‘Şecere-i zakkum’ tahlili

Yasemin YAŞAR

İlk çağlarda ‘din-bilim’ ilişkisi

İnsanoğlu var olduğundan beri kendini ve alemi tanımak istemiştir. Hem kendi içindeki, hem dışındaki muazzam işleyişi merak etmiş ve anlamaya çalışmıştır. Alem nedir? İnsan nedir? Kainat nasıl var olmuştur? Nereden gelip nereye gidiyorum gibi sorular hep insan aklını meşgul etmiştir.

İnsanlık tarihinin daha ilk başlarından itibaren bu kainattaki düzen, intizam hep dikkat çekegelmiştir. Yaratıcının bu alemi, insanın kavrayıp, anlamlandıracağı biçimde yarattığına inanılmıştır. Dolayısıyla kainata ve kendilerine yaratıcının bir eseri olarak bakmışlardır. Yani din ve bilim ayrışmamış hatta din adamları aynı zamanda bilim adamı sıfatını taşımışlardır.

Kendilerini, inandıkları yaratıcının bir eseri olarak gördükleri için, kendilerini ve etraflarında olup biten her şeyi çok dikkatle incelemişler ve kaydetmişlerdir. Yani bilimi ortaya çıkaran esas sebep yaratıcıya olan inanç olmuştur.

Yeryüzünde yapılan ilk tapınaklar adeta alemin küçük bir misali olarak tasarlanmıştır. Bu yüzdendir ki, daha ilk zamanlardan itibaren dini mimari devasa, abidevi bir özellikle yapılmıştır. Yeryüzündeki ilk tapınaklar, kiliselerdeki (Gotik dönem) gökyüzüne doğru yükselen çan kuleleri, Osmanlıdaki büyük ve devasa kubbe ve sivri minareler aslında tüm alemin yaratıcıya ibadet etmek için bir mescit olduğuna inanışın yansımalarıdır.

Orta çağda ‘din-bilim’ ilişkisi (Avrupa’da)

Orta çağ Hıristiyanlığına gelince burada din ile bilimin ayrıştığını görürüz. Bilim adamları ve din adamları ayrılmış, din adamları, bilimin ve bilim adamlarının üzerinde bir baskı kurmaya çalışmışlardır. Bu baskının sebebi, Hıristiyanlıktaki teslis inancıdır. Yani insanı tanrılaştırma, dolayısıyla din adamlarını da hazreti İsa’yı temsil eden kutsallar gibi görme düşüncesindendir. Bilimi kontrol altına alan kilise, bilimle Hıristiyanlığın bağdaşmayan noktalarını esas alarak dini koruma misyonunu yüklenmişlerdir. Hıristiyan öğretileriyle uyuşan bilime izin verilmiş, uyuşmayan kısmı reddedilmiştir. Galile’nin dünya ile ilgili açıklaması kilise öğretilerine uymadığı için aforoz edilmiştir. Daha pek çok bilim adamı kilise baskısından dolayı buluş ve kitaplarını gün yüzüne çıkaramamışlardır.

17. yy’a gelindiğinde bu anlayış değişmeye başlamış, bilim güçlenmiştir. Fakat bu dönemde de insanlık başka bir girdaba girmiştir. Modern çağ, aydınlanma felsefesi adıyla başlayan bu süreçte, her şeyin merkezi ve başlangıç noktası olarak ‘ben’i , eneyi esas almışlar ve yaratıcı ve kainatın varlığı ‘ben’ den sonra gelmeye başlamıştır. Bu düşünce Descartes’le başlamış, daha sonra ‘ene’ hakimiyetini eline almaya başlayınca, çeşit çeşit şirkler ortaya çıkmıştır. İlk zamanlar yaratıcıyı inkar etmeyip ikinci dereceye atan bir felsefe, sonraları tamamen yaratıcıyı devreden çıkaran bir felsefe hakim olmuştur.

