. “Ben bu hizmete Sungur abi sayesinde girdim, o olmasaydı belki de başka bir yerde başka bir dünyada yaşıyor olacaktım, o nedenle ne olursa olsun ben onunla birlikte kalacağım” dedim. Ve anlatılanların hiçbirine kanmadım yoluma devam ettim.

 

“CEMAAT MERKEZİ YÖNETİMDEN KURTULUYOR ADEMİ MERKEZİYET OLUŞUYOR BU DA ÖNEMLİ BİR GELİŞMEDİR.”

 

Bu olaylarda kaderin de büyük bir cilvesi var. Çok hikmetleri var. Şayet ölümünden sonra bu kabil hadiseler gelişseydi. Bu gün elde ettiğimiz tecrübeleri elde edemeyecektik. Bu hizmetin önünde görünen ama gerçekte hizmet etmeyen insanlar daha katı davranıp bir çok insanın hizmetten uzaklaşmasına neden olabilirlerdi. Meşvereti tabu haline getirip gerçekte meşveret etmeden oradan çıkan yanlış kararlarla bir takım insanları sap dışı edebilirlerdi.

Ama görüyorum ki, bu çalkalanma ve sarsıntı sonunda iller artık müstakil hizmet etmeye yönelmiş, üstadın meslek ve meşrebi daha sağlıklı bir şekilde yürüyor. İnsanlar artık hür iradeleri ile hizmet etmeyi tercih ediyor. Ademi merkeziyet şekline dönüyor. Bu netice bana göre çok önemlidir. Merkezi yönetimden kurtuluyor.

 

Bu olaylar Üstadın hizmetinde bulunmuş ağabeylerin değerini daha çok arttırdı. İnsanlar bu anlatılanlara inanmadı, aksine daha çok sevdi ve daha fazla ilgi alaka gösteriyor.

Sungur abi o dönemde çok asil davrandı hiç kimsenin aleyhinde bulunmadı. Onların yaptıklarını hoş gördü. “Varsın hizmet kuvvet bulsun bizim şahsımız önemli değil, madem bunlar sonuçta Risale-i Nur okuyorlar beni tanımaları veya bana bağlı olup olmamaları önemli değil, zaten yakın gelecekte hepimiz ahirete gidiyoruz, bunların hiçbir ehemmiyeti yok” dedi. Sonuçta, onlar da durumu farketti aleyhte olanlar da bir müddet sonra birer birer gelip Sungur abi ile görüştüler ve ondan adeta özür dilediler.

 

Sungur abiden ben çok şey öğrendim, birçok hizmet tarzı geliştirmişti onları gördüm ben de kendi dünyamda tatbik etmeye çalıştım.

Mesela, bazen duruma göre bir basit talebeye bir profesörden fazla değer veriyordu. Bunu hikmetini o anda anlamıyordum. Daha sonra bakıyorum o profesör olan kişi bir hakikat anlatıldığında yanılabiliyordu. Ama o talebe istikametini kaybetmiyordu. O zaman ilgi ve alakanın hikmetini anlıyordum.

Bir de Sungur abi Üstad’dan aldığı derse binaen o da kendi şahsına iltifat edenlere fazla ehemmiyet vermez, hizmete önem verenlere daha çok iltifat eder. Yani, bir kişi Risale-i Nur okusun ama şahsına gitmesin Sungur abi o kişiye gider ona iltifat eder onu tanıtır. Böyle bir tarzı vardır. Etikete falan hiç bakmaz daha çok hizmetle ilgilenip ilgilenmediğine bakar.

 

“ZÜBEYİR SEN EŞYALARA BAK”

 

Zaten onun bu özelliğinden dolayı Üstad bir gün Zübeyir abinin de olduğu bir ortamda “Zübeyir, sen fenafil üstad olmaya mecbursun, nasıl ki, Sungur fenafin Nur olmuş” diyor.

Bir gün Üstad ile kayıkla seyahat ederken Üstad Zübeyir abi etrafı seyrettiği bir anda başına hafifçe vurarak eşyalarını gösterip “sen bunlara bak” dedikten sonra Sungur abiye de “sen etrafı seyredebilirsin” dediğini Sungur abiden duymuştum.

Zaten daha sonra bu durum tahakkuk etmiştir. Sungur abi herkese Risale-i Nurları okumayı öğretmiştir. Bizzat derslerde herkesin eline kitap vererek uyuşuk bir şekilde dersi dinlemelerini engellemiş ve derse gelen herkesin bizzat kitaptan takip ederek Risale-i Nurları okumalarını sağlamıştır. Bugün yüzbinler onun sayesinde Risale-i Nur okuyor.

Risale-i Nurların bugün bir çok ülkeye yayılmasında da yine Sungur abinin desteği ve teşviki vardır. O yaşlı haline rağmen dış ülkelerdeki hizmetleri takip etmiş teşvik etmiş şefkatle intişarına yardım etmiştir. İnsanları sürekli daha ileriye teşvik eder. Mevcutla kalmalarına razı olmaz bir adım atsalar onlara ikinci üçüncü adımı atmalarını söyler daha ileri hedefler gösterir. Hizmetin yayılması adına her türlü teşviki ve iltifatı yapardı.

 

“ÜSTAD HEP YANINDAYDI”

 

Sungur abi ile ilgili bir hatıramı daha anlatmak istiyorum müsaade ederseniz.

Biz bir gün Patnos’a gitmiştik, oradaki vakıf kardeşlerimize tayinatlarını dağıtmak için, bir tarikat şeyhi de gelmişti, çok mübarek bir zat diye anlatıyorlardı. Sungur abi gelmiş diye de gelip bizi yolda karşılamış. Daha sonra birlikte dershaneye gittik. Ama Sungur abiye hiç yaklaşmıyor. Ders yapıldı çaylar içildi, namaz kılındı, o hep uzak duruyor, mütevazi bir şekilde dinliyor. Yalnız kalmasın diye bir kısım arkadaşlar onun etrafında toplanmıştı. Kendi kedime dedim “bu adam neden gelip Sungur abiye hoş geldin demedi, acaba o anlatılanlardan dolayı mı?”diye içimden şüphe ile baktım. Takım elbiseli, başında takke, nurani bir siması var. Tıraşlı Mübarek bir insan namaz kıldık, çay içtik, ders yapıldı bu adam hiç tavrını bozmadı.

 

Sonra bizim işimiz bitince oradan ayrıldıktan sonra odaki kardeşler bize telefon ettiler dediler ki, abi siz ayrıldıktan sonra: O zat şöyle bir mazeretini belirtti onu size anlatmamız lazım. Ben dedi, “Sungur abiye hiç yanaşamadım, nedeni İlk gördüğüm andan itibaren Üstad hep yanındaydı, ayrılana kadar da yanından hiç ayrılmadı, o nedenle cesaret edip yanaşamadım.”

 

“ÜSTAD DEDİ Kİ, SEYYİTLERDEN BİR GURUP SİZİ ZİYARETE GELECEK…”

 

Yine bir başka hatıra, bundan üç yıl önce Elazığ mevlidine gitmiştik, o mevlide Arabistan’dan Seyyitler gelmişti, namaz kılınacağı zaman içlerinde Ömer Geylani diye bir zat var. Onun imamlık yapmasını istedi, o da imamlığa geçti. Namazlar kılındı tesbihat yapıldı, yemek yenecek baktım bu zat mikrofona yöneldi ve Salih Özcan için mikrofonu açmaya çalışıyor. Arkadaşlar yardımcı olalım dediler. O da “bir şey anlatmak istiyorum müsaade ederseniz.” dedi. Halbuki Salih Özcan abi, pek konuşmayan bir insan zorlasanız dahi çoğu zaman konuşmaz böyle biri. “Bir şey söylemek istiyorum” deyince hemen mikrofonu açtılar. O da ağlamaklı bir ses tonuyla, “ben” dedi “bundan elli elli beş sene kadar evvel Üstada gittiğimde Üstad dedi ki, Seyyitlerden bir gurup sizi ziyarete gelecek, onların içiden Şeyh Abdülkadiri Geylaninin neslinden biri de size imamlık yapacak” demişti. Ben bu hatırayı şimdiye kadar kimseye anlatmamıştım. Çünkü, bu sözünün nasıl tahakkuk edeceğini bilmediğim için anlatamamıştım ama şimdi bu sözü tahakkuk etti o nedenle ben de simdi size bunu anlattım.”

