Urûc ve Nüzûl

İbrahim KAYGUSUZ

Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lahikasında çok iddialı bir cümle kullanır: “Risale-i Nur on beş senede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikiyi on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığını, yirmi senede, yirmi bin zat tecrübeleriyle şehadet ederler.”

Muhtemelen teslimiyet veya mensubiyet saiki ile çoğu zaman manası üzerinde yoğunlaşamadığımız bu cümle on beş seneyi on beş güne indirme gibi keskin bir yolun varlığından haber veriyor.

Bu nasıl oluyor?
Hoca Sabri’nin bir sualine Hazret-i Üstadın verdiği cevap aradığımız mananın kapısını aralayacak mahiyettedir.

Üstadımız Kastamonu’da sürgün yıllarını yaşarken Hoca Sabri Isparta’dan kendisine çok manidar bir sual tevcih eder.
“İki-üç senedir telif ciheti ile tevakkuf devresi geçiren Risale-i Nur”un bu ahvalinin hikmetini soran Hoca Sabri’ye Üstadımız telifin “ihtiyar” dairesinde olmadığını hatırlatır.

Üstadımız bu “muhtariyet” kavramına çok yerde zihni odaklamalar yapar. Mesela, Barla Lahikasının başına dercettiği Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesinde “İhtiyarımız ve haberimiz olmadan birisi bizi istihdam ediyor, biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştırıyor” der.

Kastamonu sürgünü döneminde telif, sayıca az fakat mana ve derinlik cihetiyle çok yüksektir. Münacaat ve Ayetü’l-Kübra bu dönemin meyveleridir ve bu teliflerin ikisinde de on beş senenin on beş güne indirildiğine dair izler mevcuttur.

Her iki telife birer atf-ı nazar yapalım;
Mesela Münacat'ta müteaddit defalar geçen “Kur'an-ı Hakîmin dersiyle ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü vesselamın talimiyle anladım!” ifadesi bu anlamda çok manidardır.
Kur'an-ı Hakîmin dersi, kâinat Halıkının dersidir!
Talim-i nebeviye ise iksirdir!

Üstadımız derler ki: “Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr ü süluka mukabil hakikatin envarına mazhar olur.”

Velayet cihetindeki talim-i nebeviye ile risalet cihetindeki sohbet-i nebeviye arasındaki derece farkını dikkate alarak Miraç Risalesindeki şu cümleyi bir daha okuyalım: “Şecere-i kâinat, şecere-i Tûba gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar, nurânî bir hayt-ı münâsebet var. İşte Mi'rac, o hayt-ı münâsebetin gılâfı ve sûretidir ki, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o yolu açmış; velâyetiyle gitmiş, risâletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliyâ-i ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nurânîde, Mi'rac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarına göre makamât-ı âliyeye çıkıyorlar.”

Aradığımız cümle, insanı yüksek makamlara çıkan kapının açık bırakılması ve arkadan gelen velilerin, istidadlarına göre o yolda mertebe kattetmeleridir.

Kur'an-ı Hakîmin dersi ve talim-i nebevi iki sağlam kanat olarak Risale-i Nur’un bu açık kapıdan urûcuna imdat etmektedirler.

Bu urûc elbette kurbiyet meratibinde bir süluktur, lakin akrebiyet-i ilahiyenin inkışafı sırrına bakan risaletin imdat eli, kurbiyet yolundaki Risale-i Nur’a uzak değildir.
Münacaattaki “Kur'an-ı Hakîmin dersi ve talim-i nebeviye” kavramlarından bunu anlıyorum.

Akrebiyet makamı, “bütün kâinatın fevkıne çıkma, bütün mevcudattan geçme ve bütün mahlûkatın halıkı ile külli bir sohbet etme” manasına “anlık” bir inkışafla mazhar olmayı ifade ederken, kurbiyet, bu inkışaf için “uzun bir yol” kattetmeyi zorunlu kılar.

İnkışaftaki zaman farkını ve mekân makasını on beş güne kadar daraltan Kastamonu sürgünündeki ikinci telif yani Ayetü’l-Kübra Risalesi ise, terakkisindeki makamlara ve menzillere işaret taşları döşeyerek bizlere sinyaller gönderir.

Üstadımız, “teliften hissedar olun!” der.
Zihinlerimiz sinyaller üzerinden hakikatlere intikal ederek telifteki derinliğin derecelerine nüfuz etmelidir.

Ayetü’l-Kübra’nın on dokuz mertebe ile tamamlanan “kavs-ı urûcu” (Erkal, Seyit, Nur Derslerine Giriş, 80) kemalâtın ve terakkinin hakkalyakin derecede inkışafıdır.
Hakkalyakin, ilmelyakinin ve aynelyakinin bir buud sonrasıdır.
Yani “Hak”ın ve “Bir/Vahid”in manasına girmektir.
Ve onu “Vücûb-u vücûd” noktasında bulmaktır.
Bu zirvedir.

Ayet’ül-Kübra’nın müellif-i muhteremi bu zirvenin üç menzilinde müşahadeler yapar.
Müellif üç menzilde toplam on üç farklı “hakikat nuru” ile “hal”leşir ve böylece kavs-ı nüzul’ünü sonlandırır.
Ayetü’l-Kübra Risalesi menzillerdeki bu hakikatlerin izahından müteşekkildir.

“İhtiyar”ın dışındaki bu “mevcudattan geçip, külliyet kesbetme” hali hangi nur talebesine ne zaman temas ederse onu “ateşsiz” nurlandırır.
Ayetü’l-Kübra bu ateşsiz nurlandırmanın ender numunelerindendir.
Onun içindir ki, velayet makamının “şah”ı Hazret-i Ali, Ayetü’l-Kübra üzerinde “isim” tasarrufunda bulunmuş ve risalenin adını kendisi vermiştir.

Bu meyanda Hazret-i Ali’nin aynı risale üzerinde mana ciheti ile de tasarrufunun olduğunu söylemek mümkündür.

Risale-i Nur’un bütün risaleleri bu anlamda keskin bir urûcun yani kuvvetli bir imanın izlerini taşımaktadır.
O okyanusa dalan her gavvas bu gerçeği rahatlıkla görebilir.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (7)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.