Artık alemin temaşası bilim, mekanik ve yarı mekanik bir anlayış ile ifade edilmeye başlanmıştır. Descartes’le başlayan bu felsefe deve kuşu gibi bir anlayış sergileyip, yaratıcıyı can kurtaran gibi istediği şartlarda devreye sokan bir anlayış takip etmişlerdir. Kant, Darvin, Nictzche, Marx ise yaratıcı ile insan ve kainat arasındaki bağı tamamen ortadan kaldırmışlardır. İnsan aklı sayesinde bilim, teknoloji ve maddi güçlerle her türlü hastalığın tedavi edileceğini, fakirlik ve yoksulluğun kalkacağını, felaketlerin önleneceğini, insanların daha mutlu olacağına inanarak, aydınlanma felsefesini başlatmışlardır. Hakikatte birleşemeyen bu insan mimarlarının, yaratıcı adına konuşan bu felsefecilerin hiç biri birbiri ile aynı noktada buluşamamış, aynı davaya imza basamamıştır. Çünkü esasatları fasit ve bozuk olduğu için iflas edecek bir felsefi düşünceye sahip olmuşlardır.

Bu felsefeleri (aydınlanma felsefesi) dünya üzerindeki insanların yüzde on beş yirmisini (maddi anlamda)  mutlu ederken, yüzde seksenini esir, köle, mutsuz, hasta etmiştir. Enenin dizginini aldığı ırkçılık, gelişmişlik, modernlik gibi kavramlar üretilmiş, bunların altında bütün dünyaya ait olan maddi her şey sömürülmüştür. Şişen ‘ene’ler yaratıcının bütün insanlara, mahlukatına sunduğu sofra-i nimetleri hoyratça kullanmış ve küresel ısınma dediğimiz vahim sonuca sürüklenmiştir.

‘Ene’nin dizginini aldığı bu felsefe, gözlenebilir, deney yapılabilir şeylerin haricindeki her şeyi yok saymıştır. Haşir, ahiret, Allah, melek gibi dini kavramlar gözlenebilir ve deneylenebilir olmadıkları için inkar edilmiştir. Alem-i insaniyetin her tabakasına bu zehirli fikirleri akıtan bu dinsiz felsefe, havasta da avamda da şecere-i zakkum meyvelerini vermiştir.

Her şeyin sebep-sonuçla ve akıl ile keşfedilebileceğini, insanın abd olduğu fikrini kökünden sökmek istemiştir. ‘Bir takım organik maddelerin birleşiminden meydana geliyorsam, beni bir yaratan yok. O halde yaratıcı olmadığına göre, onun istediği tarzda davranmama da gerek yok. O halde istediğimi yapar ve yaşarım mantığı’, avamda serbestçe ve rahatça işlenebilir günahları doğurmuştur. Dolayısıyla her bir günah yaratıcıya bir başkaldırıyı, heva ve hevesleri tatmin anlamına gelmektedir. O yüzden her bir günahta küfre giden bir yol vardır.

Pozitivist felsefenin Müslümanlarda etkisi

Orta çağda bilimi Hıristiyanlar Avrupa’nın göbeğinde Endülüs’te aramaya başlamışlardır. İslam alimlerinin etkisiyle gelişen bilim, kiliseye karşı direnmiş, Rönesans ve reform hareketlerini doğurmuştur. Dolayısıyla kiliseye başkaldırı niteliğinde olan Rönesans ve reform hareketlerinin sebebi Endülüs Emevileri olmuştur.