 

Üstadımızın sözünün elli sene sonra çıkmış olmasını orada hep birlikte müşahede etmiştik.

Hizmet ettikçe ve hizmet için dolaştığımız yerlerde bu kabil hadiselerin bir çoğuna rastlıyoruz. Özellikle Arap Alimlerinin Üstadı medih ve sena edişlerini dinleyince bazen şüpheye düşüyoruz. Acaba biz Risale-i Nuru anlamıyor muyuz ki, bunlar gibi anlatmakta aciz kalıyoruz. O Arap alimleri o kadar harika tespitlerde bulunuyorlar ki, biz şaşa kalıyoruz. Senelerce okuduğumuz bu eserlerden bazı hakikatleri çıkaramadığımızı görüyoruz. O hakikatleri onlar tespit ediyor ve bizlere de anlatıyorlar. Bizler baka kalıyoruz.

 

Mesela, Kahire Edebiyatçılar Birliği Başkanı Abdulmunim Yunus şöyle demişti “Siz bu Risale-i Nurlardan başka kitap okumayın, okumanıza da gerek yok, çünkü Selef-i Salihinin kitaplarında yazılan her şeyin hulasası Risale-i Nurda mevcuttur.” Ben düşünüyorum bu tespiti nasıl yapmış diye şaşırıyorum. Çünkü, bu tespiti yapmak için o kitaplardaki her şeyi bilmek gerekiyor. Demek ki, bu insan biliyor ve bilerek konuşuyor. İşte biz bu tespiti yapamayız. Zira biz o kitaplardaki bilgileri bilmiyoruz. Kıyas yapma şansımız yok. Ama böyle bir insandan bu şekilde bir tespit duyunca da Rabbimize şükrediyoruz.

 

RİSALE HABER ÇOK GÜZEL HİZMETLERE VESİLE OLUYOR

 

Siz anladığımız kadarıyla Sungur abi ile beraber gerek yurt içinde gerekse yurt dışında bir çok yeri geziyorsunuz. İnsanlarla buluşuyorsunuz. Geziniz esnasında Risale Haber ile ilgili ne tür izlenimleriniz oldu. Veya herhangi bir tepki aldınız mı?

 

Gezdiğimiz yerlerde ve çevremizdeki insanlardan aldığım izlenimler şöyle: her şeyden evvel çok güzel hizmetlere vesile oluyor. Site mükemmel, oluşturduğu çizgi açısından bakıldığında her türlü ihtiyacı karşılayacak kadar dolu ve hareketli. Özellikle “Üstad ve Risale-i Nur nerdeyse biz oradayız” sloganı çok güzel. Hiçbir ayırım yapmadan tüm cemaatlere eşit bir mesafede durması, yapılan her faaliyeti kendi faaliyeti imiş gibi aktarması büyük hizmete vesile oluyor.

 

Ayrıca Üstad ve Talebeleri ile ilgili hatıraları ve röportajları yoğun bir şekilde yayınladığınız için de ayrıca teşekkür ediyoruz.

 

Risale Haber bu yayını ile şu gerçeği herkese göstermiş oldu. Nur cemaatleri ayrı ayrı da görünse, bölünmüş bir izlenimde verse netice de büyük bir aile olduğunu gösterdi ve ispat etti. Bu bana göre çok önemlidir. Bütün Nur Talebeleri aslında bir çatı altıda yaşayan bir aşiret gibi olduklarını aleme ilan etmiş oldu. Bu nedenle bu siteye emeği geçenleri tebrik ediyoruz. Emeği geçen kardeşlerimizden, ağabeylerimizden Allah razı olsun. Bu kabil hizmetlerinin devamını diliyoruz.

 

 

II. BÖLÜM

Bediüzzaman Said Nursi’nin akrabası Sabri Okur...

“SAİD’İN DEDESİ OLMAYI BU MAKAMA TERCİH EDERİM”

Ben tekrar Nursa dönmek istiyorum. Gavsi Hizani diye şöhret bulmuş bir zat ile ilgili bir hatıradan bahsetmek istiyorum.

Üstad henüz dünyaya gelmemiş, Sofi Mirza bir gün bu zatı ziyarete gidiyor. Medreseye ulaştığında kapıdakilere “ben Gavs ile görüşmek istiyorum” diyor. Onlar da “Gavs, şu anda halifeleri ile çok önemli bir toplantı halindedir, katiyen seninle görüşemez” Bunu üzerine Sofi Mirza onlara “siz kendisine söylüyorsanız söyleyin yoksa ben içeri girip kendim görüşme talep edeceğim, çok önemli bir hususu kendisi ile görüşeceğim.” diyor. Bunu üzerine onlar “biz söyleyemeyiz, sen kedin giriyorsan gir” onlar Gavs’ın onu kabl etmeyeceğini ve kovacağını düşünüyorlar. Onun üzerine bu içeri giriyor.

Gavs, Sofi Mirza’nın içeri girdiğini görünce hemen ayağa kalkıyor. Ve güzel bir şekilde hoş geldin dedikten sonra da getirip yerinde oturtuyor. Ona fazlasıyla hürmet ediyor, hatta ona bir de koç kestirip şerefine ziyafet veriyor. Ve görüşme yaptıktan sonra ayrılıyor.

Gavsın halifelerinden biri aslında onun yanına onu ilzam için gelmiş birisidir. Yani, ilzam edeceğim diye gelmişken onun büyüklüğü karşısında dayanamayıp ona talebe olmuş biridir. Bu durumu görünce Sofi Mirza oradan ayrıldıktan sonra “Seyda” diyor “sen böyle köylü birinin önünde nasıl ayağa kalkarsın ve ona hürmet edersin, herhangi bir sofi işte.”

Gavs o Medresenin adeta bugünkü tabirle rektörü makamında biri ve yanına köylülerden bir geliyor. Böyle birinin önünden kalkması ve ona makamını vermesi ve makamına oturtması görülmemiş duyulmamış bir durum.

Gavs onun bu sorusuna karşı şöyle cevap veriyor. “Bu sofi dediğin kişinin sülbünden/neslinden öyle bir zat dünyaya gelecek ki, ben onun ceddi/dedesi olmayı bu makama tercih ederim.” diye cevap veriyor. Bu durumu anlatan farklı bir anekdot malum Tarihçe-i Hayatta da var.

“TALEBELERİN TİKSİNDİĞİ YÜZÜNE BAKMADIĞI YAŞLI BİR İNSANI, ÜSTAD KENDİ KAŞIĞI İLE DOYURUYOR”

Üstad Doğubeyazıt da Şeyh Celali Hazretlerinin yanına gittiğinde önemli bir hadise cereyan ediyor:

Bir gün yemek esnasında kapı çalınıyor. Yemek dediğimiz o günün şartlarında Medreselerde pişen en önemli yemek çorbadır, yanında ekmekle birlikte karın doyurmaya yetiyor. Yemek esnasında çalınan kapıdan içeri bir pirifani yaşlı bir kişi giriyor. Bu ihtiyar öyle bir durumda ki, ağzından burnundan sular akıyor. Kirli mi kirli pis mi pis bir durumda. Bunu gören talebeler onun bu halinden tiksinerek yüzlerini başka tarafa çeviriyorlar.

Üstad ise bu misafiri görünce yerinden kalkıp yanına gidiyor, kolundan tutarak yanına oturtuyor ve kendi kaşığı ile –o günün şartlarında her kişinin bir kaşığı var- bir kaşık onun ağzına koyuyor, bir kaşık kendi ağzına o şekilde kendi çorbası ile onun karnını da doyurmuş oluyor. Onun o haline hiç aldırış etmiyor.

Bunu üzerine o ihtiyar “Said” diyor. “Beni doyurdun Allah senden razı olsun bari beni kapıya kadar da yolcu et, ben artık gideceğim.” Üstad kalkıyor onu kapıya uğurlayacağı anda talebelerden Hasan isminde biri “Said” diye sesleniyor, bişey sormak için sanırım. O da ona dönüyor bakıyor. Geri tekrar ihtiyara dönünce bakıyor ki ihtiyar ortada yok. Peşinden dışarı koşuyor, sağa sola bakıyor ama nafile adam kaybolmuş.

