Temenniler ve hakikatler

Şahin DOĞAN

Ey talip, Hira’sız bir din olmadığı gibi itikafsız bir Ramazan da olmaz, eğer mahzun değilsen, hüznün yoksa, akşama kadar kendini aç bırakman hiçbir şeye yaramaz.” Böyle diyor yazarın biri. Din, duyumsanmak, vicdan aynasında test edilmek üzere yaşanmazsa birkaç kuru ve dışsal ritüel dışında herhangi bir mana ifade etmez. Onu içselleştirmek, onunla ikinci bir kişilik kazanmak, kâmil bir şahsiyetin ufkuna doğru yükselmek, kendi mahiyet merceğinde onun nuruna, esrarına ve batınına dokunmak gerek…

Dinin şahsiyet inşâ edici tarafı bu yüksek ameliyenin devreye girmesiyle mümkündür ancak. Eğer o, tek başına kalınsa bile kişiye, dayanabileceği, ayakta kalabileceği, madde üstü bir motivasyon, bir enerji, bir güç kaynağı, şairin ifadesiyle “dayanak, sığınak, tutunak, barınak” imkanı veriyorsa işte tüm mesele gerçekleşmiş demektir. Yalnız başına Hz. İbrahim (as) gibi tevhid sancağını taşıyabilecek cesarette bir iman sahibi olabilmek. “O, (İbrahim) tek başına bir ümmetti” diyor Hz. Kur’an. Bir ümmetin taşıyabileceği yükü tek başına omuzlamak, yaşayan faniler içinde yegane muvahhid kişi olma bahtiyarlığına ermek… Bunlar temenni, fakat hakikat her zaman olduğu gibi temennilerin gerisinde daha alçak, daha ağır adımlarla yürür.

Bir temennimiz var, bir de hakikatimiz. Arzularımız hayal cephemizi, gerçekler ise madde cephemizi temsil eder. Birincilere ulaşmak isteriz, ikincilerden de vazgeçemeyiz, parçalıyız, yani ikiliyiz, bir ayağımız arzda yerin üstünde bir ayağımız da semada bulutların üzerinde. İnişler çıkışlar hayat sergüzeştimizin kopmaz bir parçası. Ölümü bile gülerek karşılayan muhteşem bir medeniyetin çocuklarıyız. Soğuk, katı ve olabildiğince ekşi bir çehresi olan ölüme “hoş geldin, sefalar getirdin!” demek, aklın işi değil, olsa olsa yücelmiş, kayıtlardan sıyrılmış, tertemiz bir gönlün marifeti olsa gerek.

Kabuğundan ezberci” bir halde yaşadığımız hayat, sırtımızda ağır bir yük hamulesi. İnanmak lazım, hayata, yaşama, güzele ve tabiata. Daha doğrusu sevmek lazım. Bunlarsız bir ‘inanç’ hiçlikle aynı kefede değil mi? Bunlar olmadan, yani kuşların cıvıltısı, kedilerin miyavlaması, ağaçların hışırtısı, hazanın gurbeti, kışın firkati… Bunlar anlaşılmadan Allah anlaşılmaz, bunlara dokunmadan yaratıcıya ulaşmak olmaz, zira bakiden faniye gelinmez; faniden bakiye gidilir. Olandan var olana, yapılmıştan yapılmamış olana doğru gitmek, zekanın harcı değil, duygunun işi.

Kopartılmış yapraklarından ibaret bir hüzün, gece senin ardında, sen gecenin. “Kurtlar Sofrası”, “Sisler Bulvarı”, ansızın kapımızın tokmağına dokunan mukaddes hüzün, yapayalnız kalınan iskeleler, öz ağzımızdan kustuğumuz kafataslarımız, karlı kayın ormanında yalnız geçirdiğimiz dakikalar, kulağımıza anlamsızlığın anlamını fısıldayan ikinci yenilerin absürd, hercai ve bir o kadar sevimli mısraları ve hal-i pür melalimiz… “Gadot’yu beklerken”, soğuk bir düş kırıklığı dışında hiçbir şey göremeyişimiz, giyotine giden namuslu başların yüzünde beliren çizgilerin neye tekabül ettiğini anlamaya çalışan meraklı, mütecessis, bir “Budala”, olmak ya da olmamak arasında sürgit bir ikileme maruz kalan ve hüznün en çok kendisine yakıştığı mahzun simalı şairimiz. Çizginin dışında kalanlar, yani araftakiler. Melale aşık bir neslin özlemiyle “melamet neşvesi” içinde koca bir ömür geçirenler…