Müslüman ilim adamlarında, Hıristiyanlıkta olduğu gibi din adamı ve bilim adamı ayırımı olmamıştır. Endülüs’te ders veren İslam alimleri aynı zamanda hem din hem bilim adamı olma özelliğini taşıyorlardı. Bunun sebebi nasıl ki ayrışması Hıristiyanlık öğretilerinin bir sonucu ise, Müslümanlarda da bu birleşim İslamiyetin bir sonucudur. Çünkü İslamiyet akıl ve mantık dinidir. Müslümanlar kainatın Allah tarafından yaratıldığına inanıyorlardı. Kainat kitabının cisimleşmiş bir hali olan Kur’an, kainatı okumayı, afaki ve enfüsi tefekkürü öneriyordu. ‘Düşünmezler mi’, ‘akletmezler mi’, ‘bakmazlar mı’, ‘görmezler mi?’ gibi Kur’ani tabirler, Müslüman alimleri kainat tefekkürüne, dolayısıyla bilime yöneltmiştir. Üstelik Müslümanlık yaşayış itibariyle de kainattan kopuk olmamıştır. Günlük beş vakit namazlarının vakit ayarlaması için, güneşin hareketlerini takip etmiştir. Oruç için ayın hareketlerini izlemiştir. Semavatta olan iki olay için (Ay tutulması ve Güneş tutulması) husuf ve küsuf namazlarını kılmıştır. Eli altında bulunan nimetlere Allah’ın bir ihsanı olarak bakmış, israf etmemiş, böylece dünyadaki umumun malı olan nimetleri, hoyratça kullanmamıştır.
Müslümanın yaşayışında din ve kainat, tabiat öyle bir birine girmiştir ki, haşir, ahiret, kader gibi konular bile, kainat tefekkürüyle anlaşılmıştır. Kış tefekkürü ona haşri, bahar ona ahireti, her gün Güneşin batması ona kıyameti, sabah doğması ona ahireti hatırlatmıştır. Mevcudatın muntazam ve düzenli yaratılması, her şeyin bir hadde durması, ona kader inancını hatırlatmıştır. Dolayısıyla Müslümanlık bilim, din, ibadet üçgeninde hayatı yaşamayı gerekli kılmaktadır.

Ülkemizde bilimin pozitivist anlayışla yorumlanması Tanzimatla başlamıştır. Mektep ve medrese ayrımı, mektebin medrese karşısında yükselişi, mektep ve medrese gerginliğini ortaya çıkarmıştı. Yani bilim ve din çatışması üretilmiştir. Cumhuriyetin temelleri de mekteplilerin benimsediği prensipler üzerine kurulmuş, bu medresedekileri daha da alevlendirmiştir. Bunun neticesinde medreselerden taassup (dinde mutaassıp ferasette noksan insanları), mekteplerde de yaratıcıyı inkar eden, şüphelerin kaynağı haline gelen bir anlayış ortaya çıkmıştır.

Türkiye’deki bu korkunç gelişme Bediüzzaman’ın Kur’ani reçeteleri sayesinde vasata çekilmeye çalışılmıştır. Aksi halde ülkemiz komünizm ve dinsizliğin ve aşırı radikal dincilerin tehlikesiyle boğuşacaktı. Bediüzzaman’ın, din ilimleri ile pozitif ilimlerin mezcini öngören düşüncesi şöyledir: ‘Aklın nuru fünun-u medeniyedir. Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. İftirak ettikleri vakit birinden taassup, diğerinden hile ve şüphe doğar’ demiştir. Avrupa felsefesi etkisiyle ayrıştırılmaya çalışılan din ve bilimin buluşması gerektiğini söylemiştir. Ne vakit bu ikisi beraber olsa, insanlık en parlak dönemlerini yaşamış, ne vakit ayrılsa, bütün dalaletler, şerler bilimin (dinden kopuk pozitivizmin) yanında yer almıştır der.

Netice itibariyle, bütün bir insanlık tarihinin uğraştığı akımlar, felsefeler ve düştükleri vartalar, Risale-i Nurun 30. Söz, Ene bahsinde birkaç cümle ile özetlenmektedir: “Alem-i insaniyette zaman-ı ademden şimdiye kadar iki cereyan-ı azim, iki silsile-i efkar her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış: İki şecere-i azime hükmünde biri silsile-i nübüvvet ve diyanet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihat etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip, itaat ederek hizmet etmişse, alem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-i içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafında toplanmış ve şerler ve dalaletler felsefe silsilesinin etrafına cem olmuştur.”

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.