Bu hadisenin ravisi yani bugüne kadar nakleden kişi Said Ramazan El Buti’dir. Bu zat Üstad’ın eniştesinden (Hanım’ın kocasından) Said Efendiden dinlemiş. Yani bu olayın sıhhat derecesi sağlamdır.

Bunun gibi Üstad ile ilgili doğduğu köy ve civarı köylerde anlatılan çok harika haller ve menkıbeler var. Bunların çoğunu yazıya dökmemişler, dilden dile dolaşan harikalardır. İşte benim anlattıklarım bunlardan aklımızda kalanlardır.

ERMENİLERİN ÖKÜZÜNÜ ÖLDÜRENE TEPKİ

Mesela, yine duyduğumuz bir başka hadise, Birinci Dünya Savaşı esnasında Üstad bir gün Nurs’a geliyor. Nurs’un o dönemde çevre köylerinin bir kısmı Ermenilerden oluşuyor. Yani devlete cizye veren ve zimmi olarak yaşayan Ermeniler. Savaşın belirdiği günlerde yakın köylerden birinde Ermeniler toplanıp silahlanıyor ve çevreden askerler topluyorlarmış, demek ki, onlar böyle bir savaşın çıkacağını önceden haber almışlar.

Üstadın olaydan haberi var. O nedenle kendi köylüsüne biran evvel köyü terk etmelerini istiyor. Ama köylü buna razı olmuyor. Nedeni olarak da “biz Ermenilerle hep beraber yaşadık, çocukluğumuzdan beri biri birimizi tanırız bize bir şey yapmazlar, bizim onlarla en küçük bir husumetimiz yok ki” diyorlar. O nedenle Üstadın ikazına aldırmıyorlar. Babası bile köyden ayrılmıyor.

Üstad bu ikazı yaptıktan sonra köyden ayrılıyor. Başka bir yere bir iş nedeniyle gidiyor. O arada Ermeniler gelip köyden 33 erkek alıp götürüyorlar. İçlerinde benim dedem de var. Üstadım amcazadesi Kasım da var. Babası yaşlı olduğundan yürüyemediği için götürmüyorlar. Bu hadiseyi babam şöyle anlatmıştı. “Ben küçük yaşlardayken gelip tarlada çalışan babamı diğer köylülerle alıp götürdüler”

Bu köylüleri alıp Müküs’e (Bahçesaray) götürüyorlar. Götürürken yolda bir nehir üzerinden geçmeleri gerekiyor. Kırmızı adlı bir köprü var onun üzerinde geçerken bunların tümünü orada kılıçtan geçirip köprüden nehre atıyorlar.

Savaş çıktıktan sonra Üstad tekrar gelip dört ay süreyle Nurs’ta kalıyor. Orada bir takım asker toplanıyor savaşa katılmak üzere. Üstad da onlarla beraber hazırlanıp yola çıkarken Müslüman askerlerden biri Ermenilerin bir öküzünü öldürüyor. Üstad bu olaya çok sinirleniyor. O askere kızıyor. “Bu öküz sana ne yapmıştı ki, öldürdün” diyor ve “ben sizin gibi insanlarla savaşa gelmem” diye geri dönüyor. Ne yapıyorlarsa ikna edemiyorlar. Tam bu esnada bir kurşun gelip o öküzü öldürenin başına isabet ediyor ve oracıkta ölüyor. Üstad da bu olaydan sonra tekrar savaşa katılmak üzere gidenlere katılıyor.

Yine şu anda rahmete gitmiş olan yaşlı bir köylü anlatmıştı. “Savaş esnasında Üstad tam bir silahşör gibi giyinmişti. Yöre kıyafeti ama savaş elbisesi şeklinde bir giyim tarzı ile giyinmişti. Elinde silah dolaşırken kendisine dedim ki, ben o zaman küçük bir çocuktum. “Bu silah bende olsa hiçbir düşman karşımda duramaz” ben öyle deyince baktım hemen silahı bana verdi dedi. “al silah senin olsun”. Aldım baktım silah çok ağır “yo yo ben bu silahı taşıyamam” dedim geri kendisine verdim.

Nurs’ta bulunduğunuz çocukluk dönemlerinizde köy halkından Üstad ile ilgili herhangi bir şey duymuş muydunuz? Köylü Üstad’dan nasıl bahsederdi?

Bizim orada çok güzel bir adet var. Bu adet hala devam ediyor. Köylüler herhangi bir konuda yemin etmeleri gerektiğinde Üstad’ın adına yemin ederler. Şöyle “Molla Said hakkı için bu böyle olmadı veya oldu” gibi. Biri bir şey anlatsa onu yemine verdirdiklerinde “Molla Said adına yemin et doğru mu söylüyorsun?” derler.

Biz dünyaya geldiğimizde evimizde Risale-i Nurlar vardı. Yani biz nurlarla haşir neşir olduk. Bizim küçüklüğümüzde şimdiki gibi Nurs’a gelen giden olmazdı. O nedenle Nur talebelerini pek fazla tanımazlardı. O günlerde doğru dürüst yol da yoktu yani gelmek isteyen de yolun olmaması nedeniyle gelmekten vazgeçiyordu. Köyümüzün yolu yakın geçmişe kadar hayli kötü idi, adeta dağları aşar gider gelirdik, uçurumların tepesinden geçerdik. O nedenle gelen giden olmadığından köylüler Üstadı uzaktan uzağa bir efsane gibi duyarlardı.

Ben ilkokula başladıktan okuma yazma öğrendikten sonra Risale-i Nurlar dikkatimi çekmişti. Kırmızı olması da cezp ediyordu. Külliyatın içinde küçük hacimli olduğundan alıp ilkönce Muhakematı okumuştum, ablamla beraber okumuştuk. Ama ancak yarısına kadar okuyabilmiştim.

“SUAT ÜNLÜKUL’UN DÖRT YIL YATAN BİR KÖYLÜYE DÜA ETMESİYLE İYİLEŞMİŞTİ”

Yine o dönemde şöyle bir harika hal cereyan etmişti. Şöyle ki; Suat Ünlükul abi (Allah rahmet etsin) bir gün Hizan’a gelmiş bizde kalmış ve daha sonra da Nurs’a gitmişti. O Nurs’ta iken şöyle bir hadise cereyan etmiş. Ben o zaman çocuktum o nedenle duyduklarımı anlatıyorum.

Nurs’ta köylülerden biri oğlu askere gittiği için onun acısına dayanamayarak damdan kendini aşağı atmış, ayağını kırmış. Yaşlıda biri, aldığı yaradan dolayı adeta ölü gibi tam dört yıl yataktan çıkamıyor. Bitkisel hayatta yaşayan bir insan gibi hergün çorbasını ağızdan veriyorlar. Öyle yatakta hayatı devam ediyor. Haliyle vücudu hayli zayıf düşüyor. Akrabaları da bugün yarın ölümünü bekliyorlar. Ölünün mezardan dirilip kalkacağına inanırlar ama bunun tekrar sağlığına kavuşup ayağa kalkacağına inanmazlar. O kadar kötü bir durumda.

Suat abi köye gittiğinde ona bu hastadan bahsediyorlar ve dua etmesini istiyorlar. O da gidip o hastayı ziyaret ediyor ve ona dua ediyor. O gittikten üç gün sonra bu yatalak hasta birden dirilip ayağa kalkıyor. Kalkar kalkmaz çocuklarından su istiyor. “Çabuk bana su getirin üç gündür namaz kılamadım namazlarım geçiyor, hemen abdest alıp namaz kılmam lazım.” Çocuk bunun üzerine gidip köylüye haber veriyor “dedem kalktı” diye inanmıyorlar, hatta tabutunu hazırlayalım “herhalde ölüyor” diyorlar. Fakat yanına geldiklerinde bakıyorlar ki, hakikaten kalkmış oturmuş ve sağlıklı bir şekilde duruyor.

