Selamün aleyküm arkadaşlar. Hop. Heeeey. Heyooo! Beni duyan var mı? "Arkadaşlaaar!" diyorum. Lütfen birisi selamımı alsın. Hah, tamam, oldu. Kuşlar âleminden kankanız Cikcik huzurlarınızda yine! Alkışlayın bakalım. Evet. Alkış, alkış, alkış... Çok, çok, çok, çoook alkış istiyorum. Ellerinizin sesi kulağıma kadar gelsin. Haydi. Haydi. Haydiii! Hımm. Sen niye alkışlamıyorsun küçük burunlu? Aaaa, ellerin mi ağrıyor? Neden? Haaa! Okulda oynarken mi incittin? Cık, cık, cık. İşte bu habere üzüldüm. Dikkatli olmakta fayda var. Özellikle kovalamaca oynarken. Ki biz de bazen Salih Kayra ile kovalamaca oynuyoruz. Bazen de saklambaç. Aynen. Benim en çok sevdiğimse saklambaç.
Saklambaçı seviyorum, evet, çünkü Salih Kayra'nın bu oyunda beni yenmesi zor. Başparmaklarımızla horoz güreşi yapacak halimiz yok hem. Zaten benim başparmağım da yok. Akıllım, bir kere ben kuşum, her yere yukarıdan bakarım. Yukarıdan baktığında başkalarının göremeyeceği şeyleri görebilirsin. O yüzden bu bakışa 'kuşbakışı' derler. Yine kuşlar âleminden akrabalarımız kartallar bu bakışı çok iyi kullanırlar. Avlarını ta uzaklardan tanırlar. Bir diğer akrabamız akbabalar da yeryüzünü temizlemek için gözlerini dört açmaya mecburlar. Evet. Güzeller güzeli Allahımız temizliği sevdiği için kainatın her bölgesine temizlik memurları atamış. Karıncaları kırıntıları toplamakla görevlendirmiş mesela. Denizleri temizlemekse köpekbalıklarının işi. Tabii ki bu işleri yapmak sadece karıncalarla-köpekbalıklarıyla olabilecek gibi değil. Daha saymakla bitiremeyeceğimiz temizlik görevlileri var. Ben sadece iki misal gösterdim sana. Bu gözle etrafına bakınırsan daha birçok tanzifat memuru bulabilirsin. (Belki uzayı temizlemek karadeliklerin işidir ha?) 'Tanzifat' ne demek bilmiyor musun? Ay, ay, ay... Neyse ki Cikcik gibi hem zeki hem neşeli hem de güzel kankanız var. Benim sözlük bilgim iyidir. Hemen söyleyeyim: 'Tanzifat' temizlik demek. Eğer Allah böyle temizlik memurları atamasaydı halimiz ne olurdu düşünün.
Benim de gözlerim pek keskindir. Tamam. Kartallarınki kadar keskin değildir. Ama keskindir. Ben de pek narin bir canlı olduğum için herşeye karşı dikkatliyimdir. O yüzden hareketleri çabuk algılarım. Ve "Pııırrrr!" diye uçarım-kaçarım. Gerçi bu konuda en hızlılarımız serçeler. Yabani oldukları için onlar benden de hızlılar. Fakat ben de onlardan daha renkliyim. Naaabeer? Herkesin meziyeti başka. Hiç evinde serçe besleyen gördünüz mü? Ama bizi beslerler. Ekmek elden, su gölden, yaşayıp gideriz. Sahiplerimizle şakalaşır-oynarız. Sesimiz de pek güzeldir hem. Konuşanlarımız da var ama ben bir türlü beceremedim. Sadece ötebiliyorum. Becerirsem mutlaka haber vereceğim.
