Sırat-ı Müstakim

Ayşenur KAHVECİ

لصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ

Cisim hanesinde iskân edilen ruh-u insanın yaşayabilmesi içindir şu üç kuvvenin var edilişi. İnsan hayatının devam edebilmesi içindir.

Bunların ilkinin; menfaatleri celb ve cezb için yaratılmış olan kuvve-i şeheviye-i behimiye olduğunu söyler  Bediüzzaman.

İkincisinin;  insanın zararlı şeylerden kendisini koruması için var edilmiş  kuvve-i sebuiye-i gadabiye olduğunu söylemiştir.

Üçüncü olarak da;  iyi ve kötüyü birbirinden ayırt edebilmesi için insandaki kuvve-i akliye-i melekiyeden bahseder.

Bu üç olmazsa olmazımıza baktığımız zaman bir had ve nihayetin de olmazsa olmayacağını anlamak oldukça kolaydır. Aksi halde insan ruhunun yaşayabilmesi için var edilmiş bu kuvveler, insan hayatını perişan edebilecek mahiyettedir.  Ancak bu üç kuvvemize bir meydan-ı imtihanda olduğumuz için fıtraten bir sınırlama getirilmemiştir. Kulun  kuvvelerini  kullanmak istediği miktar onda vardır ve istediği miktarda kullanmaya meyletmek hürriyeti de kul da vardır. Ancak Adil-i Mutlak olan Cenab-ı Hakk’ın  hiç şüphesiz kuluna bu kuvvelerini ne miktarda kullanması veya ne miktarda kullanmaması gerektiğine dair  had ve nihayeti bildiren birşeyler olmalıdır. Evet fıtraten bu duygularımıza her ne kadar bir had ve nihayet  koyulmamış olsa da şeriatça koyulmuştur.  Bu duygularımızın tamamının “tefrit, vasat ve ifrat” mertebeleri vardır ki bu mertebeler şeriatta vardır.

Mesela, Bediüzzaman kuvve-i şeheviyenin füruatı yani  dalları olarak yemek, içmek, uyumak, konuşmak gibi fiillerden bahseder.  Bunların dahi ifrat, tefrit ve vasat mertebeleri olduğunu söyler. Şeriat yemeğe, içmeğe bir had ve nihayet getirmemiş olsaydı haram, helal demez her önümüze geleni yer  ve ifrat ederdik. Veyahut da helal olan taamlardan dahi içtinab edip tefrit ederdik.  Oysa şeriat neyin haram neyin helal olduğunu iki hudud olarak gayet vazıh şekilde ortaya koymuştur. Sünnet-i seniyye de, anlamakta zorlandığımız, vâkıf olamadığımız veya şüpheye düştüğümüz her hususu tüm detayları ile  ince ince izah etmek için kâfidir. İşte vasat olan bu yola göre davranmaktır. Öyleyse ifrata ve tefrite kaçmaya ihtiyaç yoktur.  

Bediüzzaman Hazretleri kuvve-i gadabiyemizin de hayatımızı devam ettirebilmemiz için verildiğinden  bahsetmiştir. Ancak kuvve-i gadabiyemizle yani öfke duygumuz ile de tefrit eder normalden daha aşağı seviyelere çeker, abartırsak, tam bir korkaklık kendini gösterecektir. Aşırı ürkek olan bu halimizle korkulmaya değer olmayacak şeylerden dahi  ciddi manada korkar ve hayatı kendimize külfet etmiş oluruz.  Veyahut tam aksine  hiçbirşeyin sonunu düşünmeden gereksiz derecede  fazla bir cesaret ile davranırsak öfke duygumuzu ifrat mertebesinde sarfetmiş oluruz ki, Bediüzzaman  tüm istibdadların, tahakkümlerin ve zulumlerin kuvve-i gadabiyenin ifrat mertebesinin birer mahsulü olduğunu söyler. Şahsımızdan sudur eden istibdad ve tahakkümlerde dahi  aklımıza şu gelmeli:

“Bir yerlerde  yanlışlık yapıyorum.”

Evet, zararlı şeylerden kendimizi koruyabilmemiz  için verilmiş olan bir hissimizi, öfke duygumuzu yanlış yerde sarfettik ve maksadını aşmış oldu. Öyleyse yanlış uygulamalar yaptığımız zaman bir an evvel o aletin kullanma kılavuzuna baktığımız gibi Kur’ân-ı Hakîm’e danışıp sırat-ı müstakimi bulmak ve sünnet-i seniyyeye bakıp uygulamalı şekliyle inceleyip olması gereken ayarlarımıza dönmemiz icab etmektedir. 

Gelelim üçüncü kuvvemiz olan kuvve-i akliyemize. Dengesi bozulduğu vakit diğer kuvvelerimiz gibi kuvve-i akliyemiz de oldukça tehlikeli boyutlara ulaşabilecek mahiyettedir.  Mesela, bir kimse kuvve-i aklını tefrit mertebesinde kullanırsa bunun gabavet olacağından söylemiştir Bediüzzaman Hazretleri.  Gabavet ise ahmaklık demektir ki, herşeyden  bîhaber bir vaziyetten  haber verir.  İfrat mertebesi ise cerbeze yani doğruyu yanlış, yanlışı doğru olarak göstermek için akıl ve zekayı sarfetmek halidir.  Hakkın bâtıl, bâtılın hak gösterilmesidir  kuvve-i akliyenin ifrat mertebesi. Bediüzzaman bu haldeki insanın aldatıcı bir zekaya malik olduğunu söyler. Elbette ki öyledir; hakkın bâtıl gibi gösterilip karşıdaki insanın buna inandırılması üstün bir zekayı gerektirir.  

Kuvve-i aklıyenin  vasat mertebesi ise öyle tatlı ve güzel bir halden haber verir ki, bu da hikmetin ta kendisidir. Hikmet sahibi sırat-ı müstakim ile hareket edenlere de şöyle söylemiştir Bediüzzaman:

“Hakkı hak bilir, imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir, içtinab eder.”

Ehl-i cebr’in  halk-ı ef’al ile cüz’i irade hususunda ifrata kaçması veyahut ehl-i i’tizâl’in tefrit edip tesiri insana vermesi kuvve-i akliyenin füruatına misaldir. Bu füruatın vasat mertebesine misal ise ehl-i Sünnet Mezhebidir ki fiillerin başlangıcını cüz-i iradeye, nihayetini ise külli iradeye vermiştir.

Cenab-ı Hak  tüm kuvvelerimizle ehl-i Sünnet Mezhebine dahil etsin bizleri. Amin...

 

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.