Askere gitmiş olan oğlunu görünce “oğlum sen askere gitmemiş miydin ne zaman geldin”. O da “baba” diyor. “ben üç yıldır askerliğimi bitirmişim.” İnanamıyor, “ben üç gündür yatıyorum sen ne çabuk gittin geldin” diyor. “Hayır” diyor “baba sen tam dört yıldır yatıyorsun.” Yani onu ikna edemiyorlar. O kendisini üç gündür yattığını biliyor.

Demek ki bir kısım insanlar için berzah alemi böyle geçecek, yani Adem (AS) zamanından beri ölüp kabre girenler belki de uyandıklarında birkaç gün kabirde yaşadıklarını sanacaklar değil mi?

Orada ondan soruyorlar “sen nasıl olduda iyileşip ayağa kalktın?” diye soruyorlar. O da, “nasıl kalktığımı bilemiyorum ama baktım Üstad gelmiş, ona dedim ki, “Seyda ben hastayım bana dua et” dedim, baktım o bana dedi “senin bir şeyin yok kalk” dedi ben de hemen kalktım”

Sonraki dönemlerde Nur Talebelerinin köyümüze gelmesi sıklaştı köyde dershaneler yapıldı. Köylü yavaş yavaş onları ve Üstadı daha iyi tanımaya başladılar.

Çocukluk yıllarınızda Üstad’dan bahsedilirdi diyorsunuz. Üstad sizin için veya köylü için neyi ifade ediyordu?

Benim küçüklük yıllarımda biz Üstadı bir büyük alim olarak biliyorduk. Dünyaca meşhur bir zat diye bilmiyoruz. Çevredeki alimler gibi biri olarak biliyoruz. Ben mesela bir büyük insan duysam imrenirdim bu falan ilin filan köyünden çıkmış diye. Daha sonra Üstadı yakından tanıyınca hayli duygulanmıştım hala da iftihar ediyorum ki, bizim köyümüzden böyle bir güneş çıkmış ve alemi aydınlatmış. Artık hiç kimseyi kıskanmıyorum çünkü biliyorum ki, en büyüğü bizim köyden çıkmış.

Yani, çok garip bir olay karşısında “Aman Allahım derler ya” inanamazlar ben de hala öyleyim, hala inanamıyorum ki, bu zat bizim köyden çıkmış. Hatırladıkça yerlere göklere sığmıyorum.

Bizim Nurs köyünün önemli bir özelliği var. Köyde yaşayanlar birbirlerine kardeş gibi bakarlar ve öyle muamele ederler. Bununla ilgili bu iddiamı teyid eden bir hatıra anlatmak istiyorum. Bu hatırayı Sungur abiye de anlatmıştım onun da çok hoşuna gittiğinden seyahatlerimiz esnasında birkaç yerde bana bu hadiseyi anlattırmıştı.

Daha önce belirttiğim gibi Nurs’ta üç mahalle ve dolayısıyla üç kabile var. Bu üç kabile veya aile veya aşiret ne derseniz deyin üçüde birbiri ile kardeş gibi geçinir giderler. En küçük bir problem yaşanmaz. Hatta şimdi biribirlerinden kız alıp verdikleri için akraba da olmuşlar.

Köy muhtarı bizim akrabalardan değil, diğer ailelerden biridir. Bir defasında köyümüze devlet tarafından bir ödenek tahsis ediliyor. Tahsis edilen bu ödeneği Muhtar güzel bir şekilde sarf edememiş, Yani köyün önceliklerini tespit ederken sağduyulu hareket etmemiş. Önceliği olmayan işlere harcamış. Bunun üzerine bizim akrabalardan biri ona “neden böyle yapıyorsun?” diye sorunca o da “ben bu köyün muhtarıyım, yetkiliyim kimse bana hesap soramaz?” diye biraz ters bir cevap vermiş hulasa biraz tartışmışlar. Tartışma uzuyor muhtar dört beş akrabası ile bizim o akrabayı dövüyorlar. Köy yerinde bir anda hadise duyuluyor ve bütün köylü sokağa dökülüyor kadın kız herkes koşuşturuyor. Akrabalardan yiğit biri o esnada bahçede namaz taşının üzerinde namaza duracak. Gürültüyü duyunca telaşlanıyor ve ne olduğunu merak ederek çıplak ayakla koşup olay yerine geliyor.

“ÜSTADIN AKRABALARINA KURŞUN SIKAN AİLENİN BAŞINA GELMEDİK KALMADI”

Bakmış dört beş kişi bir kişiyi dövüyor. Aslında muhtarı seven biri. Şayet denk bir dövüş olsa ayıracak. Ama böyle dengesizce bir dövüş olduğunu görünce gitmiş tuttuğunu kenara fırlatmış ve en son muhtarı yakalayıp iyice bir dövmüş. Dedim ya yiğit ve güçlü bir insan. Onlar korkup dağılınca bu da köy yeri nasılsa dövüşürüz, barışırız biter sanmış ve evine gelmiş. Ama, muhtar ve akrabaları bu durumu kaldıramamışlar. Gidip evde ne kadar silah (kalaşinkof gibi silahlar)  varsa alıp gelmişler. O tarihte de PKK’nın hayli hareketli olduğu dönemler her evde bolca silah var.

O arada bizim akrabalar da merakla bizim tarlanın başında toplanmış yüz kadar insan çoluk çocuk kadın kız herkes orada kavganın kritiğini yapıyorlar. O esnada Muhtar ve akrabaları ellerinde silah gelip bu kalabalığın önünde duruyorlar aralarında elli metre mesafe ancak var. Birden kurşun yağdırmaya başlamışlar belki yüzlerce mermi atmışlar.

Ninem hadiseyi anlattığında “kurşunlar başımızın üzerinde adeta yağıyordu, her tarafımızdan kurşunlar geçiyordu.” Gariptir ki, o kadar yakın mesafeden o kadar kalabalık kişilerin üzerine mermi yağdırdıkları halde sadece iki kişiye isabet ediyor. O da kurşunu biri birinin kolunun arasından sıyırıp geçiyor, bu çocuk aslında Nurs’lu değilmiş, başka bir köyden gelmiş bir misafir imiş. Diğerini ise biraz yaralamış. Ama diğer insanların hiçbirine bir şey olmamış. Ninemin eteği delik deşik olmuş kendisine isabet eden kurşunların hepsi eteğini delip geçmiş vücuduna tek bir kurşun isabet etmemiş.

Bir kadının yaşmağını kurşunlar simsiyah etmiş yanı başını sıyırıp yaşmağını simsiyah ettiği halde hiçbir zarar vermemiş. Ardından olay jandarmaya intikal ediyor, karakol olaya el koyuyor, bunlar kaçıyorlar. Sonuçta bunların hepsini toplayıp Hizan’a karakola getiriyorlar. Bizim akrabalar silah kullanmadığı için bizimkilere bir şey yapmıyorlar onlardan beşini Bitlis’e gönderip hapse atıyorlar. Onlar hapisteyken onların Adana’daki akrabaları (Adana’da Nurs’lu çok var) olayı duyuyor ve kendi aralarında bolca para toplayıp bir minibüs insan yola koyulup geliyorlar. Avukat tutup akrabalarını kurtarmak için.

Diyarbakır’a yaklaştıklarında tedirgin olmaya başlıyorlar “PKK yolumuzu keserse üzerimizdeki bu paraların hepsini alırlar” diye tedbir olsun diye paraları minibüsün içinde zula bir yere saklıyorlar. Diyarbakır’a az bir mesafe kala bu minibüs, son model, yani yeni araba birden alev alıyor. O kadar insan canlarını zor kurtarıyorlar. Gözlerinin önünde araba yanıp kül oluyor. Paralar da arabada olduğu için hepsi yanıyor ortada kalıyorlar.

Mecburen tekrar Adana’ya telefon ediyorlar. Oradaki akrabalara durumu bildiriyorlar. Onlar da bu defa bir taksi ayarlıyorlar ve hemen yola çıkıyor. Bu defa bu taksi daha ikiyüz km gitmeden dört tekerleği birden gümlüyor. Dört tekerin birden patladığı vaki değildir. Her neyse. Arabadan iniyorlar bu hadise karşısında şaşkına dönüyorlar.