Saklambaç oyununu anlatıyordum. Evet. Aslında kuralları basittir. Belki siz de oynuyorsunuzdur. Önce ben sayıyorum kırka kadar, Salih Kayra saklanıyor, onu bulmaya çalışıyorum. Sonra o sayıyor kırka kadar, ben saklanıyorum, o beni bulmaya çalışıyor. Ben daha küçük birşey olduğum için işim kolay. Bazen mutfakta bir tabağın içine bile girebiliyorum. Artık Salih Kayra arasın dursun. O saklandığındaysa ben hemen uçup her odanın en yüksek noktasına dikiliyorum. Aşağıyı kolaçan ediyorum. Benim kankam çok hareketli bir çocuk olduğundan kıpırdamadan duramaz. Şöyle birkaç dakika bekleyince mutlaka yerini belli eder. O zaman, işte, şu keskin gözlerimle şıp diye hareketini saptıyorum. Sonra da sobelemek için duvara koşuyorum. Bugüne kadar saklambaçta kaybettiğim hiç olmamıştır. Fakat geçenlerde şöyle garip birşey oldu: Salih Kayra beni o kadar uzun süre aradı ki aradığını unuttu.
Evet. Yanlış duymadınız. Kankam beni resmen unuttu. Düşününce bile başımdan aşağı soğuk sular dökülüyor. O güzelim tüylerim diken diken dikiliyor. İnsan hiç kankasını oyun oynarken unutur mu yahu? Cık, cık, cık. Bende de kabahat var gerçi. Suçumu kabul etmeliyim. O kadar iyi saklanmışım ki... Uzun uzun aramış taramış. Hiçbir yerde izime rastlayamamış. Sonra "Kaybettiğimi kabul ediyorum. Ortaya çık. Neredesin? Hadi Cikcik!" diye bağırmış. Ses çıkarmamışım. Öhöm. Aramızda kalsın. Saklandığım yer çok rahat olunca uyuya kalmışım. O da bir süre sonra sıkılıp başka şeylere dalmış. Akşama kadar da ne Cikcik'i ne de saklambaç oyununu hatırlamış. Akşam karnım acıkınca tabii şöyle bir gözlerimi açtım. Saate baktım. Bir de ne göreyim. Ohooo! Mama yeme zamanını kaçırmışım. Onlar yemeklerini çoktan yemişler. Beni de hiç haberdar etmemişler. Kimbilir ne pişirmişti annesi ya.
Tüh, tüh, tüh... Tabii ki çok sinirlerdim bu duruma. Günün en sevdiğim kısmı sofrada Salih Kayra'nın tabağını karıştırdığım zamanlardır. Hemen öfkeyle Salih Kayra'nın kafasına kondum ve saçlarını çekmeye başladım.
- Aayyh! Cikcik, ne yapıyorsun, canımı acıttın.
- Aaaa, demek şimdi beni hatırladınız küçük bey, akşam yemeğinde niye unuttunuz peki?
- Amanın, sahiden, Cikcik sen neden akşam yemeğinde sofraya gelmedin?
- Bir düşün bakalım niye gelmedim? Saklambaçta bulamadığın için olabilir mi? Güvendiğim dağlara kar yağdı.
- Çok özür dilerim Cikcik. Unuttum ben oynadığımızı. Fakat çok seslendim sana. Sesin çıkmayınca ben de dalmışım demek ki. Zaten bu sıralar çok şeyi unutuyorum.
- Neyi unutuyorsun mesela?
- Babaannemin yüzünü unutuyorum.
- Nasıl yani?
- Hani geçen yıl vefat etmişti ya. İlk birkaç ay yüzünü gayet net hatırlıyordum. Sonra bulanmaya başladı. Şimdiyse yüzünü hatırlamakta zorlanıyorum. Cikcik, babaannem hayattan gittiği gibi, birgün hafızamdan da gider mi? Yani onu hatırlamayacak kadar unutur muyum? Böyle olmasından çok korkuyorum. Sence neden böyle oluyor?
