Unutmayalım dil, din demektir

Suad ALKAN

Risale-i Nurda modern Bilim ve Modern Sanat Felsefesi-3

3. BÖLÜM

Çağdaş fizik bilim adamları, klasik fiziğin dünya görüşünü ve prensiplerini eleştirmeğe ve bakmaya kapı açmışlardır:

Kuantum fiziği, görünen realitelerin ötesinde, olayların gittikçe gözden kaybolan, tabii kanunların birlikte yerleşik kurgusu, yani parçalardan mürekkep bütün bir organizasyonun arkasında bulunan akıl almaz bir aşkınlıktan bahsediyor.

Fransa’da en çok satan ve cep kitapları listesine giren “Allah ve bilim” isimli kitabıyla Jean Quitton, Kuantum fiziğinin, insan düşüncesine karşı yapılan daha temelli bir muammaya ulaştığını, sonsuz kâinatı anlamlandırma yetkinliğini, (Transcendance) aşkın bir varlık olan Allah’ı artık algılanabilir, saptanabilir, neredeyse görülebilir kıldığını ifade etmiştir.

Kuantum mekaniği, şimdi, tabiatın yeniden maneviyatlaştırılmasına kapı açıyor ve bize aşkın olanın anlamını veriyor.

Bu, dinde de, felsefede de aynıdır. Bir hadiseye ilmî yaklaşım, artistik yaklaşımın tamamlayıcısıdır.

İNSANIN KİMLİĞİ

Tabiattan sonra ikinci bölümde aynı problemi içeren insan konusunu ele alacağız.

İnsanın modern felsefeye göre çıkmazlarını ve Allah’ın müdahalesi dışında sayılmış tabiattaki insanın yerini anlamak için çağdaş hümanizmin kaynaklarına inmek gerekmektedir.

İnsan felsefeleri, insanı, dünyayı düşünmek için, ona hakim olmağa kabiliyetli, nesnelerin ve hayvanların üstünde hem de dünyanın dışında yüksek bir yere yerleştirdi. Hümanist ahlakın yükseltildiği temel budur. Kişi olarak insanı her değerin üstünde bir son yapan bu ahlakın saygınlığı, sorumlu, bağımsız ve mutlak hür olmaktır.

Klasik çağda insanın ortaya çıkışını, Allah’a referanstan bağımsızlaştığını gördük. Aynı şekilde insan, bu hümanist ahlakta da Allah’a iman ve din bağlarından kopuyor.

Fakat Hobbes’un doğruladığı gibi artık “İnsan, İnsanın kurdudur”. “Homo lupus homo” latinceden geliyor.

İnsan, sevgi, heyecan, öfke, yobazlık, bağnazlık tehlikeleriyle karşı karşıyadır. Gururu, kendini beğenmişliği, açgözlülüğü, doymazlığı, dünya ve ten isteklerini hiçbir ahlakî değer hafifletmiyor.

Bu teoriye göre insanların egoizmi, onların tabii durumunda savaşa götürüyor. Bu, mutlak despotluğun en güzel teorik açıklaması gibi kabul edilebilir. Ve irade, hayalî bir bağımsızlıktan başka bir şey vermiyor.

Bu şiddetli alçalmaya tahammül edemeyen Nietzch’çi insan, anlamsızlık, duygusuzluk, tasasızlık, endişesizlik, aldırmazlık, kulak asmama içinde yaşamak için “Aydınlanma Felsefesi”nin bu bozuk değerinden yakasını sıyırıyor.

Kötümserlik, ümitsizlik felsefesi kurucusu Schopenhauer’dan etkilenen ve Avrupa 20.yüzyıl düşüncesine damgasını vuran Nietzch, felsefesini, Hristiyanlık, sosyalizme ve nihilizme karşı, “volonte divine” ilahî irade yerine, “volonte de puissance”, kudretin iradesi üzerine kurdu. Bu felsefeye göre “Kuvvet Hakta Değil, Hak Kuvvette”dir, yani kuvvetli olan haklıdır, faziletli insan değil, kuvvetli olan “üstüninsan”dır.

Demek ki, kabul edilmiş veya karşı çıkılmış olsun, şiddet ve yalnızlık, insan varlığına eşlik ediyor. Teknik ve bilimsel devrimle tabiat ve insan arasında bir dış dengenin yıkılmasından sonra, şimdi sadece akıl gücüyle mutluluk, hürriyet ve dünyaya hâkim olmaktaki başarısızlıkla bir iç dengenin yıkıldığına şahit oluyoruz ki, aynı akıl, onları insana vadetmişe benziyor.

DAHA KÖKLÜ BİR TARİHİ SÜREÇ

Böylece yeniden maneviyata kavuşturulmuş bir yeryüzü hazırlanmış olur. İslâmın, Allahın insan ve tabiatla bağdaştırıcı “Syncretique” telifçi düzeyde yer aldığı bu yeniden maneviyatlaştırma anlayışı ve birliğin, sanat ve bilimle uzlaştığını görüyoruz. Bu oluşumun çok ilginç bir geçmişi vardır.