Kendi aralarında “bu olayda bir şey var biz çarpıldık” diyorlar ve gitmekten vazgeçiyorlar. Diğerleri de yardım gelmeyeceğini anlayınca Diyarbakır’dan geri dönmek zorunda kalıyorlar. Bunun üzerine köydeki akrabalarından biri bir taksi kiralıyor, Tatvan’a gidip avukat tutacak akrabalarını mahkemede savunmak için. O da henüz Hizan sınırını geçmemişken arabası takla atıyor ve parçalanıyor. O da muvaffak olamıyor.

Yine onlardan biri bir gün bizim akrabaların aleyhinde konuşuyor. Dedikodumuzu yapıyor atalarımızın aleyhinde atıp tutuyor. O da ertesi sabah kalkıyor aynaya bakıyor ki, ağzı kulağına gitmiş yüzü felç olmuş konuşamıyor. Yanlış yaptığını anlıyor tövbe istiğfar ediyor daha sonra düzeliyor.

Yine onlardan biri aynı şekilde bizimkilerin aleyhine konuşunca onun da ahırda atı ineği çifteleyerek öldürüyor. Bir atın ineği çiftelediği hiçbir zaman vaki değilken orada böyle bir hadise yaşanmış. O gün için inek bir servet sayılır, köylü zaten fakir.

Hulasa o olaydan sonra çok musibetlere duçar oluyorlar. Bir çok menfi hadise yaşıyorlar. Nihayet akılları başlarına geliyor. Yanlış yaptıklarını anlıyorlar. Tokat yedik deyip bu düşmanlığı sürdürmekten vazgeçiyorlar.

Bir müddet sonra bizimkiler baktılar ki, bunların başına çok musibet geldi. O nedenle acıyıp davalarından vazgeçtiler. Bizimkiler davalarından vazgeçince bunlar bir müddet yattıktan sonra çıktılar.

Onun üzerine bunlardan bir kadın “kocalarımız serbest bırakıldı” diye sevinip havaya kurşun sıkıyor. O esnada kadın birden fenalaşıyor hastaneye kaldırıyorlar fakat daha hastaneye yetişmeden ölüyor.

Bütün bu olaylar onların aklını başlarına getiriyor ve barışıyorlar. Şimdi kardeş gibiler, bazen soruyorum “herhangi bir sorun olmadığını söylüyorlar.”

Zaten şu anda köyde yeni nesil Risale-i Nurları biliyor. Hepsi (en düşüğü) dosttur. Risale-i Nura muarız kimse kalmadı. Özellikle akrabalarımızın hepsi Risale-i Nurları ve Üstadı çok sever ve okuma yazması olanlar okurlar.

Bediüzzaman Hazretlerinin gerçek mahiyetini ne zaman ve nasıl öğrendiniz?

Şöyle ifade edeyim benim bir akrabam var amcaoğlu, hem de eniştem, Abdulbaki isminde şu anda kırkbeş-elli yaşlarında var. O zaman yirmi yaşlarında iken Bitlis’te Hoca Yusuf diye bilinen bir Nur Talebesinin yanında kalıyormuş. Bir gün orada kalan diğer talebeleri “Üstad Mehdidir” deyince birden afallıyor. Kendi kendine diyor “bu Nurcular sapıtmış, eğer Yusuf Hoca da dese Mehdidir ben onu öldüreceğim.” Yani o dönemde en bilgilimiz bu şekilde biliyor Üstadı, bir köy hocası gibi biliyoruz. Ama daha sonra Risale-i Nurları okuyunca ondaki hakikatleri anladığımızda Üstadın mahiyetini de anlamış olduk.

Ben de öyle anladım, yani Risale-i Nurlardaki hakikatleri anlamadan Üstadı tanımak mümkün değil. Söylense de inanmıyorsunuz. Yani, inanamıyorsunuz, sizin köyünüzden bir hoca çıkıyor ve dünyaya İslamın hak ve hakikatini anlatacak bunu anlamak çok zordur. Ama Risale-i Nurları anladıktan sonra gayet normal olduğunu görüyorsunuz.

Öğrendikten sonra neler yaşadınız, nasıl bir halet-i ruhiyeye girdiniz? Kendi akrabanızdan birinin böyle bir mazhariyete nail olması sizi nasıl etkiledi? Biraz o günlerdeki hislerinizden bahseder misiniz?

Ben İstanbul’a geldiğimde içimden hep bunlar geçiyordu “tamam ben kan bağı olarak Üstadın akrabasıyım, ama acaba manen de ona hakiki talebe ve akraba olabilir miyim?” diye hep kendime sormuşumdur. Hep üzülürdüm “ben onun akrabasıyım ama ona layık olamadım” diye çok endişe ediyordum. Bu duygudan ve endişelerden hiç kurtulamıyordum.

Bir gün Sungur abi ile arabada gidiyoruz. Sungur abi döndü yanımızdaki diğer arkadaşlara “bu Sabri kardeş üstadın hem maddi hem manevi akrabasıdır” dedi. Elhamdulillah o gün çok rahatlamıştım. Ondan sonra o endişeden kurtuldum.

Bir yayın kuruluşu benimle röportaj yaparken bana sormuştu “Üstada akraba olmanız size ne kazandırdı? Diye. Ben de o gün ona şöyle cevap vermiştim. Üstada akraba olmam bana Risale-i Nurları tanımama vesile oldu. Bundan daha büyük kazanç olamaz.”

Ben bakıyorum bir çok insan var ki, benim gibi akrabası mübarek bir zat ama kendisi gayet lakayt ve ilgisiz. Ama bazı Nur Talebesine bakıyorum hiçbir maddi yakınlığı yok ama o kadar temiz, güzel ve halis ki, o zaman diyorum ki, akrabalığın hiçbir önemi yok önemli olan bu hakikatleri anlayıp yaşamaktır.

Sadece şunu kabul ediyorum. Şayet akraba olmasaydım belki de bu kadar sahiplenmezdim ve diğer insanlar gibi lakayt kalabilirdim. O yüzden bu anlamda akraba olmamı önemsiyorum. Ama sonuçta Allah çalışana veriyor. Gayret gösterene veriyor. Takva olana veriyor.

Onun için benim için en büyük bahtiyarlık Üstada akraba olmak değil en büyük bahtiyarlık o akrabalık aracılığı ile o Nurları tanımamdır. Bu benim için en büyük bahtiyarlıktır. Yani gerçek akrabalık ona hakiki dost ve talebe olmaktadır. Bazen de tersinden düşünüyorum. “Ben Üstadın akrabasıyım bu kadar önemli bir zatın yakınıyım o halde ona layık olmalıyım, acaba ona layık bir talebe olabiliyor muyum? Yapmazsam akraba olduğum için ben daha çok mesul olurum” diye de endişe ediyorum.

 

I. BÖLÜM:

 

 

Sabri OKUR?

1975’te Nurs’ta doğan Sabri Okur, ilk ve ortaokulu Hizan’da tamamlar. Bitlis’te İman Hatip Okuluna kaydolur, ilk dönemi Bitlis’te ikinci dönemi ise Siirt’te tamamlar. Mezun olunca Aynı yıl 1993’te Hizan’a ailesinin yanına döner.

Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur’un teşviki ile İstanbul’a gelir ve orada üniversiteye hazırlanmak niyetiyle dershanede kalmaya başlar.

 

“Üniversiteye gidersem Mustafa Sungur ağabeyden ayrılmak zorunda kalırım sonra da işe girerim, çoluk çocuğa karışırım bu fırsat elimden kaçar” düşüncesi ile Üniversiteye gitmez.

Ve o gün bugündür çoğu zaman Mustafa Sungur ağabey ile beraber 16 yıl geçirir. Hala da Mustafa Sungur ağabeyin yanında ona ve Risale-i Nura hizmetle meşguldür.

Bunu şöyle ifade eder: “Bu süre içinde (bir iki seyahati hariç) Sungur abinin tüm seyahatlerine katıldım. Son dönemlerde daha çok yurt dışı seyahatleri oluyor. Birlikte gidiyoruz. O nerede ben orada...”

 

BEDİÜZZAMANLA AMCAZADEYİZ

 

Okur soyadı bize Bediüzzaman’ı hatırlatıyor. Akrabanız mı?