İyiler neden iyi gibi görünmüyor? Namuslu kalemler neden bizim safımızda değil ve çürük kumaşlar neden safımızı ardına kadar istila etmiş? Hakikate dil-beste olanlar, bizce neden “hakikat” diye tanımladığımız çizginin dışında kalıyorlar, yoksa “hakikat” diye itinalı bir şekilde tanımladığımız bu çizgi, bir sanrıdan, bir vehimden mi ibaret? Sahi hakikat bir ve tek mi? Kendi kavrayış sahamızın dışında kalan ve bizimkinden daha sahici hakikatler dünyası neden mevcut olmasın ki? Bunlar var da biz mi gafiliz onlardan yoksa? Sufiler, zahirde bir fakat batında binlerce hakikat olduğunu söylüyor bize. Farabi aynı düşüncenin daha felsefi bir açılımını sunar bizlere. Mana ve öz aynı fakat form ve şekil zaman içinde ihtiyaçlara göre değişir, diyor üstat.

Biz ve ötekiler” algısı her din mensubu için genel-geçer bir kanaat gibi. Biz Müslümanlara göre dışımızda kalan bütün diğer inanç mensupları, derin bir sapıklık içinde, hatta kutsal kitabımızın ifadesine göre “hayvandan aşağı, birer pislik” hepsi. Yahudilere göre, biz ve Hıristiyanlar aynı acınılası durum içindeyiz. Hıristiyanlara göre ise biz ve Yahudiler. Ateistlere göre bütün metafiziksel inanışlar bir paronayadan, bir illizyondan ibaret, yani dindarların hepsi tedaviye muhtaç birer psişik hasta. Her inanç sahibi cenneti sadece kendine tahsis ediyor, diğerleri için sonsuz bir cehennem azabını, gönül rahatlığıyla, biçilmiş bir kader olarak görebiliyor.

Edebiyatın ve sanatın dini yok, ritüelleri yok, vatanı yok, coğrafyası yok, mabedi yok, kilisesi, camisi, havrası yok, biz ve ötekiler diye lüzumsuz ayrıştırmaları yok, ona dâhil olmak için azıcık titreyen bir gönle sahip olmak kâfi. Değil mi ki din, edebiyatın menşuru içinde daha sevimli, daha munis, daha çekici bir görünüm alıyor. İkonalar, meseller, natlar, mevlitler, mi’raciyeler, mesneviler, hüsn-i hatlar… Dinin gönüllere girmesinde bu edebi aracıların değerini inkar etmek kabil mi? Kur’an-ı Kerim bile baştan sona bir edebiyat şaheseri olarak takdim etmiyor mu kendini?

Bunlar bir yana “bizi biz eden amansız bir sevda” uğruna dökmediğimiz yiğit kanı, akıtmadığımız çileli gözyaşı kalmadı? Evet yara derinlerdedir ve fakat Ferhat hâlâ dağın başını kazımakla meşgul. Yara derinlere inmiş, fitil tutmaz biliyoruz ve fakat hesap dağlarladır, umut dağlarla. Sabahın buğusunda, acımasızlığın ahında bir seher vakti, can evinden vurulmak, bir daha geri dönmemek üzere fail-i meçhullere kurban gitmek, yaseminler kokan, gül benekli güzel ülkemin, milletimin, halkımın, şiirini, türküsünü söyleyemeden can vermek, yaşamak isterken delicesine ölmeyi istemek, bu ne acıklı bir talihtir! En azılı düşmanlar için bile bu ülkede hâlâ tefekkür mümkün iken Bediüzzaman gibi suçu sadece düşüncesini ifade etmek olan kendi toprağımızın insanları müebbet hapislere maruz kaldı, itildi, kakıldı, dövüldü, sövüldü…

Hayır, Dücane Cündioğlu yanılıyor, doğrusu şu: Hira’sız din olur lakin “La”sız din olmaz; itikafsız Ramazan olur lakin itikatsız Ramazan olmaz; zulme karşı “dilsiz şeytan” kesilip sonrada “Elhamdülillah Müslüman’ım!”demek olmaz. Çünkü önce olanca gücünle hakikati haykıracaksın, zalimin zulmünü vuracaksın yüzüne, sonra oturup Müslümanlığın birinci şiarı olan “zalimi sevemem, zulmü asla alkışlayamam” mısraını gönül rahatlığıyla söyleyeceksin. Bunları yapmadan ey talip, sen Müslüman olamazsın. Fakat zahirince değil, batınınca; ahkamınca değil, esrarınca.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.