Bundan dolayı çalışmamızın üçüncü bölümünde, ilahiyat sorununu inceledik. Çünkü konumuzun esasını teşkil eden insan, tabiat ve Allah arasındaki “fusion” kaynaşma, herhangi bir Allah kabulüyle yapılamaz.

İlahiyatçılar hatırlayacaklardır ki, monoteist dinlerin menşeine gitmek bu “Herhangi bir Allah” anlayışını ortadan kaldırabilir. Bütün peygamberlerin Allahı aynıdır.

Allah yaratıcıdır.

Fakat bilhassa bu yaratma, “Création Continuée” ansız aralıksız sürekli bir yaratmadır.

Bu doktrini Batı’da en iyi şekilde açıklayan Descartes’tır. “Allah bizi muhafaza ediyor.” Bu, O’nun bizi yaratması, her an devam ediyor, demektir. Descartes bunu “Contingence”, bir şeyin her an olması veya olmaması sürekliliğini zamanın “atomisme” görüşünden çıkarmıştır. Bu anlayışlar, Allahın sonsuz mutlak hürriyeti, kudreti ve irâdesini tarif eden “Eş’ari” görüşünün aynısıdır.

MODERNLEŞME ÇERÇEVESİNDE EŞ’ARİ GÖRÜŞ

Bu konuda Gazzali, Aristo felsefesinin metafizik disiplinini reddetmiş, öteki disiplinlerini müslümanlıkla, özellikle sünni düşünce ile bağdaştırmış “Mantık bilmeyenin ilmine itibar yoktur” diyerek Aristo mantığını bütün ilimlerin temeli haline getirmiştir. Böylece yeni bir teoloji anlayışı ortaya çıkmıştır. Bu anlayış, Fahreddin-i Razi tarafından sistemleştirilerek Eş’ari doktirinin temeli olmuştur.

Gazzali’den sonra Bediüzzamanın kelamla birlikte mutasavvıfların teknik kelimelerini de kullandığını, tefekkür tarzında Rububiyet, Hüviyet, Enaniyet, Âlem-i şehadet, Âlem-i misal gibi kelimelerin bulunduğunu ve gizli olmayan tasavvufun izlerini taşıdığını görüyoruz.

O’nun herşeyin Allah olduğu fikri yerine, tabiat kanunlarını Allahı müjdeleyen tecelliler olarak kabul etmesi, böylece, Allahın isimlerini Kâinatta bir teccelli olarak göstermesi, bilime mukaddes bir özellik kazandırdığı gibi tabiat hakkındaki izahları, tasavvuf geleneğini de okşayan bir hüviyet taşımaktadır. Yoksa Allahın, pantaizmde olduğu gibi tabiat yasalarında görülebildiğinden bunların dışında ayrı bir varlığı ve iyi ile kötü arasında bir çizgi bulunmayacaktı.

Şerif Mardin’in bu analizinde görüldüğü gibi, İslam ilimlerinin bir mucizesi olan İbn-i Arabi’nin yorumları, Mekanist Nevtonculuk, “Risale-i Nur”daki dünya görüşü ile telifte yeterli felsefi temeli sağlamamaktadır. Bediüzzaman Said Nursinin yerine getirmek durumunda olduğu görevde, farklı sorunlar bulunuyordu.

O bir yandan gelenekçi konumunu korurken, gerçekleştirmesi gereken felsefi sıçramanın stratejik anlamdaki odak noktasını, Allahın tabiattaki müessiriyeti anyalıyışı oluşturuyordu. Çünkü Sünni Eş’ari çizgisi, tabiatın hareketine yönelik ilahi müdahalenin doğrudan ve sürekli olduğunu düşündürüyordu. Allahın kendi iradesinin, kendi yakın çevresinden öteye taşındığı ve hareket halindeki madde aracılığıyla tesirini gösterdiği sistemin geliştirilmesi kolay bir iş değildi.

Thierry Zorcone’a göre Bediüzzamanın mesleği, tarikat yapısını kendine model almamış bir cemaatın desteğiyle Kur’an tefsirini merkeze almış manevi bir yol, yüksek bir mistisizm hâlini temsil edebilir. Said Nursî’nin döneminde İmanın Muhafazası sorunu, tarikat ayinleri ve sufî hayat tarzından daha önemliydi. O önemli tasavvuf temsilcilerinin eğer kendi zamanında yaşamış olsalardı kendisiyle aynı fikirde olacaklarına inanıyordu:

“Eğer Abdülkadir Geylanî, Şah-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbanî gibi zatlar bu devirde yaşamış olsalardı bütün himmetlerini iman hakikatini ve İslam emirlerini tahkim etmeye harcarlardı.”