 

Nurs’taki akrabalarımıza “Okur” soyadı verildiğinde Üstad’a da bu soyadı veriliyor. Yani, biz akrabayız. Ya önce Üstad’a verilmiş daha sonra bize verilmiş veya önce bizim köydekilere verilmiş daha sonra Üstada verilmiş. Çünkü, Üstad o dönemde batıda yaşıyor. O nedenle kime önce verilmiş bilemiyorum.

 

 

Biraz Okur ailesinden bahseder misin?

 

Nurs köyünde üç mahalle var. Aynı zamanda bu üç değişik aile demektir. Bu üç mahallede oturanlardan iki aile dışarıdan gelmiş. Bizim aile ise oranın ilk ailesidir. Yani o köyü kuran aile bizim ailedir. Belki biz de dışarıdan gelmişiz ama ilk o köyü kuran bizim ailemizdir. İşte bu ailenin tüm fertleri Üstadın dedesinde birleşiyor. Yani biz de Üstad ile dedesi seviyesinde birleşiyoruz. Üstad ile akrabayız.

 

Üstadın babasının adı Mirza (sofi), onun babasının adı Ali’dir. Ali aynı zamanda benim dedemin dedesidir. Yani biz Üstadın amcazadesiyiz. Amcasının torunlarıyız.

Üstadımıza kadar Nurs ve civarı köyler ilim yuvası imiş. Mesela Risale-i Nur’da Gavsi Hizan lakabıyla geçen (Asıl adı Seyyit Sıbğatullah’tır) o büyük zat bizim o yörenin bir insanı. Onun Oğlu Seyyit Nur Muhammed, Üstadımız onun yanında bir müddet tahsil görmüş.

 

ÜSTADIN 2 YAŞINDAKİ HATIRASI

 

Üstadın çocukluğundan başlayalım isterseniz?

 

Olur daha iyi olur. Üstadımız Nurs’ta güzel bir bahar mevsiminde dünyaya geliyor. Bütün çocuklardan farklı olarak gözlerini ağlamadan hayata, hayretle açıyor. Bir nevi tefekkür eder şekilde. İki üç yaşlarındayken de pencereden ayrılmadığı söyleniyor. Devamlı olarak ağaçları, bahçeleri ve bahçe içindeki, çiçekleri ve kuşları seyretmek istiyor. O nedenle de devamlı olarak pencereye çıkıyor.

O zaman anne ve babası da aşağı düşmesin diye sürekli takip ediyor. Pencerenin yeri yüksek olmasından düşer korkusu ile almak isteseler de o bir türlü oradan uzaklaşmazmış.

 

Bir defasında Sungur abi anlatmıştı:

“Bir gün biz Üstad ile bir ağacın altında otururken baktık ağaçtan bir yaprak koptu yere düşünceye kadar dikkatle o yaprağa baktı ve bizim dikkatimizi o yaprağa çevirerek: “Ben iki yaşımdayken” dedi. “Anam tandırda ekmek pişiriyordu o esnada baktım ağaçtan bir yaprak koptu ve yere düştü, şimdi dikkat ediyorum bu yaprak o yaprağa benziyor” demişti. Ve bize daha iki yaşındayken Sanat-ı İlahiyeyi ne kadar dikkatle takip ettiğini anlatmıştı.”

 

Nurs konumu itibariyle iki dağın arasında, vadi içerisinde bir köy. O nedenle bahar aylarında şiddetli yağmur yağması durumunda, dağ tepelerinde erimemiş karların biranda erimesi sonucu taşkına neden oluyor. Çoğu zaman bu taşkın köyün içinden geçen dere üzerindeki köprüyü alıp götürüyor. Şayet köprü üzerinde veya dereye yakın bir yerde biri varsa dikkat etmezse bu ani gelen sel onu da alıp götürür. Hatta sanırım Üstadın kız kardeşi Dürriye de bu sele kapılanlardan, yani boğularak şehit olmuş. Nurs’un bu durumu anlatacağım hikaye ile ilgili olduğundan önemli diye anlattım.

 

“ANA KORKMA SAİD YANINDADIR”

 

Bu anlatacağım hikâyeyi bana bugün hala hayatta olan bir halam var ondan naklediyorum. O da bu hikâyeyi kendi kaynanasından naklediyor. Gelin gittiğinde kaynanası çok yaşlı bir kadın, Nuriye (Üstadın annesi) hanıma da arkadaşlık yapmış o şunları anlatmıştı.

 

(Kaynanası, Bediüzzaman Said Nursi'nin Annesi Nuriye Hanım'ın arkadaşı olan Hanımefendi) 

 

 

“Nuriye hanımla biz bir bahar günü pancar toplamaya gitmiştik. Said o zaman dört beş yaşlarında onu da yanında getirmişti. Hava biraz bulutlu olduğundan Nuriye Hanım bir ara tedirgin oludu. Yağmur yağarsa taşkın olur köprü yıkılır ve biz orada mahsur kalacağız diye telaş etmişti. O bunu söyleyince baktım o küçük Said döndü dedi “Anne korkma Said yanınızdadır. Hiç bir şey olmaz.” O ne kadar tekrar etse Said de aynı şeyi tekrar ediyor. “Anne korkma Said yanınızdadır.” diye cevap veriyordu.” Hakikaten onun dediği çıktı ve biz o gün çok kolay bir şekilde köye dönmüştük.

 

Yine onu anlatan köylülerin dikkatini çeken bir özelliği de Üstad 5-6 yaşlarına girdiğinde artık köyde fazla durmuyormuş, aynen ileri yaşlarında olduğu gibi sürekli dağlara çıkıyor ve dağ tepelerinde dolaşıyormuş. Hatta bu durumundan dolayı cinlerle irtibatı olduğunu sanıyorlarmış. Hiç korkmadan dağlarda dolaşınca hatta bazen dağlarda geceyi de geçirince böyle bir dedikodu yayılmış Nurs köyünde.

 

Yine bir gün dedem anlatıyordu:

“Ben Üstadı görmemiştim ama Üstadın babasını görmüştüm. O zaman Hanımı vefat etmişti. O nedenle annem ona yemek gönderirdi. Evde ne yemek pişse bir tabak doldurur bana verir ben de ona götürürdüm. Sofi Mirza daima evde sedirin üzerinde otururdu, yani yüksekte oturmayı tercih ederdi. Annem genellikle süt çorbası pişiriyordu, o zamanın imkanları ile götürdüğüm çorbanın tamamını yemezdi ben küçük olduğumdan tabağın dibinde bir miktar bırakırdı ve bana yedirirdi. Sofi Mirza da Üstad gibi şefkatli bir insandı.”

 

“ÜSTAD’IN KİMSEDEN İANE ALMAMASI…”

 

Köylülerin Üstad ile ilgili anlattığı bir hatırayı anlatmak istiyorum.

Malum, Üstadın ilk tahsili Tağ Medresesinde başlıyor. Tağ medresesi Nurs köyüne yakın bir yerde, o medresede o tarihlerde Nurs’tan gelen talebelere özel muamele ederlermiş. Yaygın bir kanaat varmış “bu Nurs öğrencilerinden çok değerli bir insan çıkacak.” Ama bu değerli insanın hangisi olduğunu bilmedikleri için de hepsine iltifat ediyorlarmış.

 

O medresenin iaşesini köylüler karşıladığı için her türlü iaşe için talebeler köyleri dolaşarak bu ihtiyaçları toplar getirirlermiş. Bir defasında da gaz yağı toplamaya çıkmışlar, medresenin aydınlatılması için, ancak köylü de çok fakir olduğundan giden talebeler hep neredeyse eli boş dönüyor. Ama Üstad; gaz getirmek için her gittiğinde hem erken dönüyor hem de bidonunu doldurmuş olarak geliyor. Bu durumdan hocaların bazıları şüphelenmeye başlıyor. Bir gün gizlice takip ediyorlar ve Üstadın gidip dereden doldurup getirdiğini görmüşler.

 

Yani Üstad’ın daha ilk gittiği medrese talebeliğinde bile kimseden iane toplamaya çıkmadığı anlaşılıyor.