- Salih Kayracığım, bunu anlamak için, önce Bediüzzaman Dede'nin sözlerinden bir parçayı hatırlamamız gerekiyor. İşte şu: "Arkadaş! Hayat, Hâlıkın ehadiyetine burhan olduğu gibi, mevt de devam ve bekasına bir delildir. Evet, nasıl akan nehirlerin, dalgalanan denizlerin kabarcıkları ve yeryüzünde bulunan sair şeffaflar, şemsin ziyâ ve timsallerini göstermekle şemsin vücuduna şehadet ettikleri gibi, o kabarcık gibi şeffaflar ölüp söndükten sonra yerlerine müteselsilen gelip geçen emsalleri, yine şemsin ziyâ ve timsallerini gösterdiklerinden, şemsin devam ve bekasına ve bütün o şuâat, celevat ve timsallerin bir şems-i vâhidin eseri olduklarına şehadet ediyorlar. İşte o şeffaflar, vücutlarıyla şemsin vücuduna ve ademleri ve ölümleriyle de şemsin devam ve bekasına delâlet ediyorlar. Kezalik, mevcudat, vücuduyla Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve ölüm ve zevaliyle, teceddüdî bir teselsülle yerlerine gelen emsali, Sâniin ezelî ve ebedî vâhidiyetine şehadet ediyorlar."
- Cikcikçiğim, yine açıklaman gerekecek, çünkü ben pek birşey anlamadım.
- Şöyle düşün Salihçiğim: Her oyuncak kutunu açtığında, süüürpriiiiz, bir şeker buluyorsun diyelim. Bir gün, iki gün, üç gün... Bir ay, iki ay, üç ay... Bir yıl, iki yıl, üç yıl... Her şeker bulduğunda o kadar seviniyorsun ki. Bir de sevincinden oyuncak kutuna sarılıyorsun. Sanıyorsun ki sana bu hediyeyi veren o kutudur. Derken birgün kutunun içinde şeker bulunmuyor. Bu defa yemek masasına konmuş oluyor. O zaman aklına ne gelir bakalım?
- Herhalde şekerin kaynağının oyuncak kutusu olmadığı gelir.
- Başka?
- Başkaaaa... Herhalde şekeri oyuncak kutusuna koyan birisi vardı. O kişi bir sebeple oyuncak kutusuna şeker koymayı bıraktı. Yerini değiştirdi. Belki de bunu yapan annemdi ha?
- Evet. Çok zekisin. Aynen öyle. Eğer şekerin kaynağı oyuncak kutusu olsaydı hiçbir zaman yokluğunu çekmezdi. Her zaman şekeri buluyor olurdun. Fakat, sana şeker vermemeye başladığında anladın ki, aslında veren o değil. Başka birisi sana şekeri veriyor. Oyuncak kutusunu sadece vesile yapıyor. Yani o bir aracı oluyor. Hediyeyi veren başkası. Ve o 'başkası' istediği yere şekeri koyabilir. İster bir oyuncak kutusuna isterse de ta yemek masasına.
- Yani?
- Yani 'yer değişikliği' aslında sana bilgi aktarmanın bir yolu. Oyuncak kutusundaki şeker bitti. Yemek masasındaki şeker başladı. Yerler değişti. Eğer bu yer değişikliği olmasaydı şekerin kaynağı olarak hep oyuncak kutusunu görecektin. Ve teşekkürünü de ona verecektin. Halbuki teşekkürü hakeden o değildi. Teşekkürü hakeden şekeri senin için oyuncak kutusuna yerleştiren annendi. Şekerin yeri değişince sen de bunu öğrenmiş oldun.
- Hımm. Anlıyorum. Tamam. Ama bunun babaannemi unutmakla ne ilgisi var?