Bediüzzaman’ın tabiatta görülebilen nizam ve intizama dair açıklaması, İbn-i Arabinin Kozmolojik Mekanizmalarının ötesine geçen bir plan fikridir. Said Nursi’ye göre tabiatın işleyişi ile insanda tabiata dair idrak ve kavrayışlara kapı açan durumlar arasında bir benzerlik vardır. İnsan bu sayede tabiatın şekillenmesini anlama yeteneğini içinde taşır.

Özellikle Risale-i Nur’da “Sünnetullah” terimi çerçevesinde ele alınan, “Ene ve zerre” risalesinde “Hükema” mesleğine çağdaş bir boyut kazandırılarak açıklanan, tamamen “Din merkezli” bu kâinat anlayışının iki sonucu var:

Tabiat sıkısıkıya Allaha bağlıdır.

Bediüzzaman tabiat kanunlarının Allahın varlığını gösterdikleri gibi her varlığın ulûhiyyeti fikrini reddettiğini belirtir.

İkinci sonuç, tabiatın ilâhi sırlarla dolu, kâinatın gizli bir mesaj “Code Cosmique” olduğu fikridir. Kâinata ilişkin bu kanunlar, sahibi tarafından insanlar için uyandırıcı kılınmıştır. İnsanın deşifre girişimleri, kendisinin bizzat tanınmasını yenileyen mesaj sahibine bir çeşit ayna olmaktır.

Binaenaleyh tabiat eserleri ilâhî işaretlerdir. Yukarıda bahsettiğimiz holistik anlayışlar çerçevesinde, ilim de Allah’ın ilim sıfatının bir aynasıdır.

İnsanların eserleri de, ilâhi işaretlerdir. Bu bakımdan ilim ve sanat birbirinin tamamlayıcısıdır. Fakat sanatın, halka daha yakın ve bütünleşebilir olduğu için ilme göre kültüre katkısı ve Allahın Sânî ismine ayna olmakta daha özel bir durumu söz konusudur.

Bediüzzamanın eserine ilgi tamamen bu noktadan ileri geliyor.

Netice

“İslamiyet ise, insaniyet-i kübra,(büyük insanlık) ve şeriat ise, medeniyet-i fuzla (en faziletli medeniyet) olduğundan, âlem-i İslamiyet, medine-i fazilet-i Eflatuniyye olmaya sezadır.”

Bütün bu sebeplerden dolay, hıristiyan kilise doğmatizmini engelleyen, akla sansür koymayan yukarıda tarifini verdiğimiz İslâm imanı, bize öyle geliyor ki zamanımız insanlarının, halkların canlanmasında anlayışlı, sorumlu, barış içinde varolmasına en iyi bir yoldur.

İnsan sürekli yenileşmeye arzuludur. İnsanın en önemli özelliklerinden olan kendinden öncekileri aşmak arzusu, iman kapsamı içinde değer mevkii bulabilir.

İnsan, tabiat, cemiyet ve Allah hakkındaki İslam öncesi ve sonrası meydana gelen, doğu ve batı kültürüne yansıyan sapmaların telafisi, sanat ve felsefe boyutlarında, insanlığa barışın kazandırılması her zaman ve en radikal anlamda mümkündür.

Doğu ve Batı arasında barışçı hakka ve hukuka dayalı bir kültür mübadelesinin kurulmasında hiçbir engel görünmemektedir. Bu komünikasyon, semavi kitaplara bağlılığın vereceği bir ittifakla tamamlanır. Böylece İslamiyet ve Batı kültürlerinin hedefleri berraklaşır.

Bu, yeni ve tek bir medeniyete doğru gitmektedir. Bu yeni medeniyetin harcı, doğu ve batı medeniyetlerinin mirasıdır. Kültürlerarası müzakere santrali insandır. Kendimizi bu harca eklediğimiz zaman nasıl bir insanlık dilini geliştirmemiz gerektiği sorunu aşılabilir. İnsanlığın hâl-i hazırda kullanabileceği ortak bir dili yok gibidir. Bediüzzamanın insanlık perdesi altında vahşet manaları hükmediyor deyişinin sebebi bundandır.

Bediüzzaman’ın hem fikirlerindeki derinlik, hem de dilindeki nefaset ve lezaiz, onun yeni bir “Medeniyet Dili”ne sahip olduğunu gösterir. Yeni bir medeniyet tasavvuru geliştirirken Risale-i Nur’un model olma özelliği görmezlikten gelinemez.

Onyedi ve onsekizinci yüzyılların, dünyayı hercümerce sürükleyen tesirleri ve İki Dünya Harbi’ni doğuran felaketlerin enkazını insanlık bütününden temizlemenin yolu, Yeni Medeniyet Dilinin sağlanmasıyla mümkün kılınabilir.

Modern bilimin doğuşuyla birlikte “Dissociation” parçalanma, ayrışma, kopma özelliğine dayalı bütün ortamlarda insanların, insanlık arkaplanında müşterek bir insanlık dili konuşmasının imkânsızlaştığı görülmüştür. Diğer hayat krizlerinden kurtulmanın yolu da böyle yeni bir dilin keşfine bağlıdır.

Unutmayalım ki dil, Din demektir.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.