 

“NURSLULAR CAMİYE VE DERSHANELERİNE DESTEK BEKLİYORLAR”

 

Nurs’ta Üstadımızdan evvel dedesi zamanından kalan bir cami var. Çevre illerin Nur Talebeleri o cami tarihi özellik taşıdığı için ona dokunmadan bir takım ilavelerle dört köşesinden sütunlar yükselterek etrafını genişletmişler üstüne yeni bir kubbe yapmışlar ve geniş bir camiye dönüştürmüşler, hala da inşaat devam ediyor. İleri de külliye halini alacak, içinde dershanesi, misafirhanesi ile büyük bir tesis olacak. Beş altı yıldır bu inşaat devam ediyor. Köyümüz dağlar arasında bir yerde olduğundan oraya inşaat malzemesi götürmek ve yapmak gayet zor. İnşaat da köy şartlarına göre gayet büyük, köylü de zaten fakir her şey dışarıdan geliyor. O nedenle bu günlerde tıkanmış gibi bir hali var, gayet sıkıntı içindeler.

 

Bu yıl bu Külliyenin bitmesi lazım ki, gelen gidenlere ve Nurs Köylüsüne hizmet versin. Çünkü Nurs’ta başka da cami yok namazlarını kılamıyorlar.

 

Bu cami mübarek bir cami onun mübarekliğini teyid eden tarihi bir  hadiseyi anlatmak istiyorum. Yaşlı bir amca bir gün sabah erkenden bu camiye namaz kılmak için gidiyor. Kapıyı açtığında bakıyor ki, cami tıklım tıklım dolu şaşırmış kendi kendine “demek ki ben geç kaldım” deyip içeri girmeye çalışınca bakmış ki, o insanlar birden dağılıverdi. Meğer ruhaniler orada namaz kılıyormuş.

 

Nurs’lular geçmişte fakir olduklarından ve yerleri de olmadığından caminin bir bölümüne samanlarını koymuş. Bir gün oradan yabancı bir kervan geçiyormuş köylüye sormadan oradaki samanları görünce alıp hayvanlarına yedirmişler. Yollarına devam ederken daha birkaç km gitmemişler ki, saman yedirdikleri katırlarından yedi tanesi orada can vermiş. Köylü bu hadiseyi anlatırken “cami onları çarptı” diye anlatırlar.

 

Bu cami aynı zamanda Üstadımızın camisi ve Üstadımız orada çok zamanlar namaz kılmış o nedenle onun hatırasına da olsa bu camiye imkânı olanların yardım elini uzatmalarını istiyorum. Buradan Risale Haber okuyucularına böylece duyurmuş olalım.

 

Nursun arka tarafında Mir Celadin adında yüksek ve gayet dik bir dağ var. İnsanlar böyle dik dağlara çıkarken ister istemez dağın etrafında dolaşarak çıkarlar. Üstad bu dağa çıkarken arkadaşlarını beklemez dönmeden dolaşmadan dik bir şekilde kısa zamanda ta tepesine kadar çıkar arkadaşlarının gelmesini orada evrad ve ezkar okuyarak beklermiş.

 

“AĞA SEN BENİM ADETİMİ BOZDUN BEN ARTIK GİDECEĞİM”

 

Bir defasında Üstad o dağda 18 gün kalıyor. O dağ bu ismi Mir Celadin diye bir ağadan almış o ağa da o dönemde henüz hayatta. Üstad kalmaya karar vermeden önce bu ağaya haber gönderiyor diyor ki, “bana her gün bir tas ayran bir parça ekmek göndersin, başka da bir şey istemiyorum.” Zaten dağın onlara yakın bir bölgesinde kendine bir menzil yapmış orada kalıyor. Üstad orada ibadetle meşgul.

 

Bu haberi gönderdiğinde Mir Celadin köyde bulunmuyormuş, başka bir yere gitmiş. Hanımı da Üstadı fazla tanımıyor. Zaten o zaman henüz genç fazla tanınmıyor. Ama buna rağmen isteğini reddetmiyor hakikaten ona hergün ayranla ekmek gönderiyor.

 

18. gününde Mir Celadin evine döndüğünde hanımı ona durumu anlatıyor. İşte diyor “buraya bir fakı (medrese talebesi) gelmiş dağda kalıyor ibadet ve ilimle uğraşıyor bize de haber göndermişti ben de ona her gün bir tas ayran ile bir parça ekmek gönderiyorum.” Deyince Mir Celadin soruyor. Kim bu fakı?

“Molla Said diyorlar” diye cevap verince, “sen ne yapmışsın o insana öyle kuru ekmekle ayran olur mu?” demiş ve hemen bir kuzu kesmiş, pişirmiş büryan yapmış almış kendisi Üstada götürmüş, Üstad bunu görünce demiş ağam “ben daha uzun kalacaktım ama sen adetimi bozdun ben artık buradan gidiyorum” demiş ve dağdan inmiş.

 

“ÜSTAD ELLİ SENE ÖNCE BİR DEFA GÖRDÜĞÜ İNSANI HATIRLAMIŞTI”

 

Üstadın hafızası ile ilgili bir hatırayı anlatmak istiyorum. Üstadımıza bir gün biri geliyor. Üstada kendisini tanıtacak daha o söze başlamadan Üstad, “ben seni tanıyorum” diyor. O adam itiraz ediyor. “Sen beni tanımazsın nereden tanıyacaksın” diyor. Bunu üzerine Üstad ona “ben elli sene önce Miran Aşiretine geldiğimde Aşiret çadırında iken oraya biri girdi bize ayran getirdi. O ayranı getiren kişi sen değil misin?” Adam bunu duyunca birden şaşırıyor. Kırk elli sene önce, Üstad genç o adam genç bir defa o çadıra girip çıkmış birini tanıması adamı hayrete düşürüyor. Demek Üstad o anda fotoğraf makinesi gibi çekmiş ve bir anda belleğinin neresindeyse hemen çıkarıp göstermiş.

 

Biz bu hatıraları anlatıp duruyoruz ama bana göre Üstad’dan kalmış en büyük hatıra Risale-i Nurdur. Bununla ilgili Sungur abi bir hatıra anlatmıştı.

 

Sungur abi: “Üstadımız bir gün dedi ki, Ayetül Kübra da anlattığım sema gök yer tabakalarını gezen dolaşan yorulmaz ve tok olmaz o cevval ruh kimdir biliyor musunuz?” diye sorunca biz benle Ceylan içimizden dedik ki, “evet biz biliyoruz Üstadım o sensin” dedik. O da “hadi tamam gidin bakayım” dedi. Biz bu o gün bu olay için çok sevinmiştik. Bu bizim için çok büyük bir hatıra idi. Sonra, Elhüccetüzzehra da baktık ki, aynı hatırayı orada anlatmış. O nedenle anladık ki, Üstadın bizden veya hiç kimseden gizlediği gizli saklı hiçbir hatırası yok ne biliyorsa ne görmüşse Risale-i Nurlarda anlatmış ve yazmış. Bizim gibi herkes biliyor.

 

Aslında Üstadımızın tüm hatıraları bir hedefe göre düzenlenmiştir. Zaten anlattığımız hatıralara bakınca bu kolayca görülüyor. Zaten kendisi de öyle demiyor mu?

 

Şimdi anlaşıldı ki, o fevkalade muvaffakıyet ve benim de haddimden çok ziyade o hodfuruşluk ve manasız izhar-ı fazilet ise, ileride Risale-i Nur'un İstanbulca ve ulemaca makbuliyetine ve ehemmiyetine zemin hazır etmek imiş.” (Emirdağ L. Sh. 51)

 

İLİM KERAMETTEN DAHA YÜKSEK BİR HALDİR

 

Biz de zaten bunları anlatmakla bu manaya hizmet niyeti ile anlatıyoruz.

 

Yine bir gün Sabah namazı için Üstad Ayasofya camiine gidiyor. Henüz müze olmadığı bir dönemdir. Ayasofya’da namaz kılıp dışarı çıktıktan sonra Camiye yakın lokantalar varmış onlardan birinde bir çorba istemiş. Çorba karşısına gelince daha kaşığını çorbaya daldırmadan “bu çorbayı pişiren cünüptür” demiş.  Çevresindekiler bunu duyunca şaşırmışlar. Hemen koşup aşçıya sormuşlar. “Said Nursi böyle diyor.” deyince o da “affedin ben sabah geç uyandım çorbayı yetiştiremem diye acele geldim. O zat doğru söylüyor” diyerek mahcubiyetini göstermiş.