- Şöyle: Güzeller güzeli Allahımız da bu dünyayı bir oyuncak kutusu kılmış bizler için. İçinde çeşit çeşit nimetleriyle bizi sevindiriyor. Hayatı veriyor, yiyeceğimizi-içeceğimizi veriyor, arkadaşlıklar veriyor, sevgi veriyor... Say say bitmez hediyelerle mutluluğumuzu göklere çıkarıyor. Fakat bazen bizim de kafamız karışıyor. Bazı şeyleri hep aynı yerde gördüğümüzde onun 'vesile' değil 'hediyeyi veren' olduğunu sanıyoruz. 'Oyuncak kutusu' ile 'anneyi' karıştırıyoruz. İşte, bu dalgınlığı yaşayıp, asıl hediye sahibine teşekkürü unutmamamız için bazen hediyelerin de yerleri değiştiriliyor.
- Babaannem gibi mi?
- Evet. Babaannen gibi. O da Allah'ın aileniz için bir hediyesiydi. Seni severdi. Oynardı. Şefkatliydi. Fakat sonuçta onda gördüğün güzelliklerin asıl sahibi de güzeller güzeli Allahımızdı. Tıpkı bir nehrin üzerindeki parıltılar gibi bu güzellikler de başka yerden geliyordu. Nehrin parıltıları aslında güneşe ait olduğu gibi babaannenin güzellikleri de Allah'a aitti. Ve bunu unutmaman için hediyenin yeri değiştirildi. Artık hayatını bu dünyada devam ettirmiyor. Başka bir âlemde hayatını yaşıyor. Sen de böylece hayatın asıl sahibinin kim olduğunu öğreniyorsun.
Yani hayat yokedilmiyor. Sadece yeri değiştiriliyor. Bu yer değişikliği de hepimize birşeyler öğretiyor. Yani yer değişikliğinin kendisi bilginin kaynağı oluyor. İşte o yüzden Bediüzzaman Dede böyle diyor: "İşte o şeffaflar, vücutlarıyla şemsin vücuduna ve ademleri ve ölümleriyle de şemsin devam ve bekasına delâlet ediyorlar."
Babaannenin hayatı bu dünyadan çekilmiş olsa da Hayatın Asıl Sahibi milyonlarca canlıyı yaratmaya devam ediyor. Bak, sen-ben, bahçedeki ağaçlar, terastaki çiçekler... Hepimiz çok yeni yaratıldık. Hayat güneşi artık bizde parıldıyor. Şekerin yeri değişti ama yok olmadı. Sen unutunca da yok olmayacak. Çünkü Asıl Sahibi onu yoketmiyor. O kadar kıymetli bir eseri sonsuzlukta tekrar iade etmek üzere saklıyor. Dua edelim de babaannemize dualarımız ulaşsın. Sen Fatiha okumayı öğrenmiştin hem. Her okuduğunda ona da hediye edersen pek sevinir. "Torunum Salih Kayra beni unutmamış!" diye bayram eder. Senin de "Unutacağım!" diye üzülmene gerek kalmaz. Buna ne dersin?
- Bu süper bir haber Cikcikçiğim. Bundan sonra her aklıma geldiğinde babaanneme bir Fatiha okuyacağım. Sevabını ona hediye edeceğim. Böylece onu unutmadığımı bilecek...
İşte, arkadaşlar, Salih Kayracığımla bir maceramız daha burada sona erdi. Bediüzzaman Dede'nin Sözler'i, görüyorsunuz ya, hayatımıza ne kadar güzel nurlar serpiyor. Karanlık görünen olayları ışıklandırıyor. Korkusunu, endişesini alıyor. İşte bu yüzden onun diğer adı da Nur Dede'dir. Aynen! Bitirmeden size birşey daha söylemeliyim: Siz de Fatiha okuyup ölmüş yakınlarınıza hediye ediyebilirsiniz. Bediüzzaman Dede'ye de yollamayı unutmayın sakın. Evet. Cikcik hepinizi gagalıyor, estağfirullah, öpüyor. Hey, küçük burunlu, seni de öpüyorum. Alınma sakın.