 

Bunun üzerine Üstad:”Siz şimdi diyeceksiniz ki bu Said’in kerametidir. Hayır bu bir keramet değil bu gösterdiğim ilimdir. İlim kerametten daha yüksek bir haldir.” Artık onu ilmen nasıl anlamış onu bilemiyoruz ama öyle bir cevap verdiği anlatılıyor.

 

“KÜÇÜK BİR KIZA BÜYÜK İNSAN MUAMELESİ YAPMIŞTI”

 

Bir başka hikâye anlatayım. Dedemin ablası ismi Bese imiş. Türkçe Yeter anlamında, Bese’nin dili biraz peltekmiş, onun peltek konuşması Üstadın çok hoşuna gittiğinden onu çok severmiş. O günlerde çay çok kıymetli, bulmak zor dışarıdan geldiği için temini de zor. Ama Üstad çay yapar yolun kenarında oturur, gelen giden olursa ikram edermiş.

 

Bir gün yine böyle bir durumda iken oradan küçük bir kız olan Bese geçiyor. “Gel gel biraz havadis (haberler) anlat” diye çağırıyor. Üstadın niyeti onu konuşturmak onun konuşması hoşuna gidiyor.

 

Bese “gelemem” diyor “babam beni sümbül toplamaya gönderdi gecikirsem bana kızar” deyip gitmek istememiş. Üstad da ona “sen merak etme babana Said beni alıkoydu dersin sana bir şey demez” demiş. O gene “yok ben gelmem” demiş. Üstad üsteleyince demiş “sen Van’dan geldiğinde çocuklara incik bocuk bir şeyler getiriyorsun (Üstadın adetiymiş köye gidince herkese özellikle yetim ve fakir çocuklara bir şeyler götürürmüş) bana getirmiyorsun.”

 

Bunun üzerine Üstad ona “ben onları fakirlere anne babası olmayan çocuklara getiriyorum, oysa senin annen baban var hem onlar sana alıyor.” diyerek ona büyük bir insan gibi anlatmış izah etmiş gönlünü almış.

 

“FATİH CAMİİNDE ALİMLERİN ÇÖZEMEDİĞİ BİR MESELEYİ HALLETMİŞ”

 

Malum olduğu üzere Üstadımız İstanbul’a ilk geldiğinde Şekerci Hanına yerleşiyor. Vakit namazlarına Fatih Camisinde kılıyor. Bir gün Üstad bakıyor orada çokça alim ve fazıl insanlar bir araya  gelmiş ilmi meseleleri tartışıyorlar ama bir meseleyi halledemiyorlar. Üstad köylü kıyafeti ile yaklaşıyor ve “efendiler bakıyorum bir meseleyi çözemiyorsunuz? nedir çözemediğiniz mesele ben de size katılabilir miyim?” diyor. Onlar Üstadı öyle köylü kıyafeti ile görünce “sen boşver git çobanlığınla uğraş, sen bu meselelerden anlamazsın” anlamında cevap vererek aralarına almıyorlar.

Bunun üzerine Üstad çekilip bir kenarda oturuyor onları dinliyor. Biraz dinleyince Üstad onların neden bahsettiğini hemen anlıyor. Bunun üzerine dayanamayarak müdahale ediyor ve meseleye açıklık getirerek izah ediyor. O alim ve fazıl insanları bir anda hayrete düşürüyor. Hiç beklemedikleri bir şekilde onlara meseleyi izah etmiş oluyor.

 

Bir gün gazeteleri okurken bakıyor ki, o günün Şeyhul İslamı bir konuda yanlış fetva vermiş. Üstad bunu görünce doğru Şeyhul İslamın makamına giriyor. O zaman bu makam çok büyük makam. Oraya varınca kapıda duran görevliye “bana hemen Şeyhul İslamı çağır” diyor. Kapıcı kabul etmiyor. “Git işine senin işin yok mu? Şeyhul İslama ulaşmak öyle kolay mı zannediyorsun?” diye kabul etmiyor.

 

Bu arada demek ki, Şeyhul İslam pencereden Üstadı görmüş demek daha önce de bu kabil bir durum olmuş ki, “eyvah! Demek gene yanlış bir fetva verdik” diyerek hemen aşağı iniyor ve Üstadı karşılıyor. Üstadı makamına çıkarıyor orada Üstad o fetvayı tashih ediyor.

 

Yine bu şekerci Hanında kaldığı dönemde biri bir sual hazırlıyor ama öyle bir sual ki, o suale cevap verebilmek için en az yirmi kitabı bilmek gerekiyor. Bu insan anlatıyor. Diyor ki, “ben gittim ve hazırladığım suali sordum, Said Nursi öyle bir cevap verdi ki, sanki ben o suali hazırlarken o da arkamdaydı. Öyle güzel ve doğru kısa ve öz bir cevap verdi.”

 

Abdulmecid abi soyadını neden Ünlükul olarak değiştirmiş bu konuda bilginiz var mı?

 

Sanırım resmi görevlerinden dolayı böyle bir tedbir düşünmüş. Kardeşler içinde sadece onun soyadı farklı. Yani, müftülük yapmış, daha önce öğretmenlik yapmış, Türkiye’nin bir çok ilinde görev yaptığından “sıkıntı çekerim” endişesi ile böyle bir değişikliği gerekli görmüş.

 

Bununla ilgili olarak yine Sungur abiden bir açıklama duymuştum nakledeyim isterseniz: Üstadımız Urfa’ya giderken kendisini uğurlamaya gelenlerle vedalaşıyor ve Allahaısmarladık dediğinde Abdülmecid Nursi de orada Üstad O’na “korkma Abdulmecid neden korkuyorsun, sana hapishanede Rabia’dan (hanımı) daha iyi bakarlar” diyor. Abdülmecid abi de O’na “Seyda! Seyda! ne yapayım Allah benim bütün cesaretimi de sana vermiş” diyor.

 

Abdülmecid abi bu tedbiri almış almasına ama belli ki işe yaramamış o dönemde tüm devlet teşkilatına gizli bir tamim gönderilerek “bu kişi Said Nursi’nin kardeşi olduğu için hiçbir şekilde kendisine resmi görev verilmeyecektir” diye bir yazı gönderilmiş kırmızı bülten gibi bu yazıyı görenler anlatıyor.

 

Abdülmecid abiden söz açılmışken, Abdurrrahman abi ile ilgili bir şey sormak istiyorum. Onunla ilgili bir şey biliyor musunuz?

 

Abdurrahman abi, malum Molla Abdullah’ın (Üstadın abisi) oğlu, onun için Üstad “biraderzadem” diyor. Onunla ilgili olarak şunları anlatabilirim.

 

Üstad Darülhikmeti İslamiyede aza iken aldığı maaşları Abdurrahman abiye veriyormuş ve bunları “hıfzet/sakla” diyormuş. Abdurrahman abi, bu söze kulak asmamış ve bol keseden harcamış, işe Üstad yaya gidiyorken o payton tutup gidiyormuş. Üstad bu durumu fark edince “ben seni vekilharçlıktan azlettim” diyor. O bu kadar bol kesenden harcamasına rağmen Üstad’a “amca bu paraları biriktirip köyde kendimize ev yaparız” diye hayaller kurmaktan da vazgeçmiyormuş. Ama malum daha sonra Üstad o paralarla kitap basıp meccanen dağıtmış.

 

O daha sonra Ankara’ya geliyor. Ankara’da ona resmi görev veriyorlar, Mecliste Zabıt Katipliği görevi veriliyor. Bir rivayete göre birileri onu bu şekilde yönlendiriyor. Birisi ile evleniyor. Evlendiği kişi de öyle dindar biri değil diye biliyorum. Kendisi malum erken vefat ediyor. Evlendikten kısa bir süre sonra vefat ediyor.

 

Abdurrahman abi farklı bir insan tabi. Zaten Risale-i Nurlarda onun nasıl bir insan olduğu anlatılmış. Onun üzerine bizim bir şey söylememiz mümkün değil. Şüphesiz Allah onu o yanlış yola girmekten kurtarmak için genç yaşta yanına almış.

 

 

(Foto: Bediüzzaman Said Nursi'nin doğduğu evden 2 kare)

 

(Devam edecek)

 

 

Röportaj Haberleri